- 537 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KAR ÖYKÜSÜ-2-
Atlasınızın, fiziki Türkiye haritasında kuzey-doğu yönünün en uç bölümüne denk gelen kahverengi renklerle bezeli kısmına bir elinizin işaret parmağını koyacaksınız. Önce atlasınızı sonra gözlerinizi kapatacaksınız. Sizleri, ak köpükleriyle çağlayarak akan derelere, bu derelerin iki yan yüzünde çam ormanlarıyla kaplı yamaçlarına götüreceğim. Kudretten bitip büyüyen sarı çamlarla kaplı yamaçlarda ancak mayıs ayında hafif bir esintiyle havalanan, döllenmeyi sağlayan toz bulutlarını gözlemlemenin zevkine doyum olmaz.
Bu yamaçların doruklarında ulu dağlar uzar. Yalnız Çam Dağları’dır bu sıra dağların adı. Doruklarında çoğu kez ta ağustos ortalarında bile ak rengi griye dönüşmüş kar adacıklarını görmek olası. Bitek düzlüklerinde koyun sürüleri yayılır, çoban kavallarının yanık havalarıyla. Dağların dik yamaçları uzar gider. Bu yamaçlarda yalçın kayalar da eksik değil. Vadinin derinliklerinden izleyenlerin kalplerine korku salan amansız kayalar. Duyardık. Keçilerini güden bir çoban kayadan uçmuş. Ayakları tökezlemiş, düşmüş, yuvarlanarak düşmüş denmez. Düşmek yok, uçmak. Kayaların dik yüzlerinin bazı kısımlarında büyüyen yeşil çimenlere uzanan inatçı keçilerini geri çevirmeye kalkan çoban ufacık bir sendelemeyle kendini havada bulur. Kavalı parçalanan gövdesinin çok uzaklarında bulunur. Bazen de bulunmaz.
Kadersiz çobana ağıtlar yakılır…
Vadiler alabildiğine vadi, vadi yamaçlarındaki ormanlar alabildiğine orman, sık ve gür. Ormanlarımız, her mevsimde, yemyeşil, yeşilin sadece bölgemize has tanımsız güzel tonlarını yansıtır.
İki bin metre yükseklikten kopup gelen birkaç derenin birleşerek oluşturduğu çayın beş yüz metre yüksekliğindeki bir yamacında kurulmuş Şavşat ilçemiz. Şirin bir ilçe, ancak binin biraz üzerinde insan barındırır. Bir ilkokulu, bir adet ortaokulu bir adet camisi ve iki de sineması vardı ilçemizin, bin dokuz yüz altmışlı yıllarda. Fakat okulların eğitim-öğretime başladığı aylarda nüfus iki binleri geçer. Büyüklerin deyimiyle, ilçenin elli altı pare köyünün ilkokullarını bitiren tüm erkek çocukları ortaokula başlar. Az da olsa bazı babalar kız çocuklarını da okullu yapardı. Kızım okusun, tüm yaşamını annesi gibi bağda bahçede yaz kış çalışarak geçirmesin. Allah verdi diye evlatlarını, bir karnında biri kucağında, diğerleri eteklerine tutturarak taşımasın…
İlçemizin binalarının çoğu ahşaptan yapılma, iki katlıydı. Beton arma yapılmış resmi binanın varlığını anımsamıyorum. Biz ortaokullular bu binalarda tek oda kiralardık. İkili, üçlü bazen dörtlü, beşli öğrenci grupları ilçenin uzatmalı kiracıları olduk yıllarca. Birimizin annesi ya da ninesi yemeğimizi pişirirdi. Kendi kendine yeten arkadaşlarımızda az değildi. Orta üçüncü sınıf ikinci dönem Allah’ın yardımıyla fareli odamda yalnız yaşadım. Yarı aç, yarı tok yıllarımız geçti ortaokul sıralarında.
