- 696 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
“NASIL” VE “NİÇİN”LER
Hayatımız nasıl ve niçin soruları arasında bir beşik gibi gelip gitmekte. Kâh “Nasıl”a, kâh “Niçin”e. Bazen anlam veremeyiz “Nasıl”lara, bazen de cevap bulamayız “Niçin”lere.
* * *
Bazen bir doğru, gündelik yaşantımıza ters düşer susarız, ya da dokunur menfaatimize arşı alayı yıkarız. Haklıyızdır ve hakkımızı söke söke almamız gerekir. Bizim haklılığımız başkasının haklarına tecavüz edecek bile olsa.
* * *
Hep madalyonlarımız ikiyüzlüdür. Zamana, zemine ve işimize göre hangi tarafı, hangi yüzü daha cazip ise o yüzünü gösteririz. Plağın hep istediğimiz yüzünü çalmaktan hoşlanırız. Ya da maslahat gereği herkesin hoşuna gidebilecek duruma teğet düşen bir şarkımız vardır. Tıpkı her saça göre tarağımızın olduğu gibi.
Madalyonun bir yüzünde nasıl ve niçinler farklı cevap alır, diğer yüzünde farklı.
* * *
Standartlarımız da vardır hem de çifter çifter. Dün dündür bazen, dün bugündür bazen. Sürçü lisan denen bir özür bahanemiz vardır yada anlaşılmamış olmak, yanlış anlaşılmış olmak gibi kaçamak kapılarımız vardır. Bizim ihata duvarlarımız bile gizli geçitlerle doludur. Düğmeye basınca Kırkharamilerin deposu gibi şakk olurcasına açılıverir.
* * *
İşimiz görülene kadar ayıya dayı deriz, yada köprüyü geçene kadar dişimizi sıkarız. Çünkü bize öğretilen bu değil mi?
Demediler mi ki “gemisini yürüten kaptandır” diye.
Gemimiz yürüsün de kimin kıta sahanlığını ihlal ederse etsin, kimin mahremiyetine tecavüz ederse etsin önemli değil. Nasıl olsa “pardon” icat oldu. Pardon deriz geçeriz. Geçmesine geçeriz de ezip de mi geçeriz, basıp ta mı geçeriz orası Allahu âlem.
* * *
Vicdanımızla olan mahkemeye hep mazeret bildiririz. Bir türlü duruşmalara çıkamayız. Hep ek süreler isteriz ek bahaneler bularak.
Bazen ne kadar da kaçsak duruşmaya çıkarız. Fakat bu defa vicdanımızın sesini kısarız. Yine nefsimize uygun bir karar çıkartırıveririz. Nasıl olsa temyize verecek kimse yoktur. Telafi ederiz deriz hatamızı.
Ancak telafi edilecek o kadar hatamız vardır ki yavaş yavaş onlar bizi telef eder ama haberimiz olmaz.
* * *
Aynada kendi yüzümüzle yüzleşmekten de kaçarız. Saçlarımıza yağan karlar, alnımıza her yıl için çizilen çizgiler ve gözlerimizin altında ki mor halkalar bizi ürkütür. Kendimizden korkarız ve bu yüzden de aynaları sevmeyiz. Onlar bize dost gelmez.
Bizim dostlarımız da kendimiz gibi olmalıdır. Riyakâr, yalancı ve ikiyüzlü. Onların arkamızdan ne diyeceği önemli değildir, yeter ki yüzümüze hoşumuza gidenler söylensin. Demediler mi ki “padişahında arkasından söverler”. Biz sanki padişah mıyız ki, boş ver biz yüzümüze söylenene bakalım deriz.
Kızınca da bu ukala ve kendini bir halt sanan aynaları kırarız. Haddini bilmeyene haddini bildirmek te ata mesleğimizdir icabında. Fakat aynalar kırılsa da kendi yüzümüzdeki kaçtığımız çirkinlikler düzelmez. Bu defa da kendi kendimizi kandırırız.
* * *
Düşmeyince anlamayız acının rengini, ciğerimiz yanmadan görmemişizdir ateşin yaktığını, suyun boğduğunu. Tek renk vardır hayatımızda tozpembe, birkaç damla gözyaşımız da çok gülmekten gelmiştir gözlerimizden.
İşte iğne batınca ancak çuvaldızı tanırız. Gecelerin uykulara saklanan yüzünü ancak uykusuz sabahlayınca görebiliriz. Kuş tüyü döşeklerin, atlas yorganların bizi sarmadığını hissedince üşürüz.
Şairin “geceler yirmi dört saat çekiyor” dizelerine dudak bükerken, işte o zaman saatlerin durduğunu, güneşin ise şu yağlı boya tablodaki yalancı resimde ki gibi ruhumuzu ne ısıttığını, ne de dünyamızı aydınlattığını görürüz.
Birden gözümüzün önünde şimşekler çakar, yıldırımlar düşer yüreğimize sağanak sağanak. O zaman “Nasıl olur” deriz. Peşinden de “Niçin”
Bilmeyiz ki kırdığımız aynanın parçaları kendi kendine birleşmiş ama her parçası farklı bir çirkin tarafımızı gösterir. Ve ertelediğimiz duruşma günüdür Ağır Vicdan Mahkemesinde. Orada tekrar sorulur Nasıllar ve Niçinler. Anlam vermediğimiz Nasılların cevapları da kayıptır. Tıpkı kaybolan yıllarımız gibi.
Madalyonumuz kırılmıştır artık, plaklarımız da bozulmuştur, herkesin telinden çalmaz. Standartlarımız ise artık ölçüye girmediği için kaldırılıp atılmıştır. Çünkü standartları başkası belirlemektedir. Tarağımızın da dişleri düşmüştür. Dostlarımız ise yoktur yanımızda. Çünkü henüz onların madalyonları kırılmamış, tarakları sağlam ve standartları tıkır tıkır işlemektedir.
O zaman gözümüzü hor gördüğümüz, ukala dediğimiz aynalara dikeriz. Ancak iş işten geçmiştir. Kırılan parçalar yerine gelmemiştir. Her kare farklı bir resimdir artık. Resimdeki ise acayip bir yaratığa benzemiştir.
Şimdi bu “Nasıl” ile “Niçin”lere bir de koca bir “Eyvah” eklenmiştir ki sorma gitsin. Eyvah ki eyvah.
13.07.2006 / PERŞEMBE
-15:00- ÇORUM
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.