- 602 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
MİLENYUM AŞKLARI PANORAMASI
“Gülsüz günümüz geçmez diyordu” kadın. Aklımda Cemal Süreya dizeleri çınlıyordu biteviye bir döngüyü ifade ederekten. “Kim istemez mutlu olmayı ama mutsuzluğa da var mısın?” İnsana lütfedilen yaşamın değerini bilmesi giderek zorlaşıyordu. TV’de bir konser çıkışını fısıldıyordu süslü ve kokona bir başkası. -- Hiç memnun kalmadık sanatçıdan. Beklentisi neydi acaba iki yüz elli YTL verdiği konserden, yoksa kıskançlık içgüdüsüne mi vermişti aynı mesleği icra ettiğinden. Ünlülerin taciz görüntüleri pek bir prim yapar oldu bu devirde. Sanki hayatımızı bağladığımız eğlence kutusu bize kişiliğimizin değişmesini sağlamak için yaratılmıştı. Herkes kendini kandırma derdine düşmüş sokaklarda ve sonu gelmez bir hırsla aşk paşayı ipe gönderip, sinsi kahkahalar atmak istiyordu. Belki kamuoyu böyle yarattı benim gençliğimi ya da gençlik, üzerine giydikçe çıkaramadı özendiği ünlü elbiselerini.
Hep yasaklanarak büyüdük serüvenlere. Bu yüzdendir karanlık mekanlara adım attığımızda yasaklı çocukluğumuzu haykırdık alkol kadehlerine. Puslu gözyaşları vardı tahtaları eskimiş masanın üzerinde, kim bilir kim ağlamıştı rock barda dün gece. Patlasa, iltihabı kabarıp, daha dik çıkan bir sivilce gibiydi yontulmuş dertler. Hangi köşeyi dönsek karşımıza çıkacak bilirdik ama bile bile üstüne giderdik acının. Bize öğrettiği hep hüznünü hissetmekti aşk oyununun. An gelse mutlu olsak biteceğini bilirdik yarın sabah. İki defa gelmezdi mutluluk insan hayatına. Tanrı kartlarını doğru oynardı gece yarılarında ve düşümüzde akisler sanki günahlara davetti. Sabah mutluluğu bulduğumuz günlerde bile rol yapma, daha doğrusu kolumuzda yatanın bize yüklediği zorunlu, çekici erkek imajının kaybı ilişkimizin sonu demekti. Yok hayır! Böyle değil dedikçe aklımız kalbimizi yenerdi. Neden mi? O zaman kim söylemişti bu gerçeği ya da hangi zaman rastlamıştık tiyatral görünümlere. Sorgusu bedenden ibaret ilişkiler de yaşadık ve aşkın nasıl eskidiğini, ilk soyunduğumuz gün aşkı kaybettiğimizi geç anladık. Artık aşık olacak bir kalp olmadığı gibi, yolunu kaybetmiş gençliğimizin ortasındaydık.
Yetmişli yıllara bakınca, o zamanın da yollu kızları olduğunu ve güzelliği kanıtlanmış bu dilberlerin evlilik masalından uzak, sadece gezilen tipler olduğu anlaşılıyor. Günümüzün ürünü gibi duran yosmaların erkekler üzerindeki egemenliği hiç değişmiyor aslında. Devir arasındaki fark, artık azınlığın çoğunluğa erişmiş durumda olması. Şimdilerde evlenilecek kız ve eğlenilecek kız terimlerinin geçtiği şarkılarda hatunların nasıl dans ettiğini gördükçe ayrımları tanımlıyoruz. Çemberin izdüşümü misali, girersen kurallara uyacaksın deyip elleri havaya kaldırıyoruz. Oysa geçmişten süregelen bir dans kültürümüz vardı bizim. Umarsızca ve doyasıya vücudumuzu sallarken erkeksi bir duruşa ihtiyacımız yoktu. Varlığın; kalıplardan çıkıp mekanda iz sürmeyi bırakıp, çılgınca savrulduğu geceler de vardı. Şimdi neden yarım kaldı?
Cevabını toplumun bize yüklediği değerlerde buluyoruz. Gençliğimiz, şık giyinmeyi değil pahalı giyinmeyi öğütledi ve kişiye verilen değer düşüncelerden sıyrılıp tipe göre, sahip olduklarına göre şekillendi. Yıl 2000’di ve bir reklam filmi deyip geçmeyin. Herkes sonradan uymak zorunda kalacağı bu filmi keşfetti. Komedyen “Tamamen duygusal” terimini hayatımıza sokuyordu. Duygusallık salladığın araba anahtarı, cebinde ucu gözüken amerikan doları ve mekanda açtırdığın şişe, donattığın masaydı. Bunlar yoksa kendini yetiştirmiş biri değildin, aynı zamanda dünyaya sözünü geçiremiyordun. Oysa gerçekler derinlere indikçe çıkardı. Düşünen insan gizlice ayrılıyordu aramızdan, yerine kendi kalıplarını koyan burjuvazi kültür zekayı yenmeye başlıyordu. Şimdi de yollu kızlar var deyip geçmek zorundayız çünkü çözümsüz bir sürece giren üçüncü dünya ülkesinde yaşıyoruz ve yenilikleri yüzümüze gözümüze bulaştırmak da üstümüze yoktur.