Öğretmenlerimizin çoğu ilçemizin köylüleriydi. Suratları mahkeme duvarı, acımasız insanlardı. Disiplinin kuralları serti, tavizsiz uygulanırdı. Bazı geceler, önde , okul müdürümüz,yanında birkaç öğretmen bizleri ziyaret ederdi. Öğrenciler odalarında mı, ders mi çalışıyorlar, yarenlik mi ediyorlar. Gece sokağa çıkmak kesinlikle yasaktı. Okulda ufak bir kavgaya tutuşmak, kız arkadaşlarla fazlaca sohbet etmek, hele şapkasız sokakta yürümek gibi eylemlerin yönetmelikte yazılı cezalarla belirlenen karşılıkları tarafsızca uygulanırdı.
Aman, okula geç kalmayalım, korkusu daha gece yatağımıza girerken başlardı. Okula geç kalma, kar yağdı, derslere ara verilsin gibi olguları yıllar sonra öğretmenliğimin ileri yıllarında duydum ve yaşadım. Okul binamızın ikinci katında bir balkonu vardı, ortalama sekiz metre karelik bir balkon. Müdürümüz bayrak töreni günleriyle asık yüz hatlarıyla ağır ağır yürüyerek balkonda gözükürdü. Kuvvetli fırtına öncesi kovanlarına hızla sığınan arıların sessizliği örneği, çok kısa sürede susardık. Kafalarda özel okul şapkaları, ön kısımlarında ay-yıldız armalı şapkalar. Şapkasız törene katılmak akıl dışıydı. Çarşıda şapkasız yürümek yasaktı. Öğretmenlerimizle karşılaşınca asker selamı vermek zorunluydu.
Hala anımsarım; bir gün sokakta yürürken fizik öğretmenimle karşılaştık, bir arkadaşımla. Selam verip yürümeye devam ettik. Arkadaşımın müstehzi bir gülme ile bana bakıyordu. Niçin güldüğünü sordum. Öğretmenimize sol elimle selam verdim, acaba öğretmenimiz durumu fark etti mi, diye endişeleniyordu. Acaba, yarın beni idareden çağırırlar mı korkusu sarmıştı henüz günah nedir tatmamış, en ufak bir yalana bulaşmamış zihnini. Oysa öğretmenimiz altın kalpli bir insandı. Öylesi minicik durumlara gülüp geçerdi, olayı fark etse bile. Unutmadan yazayım, daha sonra ilköğretim müfettişi olan arkadaşım solaktı.
Dershane olgusu yoktu o yıllarda. Öğretmenlerimizin ve bizlerin birincil amacı başarılı eğitim-öğretim yılları yaşamaktı. Köylerimizde evet uygarlık nimetlerinden gökteki ay kadar uzak köylerimizde anne-babalar bizlerden başarı haberleri beklerlerdi. Aman çocuğumuz okusun, devletin bir kapısına ayak atsın. Güzel günler yaşasınlar ileride. Büyüklerimiz yıllarca yaşayamadıkları güzel günleri evlatlarının gelecek günlerinde yaşamak istiyorlardı. Çoğu babadan duymuşumdur: “Çocuğum, okusun, gömleğimi satar ona harçlık ederim. Yeter ki çocuğum okusun adam olsun. Takım elbiseli, kravatlı adamların içine karışsın.” Sözleri tekerleme olmuştu babaların dillerinde… İşte böylesi hoş bir okuma tutkusu sarmıştı çocuk büyük tüm ilçe halkını. İlimizin tümünde böylesi idealist duygular taşıyan hava solunuyordu. Bu duygu yıllarca yaşadı ilimizde. Yaşatıldı.
Ocak sonları, gözlerimizi bir metrenin üstünde yağan karları görerek açıyoruz bir gün. İlçemiz, vadiler, ormanlar ak karlarla kaplı. Manzara tanımsız güzel, lakin bizler üşüyoruz. Zaten her tarafta önceden yağan karlar vardı. Yeni yağan karda okula yürümek hayli sıkıntı yaratırdı. Yemyeşil değil, bu kez aklığını teklifsizce sergileyen doğanın merkezindeydik. Doğanın merkezini keşfe gerek yoktu. Tam merkezdeydik. İyi adamlar çoktu ilçemizde. Onlar yürüyerek okul yolumuzu açarlardı. Ellerimizde kitaplar, düşe kalka sınıflara varırdık, sobaları iyi yanmayan, tüten dumanlarıyla bizleri ısıtan sınıflara. Gözlerimizdeki okuma ateşi ısıtırdı bizleri. Bu ateş hiç sönmedi benliğimde yıllarca…
Nihayet şubat geldi. Şubat demek, heyecan ve özlemle beklenen karnelerimizle buluşmak demekti. Karnelerimizi aldık bir cumartesi öğleye doğru. Cumartesileri de ders yapıldığı yılları yaşıyorduk ulusça. Durumum umduğumdan da iyiydi. Her sınıftan iki öğrenci iftihar listesine seçilirdi. Sınıfımızdan seçilen ikiliden birisi bendim. Hava kapalı, göz gözü görmüyor, yukarı bakmak ne mümkün, benek benek karlar dökülüyor ha bire. Hızlan, tüm öğrenciler evlerimize koşuştuk. Zaman kaybetmeden köylerimize dönen gruplarla buluşmak gerek. Yoksa böylesi karların yolları kestiği bir günde yalnız yürümek, köyüne dönemeden yollarda tipiye yakalanmak riski de var. Arkadaşlarla buluştuk. Yürüyoruz, dağlardan vu vuu diye esen rüzgara karşı. Bazen gözlerimize doluyor karlar. Bata çıka yürüyoruz. Allah’tan, sabahleyin ilçeye yürüyen adamların ayak izleri tam kaybolmamış. Giderim Van’a doğru, yolum İran’a doğru türküsünde şairin yönü İran’a doğru iken bizlerin yolu ortalama bir üç yüz metre rakımlı vadilerin izin verdiği düzlüklerde kurulu köyümüze doğru. Yolu yarıladık. Baba ocağım, köyün hayli hali dışında kurulu. Arkadaşlarımdan ayrılmam gerek. İçimde bu kez hiç ayak izi olmayan ortalama bir saatte yürünen yolu yalnız başıma yürüyebileceğim tedirginliği ve korkusu var. Köylülerim, yalnız gidemezsin, yolda donup kalırsın, gel birlikte yürüyelim diyorlar. İkilemde kaldım. Özellikle annemi özlemişim. Karnem kaymak gibi, ailemle paylaşmalıyım heyecanımı. Hele bir arkadaşım şaka olsun diye: Bizimle gelmezsen gelme bir somun mısır ekmeği yenmemiş olur, diye söylendi. Bu söz çok üzdü beni. Böyle durumlarda şaka yapılmazdı.
Yürüdüm yalnız başıma. Arazi pek engebeli değildi, tam düzde sayılmazdı. Karlara saplanıyorum yer yer, göğsüme kadar. Emeklemeye yeni başlayan bebekler gibi yarı emekleyerek, yıllar sonra boğulma tehlikesi yaşadığım Kara Deniz’in hırçın dalgalarını aşıp sahile kavuşmanın telaşıyla kulaç salladığım örneği karlar içinde yüzerek yol alıyordum. Rüzgar hafif tepeciklerin karını adeta süpürmüştü. Karın yere tutunamadığı yerlerden yürüyerek yol alıyordum. Köyde büyümüştüm. Yıllarca böylesi karlı soğuk günler yaşamıştım, doğayla sürekli uğraş içinde geçmişti ilk gençlik çağıma geçinceye kadar geçen yıllarım. Serde delikanlı olmak vardı yavaş yavaş. Daha yöreye has, delikanlıların söylediği "Dağ başında gürgenlik aman aman, kolay değil ergenlik yar yar." Türküsünü söylememe yıllar var yaşanacak.Teslim olmak yok kolayca bir an önce yolu bitirmeliyim, paniklemeden. Ufacık bir paniklemek, hızlı yürüyüp enerjimi kaybetmek demekti. Evimize yaklaşmıştım. Fazla yüksek olmayan bir sırdı aşınca sağ salim on beş dakikada evde olurdum. Sırt aşıldı. Önüm engebeli bir çayırlık. Birkaç adım attım, her taraf silme karlarla kaplıydı. Dağların doruklarından esen rüzgarın yaz günlerinde bizleri serinleten halinden eser yoktu, adeta uluyordu. Uzun kış günlerinde köyleri basıp dışarıda kalan köpekleri parçalayan aç kurtlar örneği.
Yazın yemyeşil çimenler, tür ve renkte çeşit renkte çiçeklerin boy attığı çayırlarda bata çıka yürürken güm diye tok bir sesle irkildim. Çevremde bir kar bulutu oluştu aniden. Çığ olayı yoktu. Çığ dağların yamaçlarından kopardı. Oysa yolum dağlardan geçmiyordu. Kar bulutları açılınca, baktım karlar yerli yerinde duruyordu. Taze karlar yağınca, kar taneleri dostça birbirlerini sıkıştırmadan üst üste birikirmiş. Karlara dalmamın oluşturduğu titreşimle meğer karlar oturuvermiş, büyük depremlerde yere göçen topraklar gibi. Yaşıyorum. Yaşamak ne güzeldi. “Bütün renkler hızla kirleniyordu. / Birinciliği beyaza verdiler.” Özdemir Asaf şiiri örneği bölgemizde karlarımız hiç kirlenmez hep beyaz kalır. Yöremiz bakirdir. Uzak köylerimizde uzun kış günlerinde kuş uçmaz kervan geçmez.
Nihayet evdeyim. Yüzüm kıpkırmızı, ellerim ve ayaklarım donma noktasında. Neyse ki, evime varamamanın dayanılmaz korkusu uçup gitmiş benliğimden. Ruhumu sevdiklerime kavuşmanın tatlı mutluluğu sarmıştı. Sobanın ve ocağın ısıttığı evimizde herkes mutluydu. Karnemdeki notlar da ailece yaşadığımız mutluluğu daha da pekiştiriyordu. Yalnız yürüdüğüm yol altmış dakikalı değil de, doksan dakikalık olsaydı karlar içinde donmanın verdiği tatlı uykuyla gelen ölümün kollarında olacaktım. Durumuma en çok annem üzülürdü. Biliyorum. Annem okumamı çok isterdi ve beni ne çok severdi.
Aradan yıllar geçti. Öğretmen oldum. Güzel yurdumun uzak köylerinde çalıştım. Uygarlığın henüz teğet geçtiği, yolsuz, susuz, o yıllar için söylemesi ayıp ; elektriksiz köylerinde çalıştım. Okullar henüz açılmıştı. Bu kez bölgemden kilometrelerce uzak Marmara Bölgesi’nin şehirle iletişimi olmayan bir köyünde çalışıyordum. Köyün muhtarı bir tel getirdi. Annem hasta, acele köye dön diyordu telgraf. “İki elin kan da olsa gel, diyordu.” Telgrafından daha acil bir durum olmalıydı. Annem Hakk’ın rahmetine mi kavuşmuştu. Tanımsız bir hüzün sardı tüm benliğimi. Köye yolculuğum iki gün sürdü. Eve vardığımda güneş çoktan batmış, karşı ki dağlar seçilemiyordu akşamın çöken karanlığından. Gerçi annemin ölüm haberini almıştım. Babam, kardeşim, köy işleri bittiğinde ancak yanıma gelen eşim, yengem hepsi yemek masasındaydı. Annemin yeri boştu. Kocaman bir boşluk vardı annemin oturduğu kısımda. Kendime hakim olamadım, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Daha fazla ağlama uyarılarına karşın göz yaşlarım coşuyor hıçkırıklarım daha da artıyordu. Bir tatlı ağlama tutturdum. Balkona çıktım. Beni rahat bırakın diyebilecek kadar konuşabiliyordum. Erkekler ağlamaz derler. Olur mu hiç! Çocukluk yıllarımdan beri ilk kez ağlıyordum.
Orta okul yıllarında karlarla boğuşarak evim e varmıştım sevinç içinde. Annem çok sevinmişti, beni sağ salim gördüğüne. Bu kez evime vardığımda hiç ama hiç sevinemedim. Çünkü melek annem uçup gitmişti. Artık O’nun melek yüzünü görmek mahşere kalmıştı.
20.01.16/DERİNCE
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.