- 969 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
MARAŞ MARAŞ DERLER
19-26 Aralık 1978 Maraş Katliamı anısına...
MARAŞ MARAŞ DERLER
Taksici Hüseyin bir yandan yanındaki Seyfullah’ın oğlu Samet’e heyecanlı heyecanlı sorular sorarken bir yandan da şehrin ara sokaklarında hızla araba kullanıyordu.
“Abi yavaş. Hüseyin abi kurban olam öldürecen bizi. Aha geldik işte.” Dedi samet.
“Nerdeler şimdi, Ziya gilde mi?”
“He abi Ziya gilde. Aha bu sokağın sonu işte. Geldik bak.”
Zonk diye sert bir frenle durdurdu arabayı. Ziya gile yöneldi. Az önce Samet getirmişti haberi kendisine. Bir kaç kendini bilmez genç toplanmışlar alevi mahallesine ve alevi iş yerlerine saldırmak için plan yapıyorlarmış. Bunların içinde Samet’in abisi Ekrem de varmış. Ekrem ki Hüseyin’in asker arkadaşı çocukluk arkadaşıydı. Otuz yıldır bu mahallede birlikte yaşıyorlardı. Babası Seyfullah oğlu Ekrem’e söz geçiremeyince “Bu işi durdursa durdursa Hüseyin durdurur” diyerek lise son sınıfa giden oğlu Samet’i göndermiş Hüseyin’in yanına.
Taksici Hüseyin daha askere gitmeden babasının minibüsünde şoförlük yapıp şehir merkezinden köylere kasabalara yolcu taşıyordu. Yıllardır da bu işi yapıyordu. Babasının ölümünden sonra da minibüsü satıp taksicilik yapmaya başladı. Babasının ölümü de çok acıklı olmuştu. Şehrin biraz dışında minibüsünün yanında yere diz çökmüş, arkadan bıçaklanmış bir halde bulunmuştu. Bulunduğunda henüz ölmemişti. Eğer bıçak paslı olmasaymış yaşama şansı da olabilirmiş. Şimdiyse Hüseyin köylere kasabalara yolcu taşıyordu. Maraş’ta kasaba ve köylerinde onu tanımayan yoktu. Babasına benzetirlerdi en çok. Ama Hüseyin babasından daha uzun, daha yapılıydı. Çok yakışıklı birçok kızın gönlünü fethetmişti de o, Pazarcık’tan bir toprak ağasının kızına vurulup evlenmişti. Üzerinde ki bu paltosunu çok seviyordu, çok da yakışıyordu uzun boyuna ve de hiç eksik etmediği uzun beyaz atkısı da boynundaydı yine. Yazı hiç sevmezdi bu yüzden de bir an önce güz gelsin havalar soğusun da paltosunu giyip atkısını boynundan sallandırsın diye beklerdi. Yazın bu paltosunu giyemediği için de çoğunlukla Maraş’ın sıcağına aldırmadan siyah ceketini giyer ve beyaz ince ipekten yapılmış bir şal atardı boynuna. Zaten genç kızlar da onun bu haline, topuklu siyah ayakakbılarıyla afili yürüyüşüne bayılırlardı. Çoğu delikanlılığa ilk adımını atmış erkek çocuklar, yürüyüşleriyle, giyinişleriyle Hüseyin’i taklit ederdi. Taksisiyle yıllarca uzak yakın demeden, gece gündüz demeden, parası var mı yok mu düşünmeden kim çağırdıysa onun yardımına koştu. Uzun yıllar köyden şehire okula gelen lise öğrencilerini taşıdı birçoğundan yoksul oldukları için para bile almadı.
Kendisi alevi biriydi ama ne aleviler ne de sünniler onun alevi veya sünni olduğunu asla düşünmezlerdi. Herkes seviyordu Hüseyin’i. En iyi arkadaşlarından sünni olan da vardı alevi olan da. Sünni köylerinde sünni evlerinde günlerce misafir kalırdı da yine de insanlar az kaldın diye sitem ederlerdi. Çoğu sünni tanıdıklarıyla kirve deyip çok daha samimi çok daha dostane bir ilişki kurmuştu. Onun sayesinde bir çok insanın aklına alevilik sünnlik kavramı gelmiyordu bile.
En çok da insanların dar zamanlarında hızır gibi yetişen biri olarak tanınıyordu. Birisinin çocuğu mu hastalandı, karısı mı, kocası mı hastalandı hemen Hüseyin arabasıyla hazırdır, onları alır hastane hastane gezdirir, işleri bitinceye kadar da bekler yeniden evine bırakır. Fakir olandan da para falan almazdı. Köyden gelen birisinin devlet dairelerinde işi mi var, Hüseyin hallederdi. Şehirde okuyan ama parası olmayan öğrenciler mi var, Hüseyin ceplerine az da olsa harçlık koyardı. Tanıyanlar bilenler her hangi bir işe Hüseyin’e sormadan başlamazlardı. Hüseyin, düğünlerin, cemiyetlerin, iyi günün, kötü günün adamıydı. Bütün Maraş ve birçok köyü, kasabası Hüseyin’i severdi de onun alevi veya sünni olduğu kimsenin aklına gelmezdi. O herkesin Hüseyin abisiydi.
Bir kaç gündür şehirde insanlarda bir tuhaflık vardı ama işin bu hale geleceğini hiç düşünememişti. Yıllardır alevi sünni demeden kardeş kardeş yaşayan bu halkın arasına kim nasıl nifak tohumları ektiyse, birden bire acayip kılıklı gençler türemeye başladı ortalıkta. Son zamanlarda giysileriyle, tıraşlarıyla, sakalları bıyıklarıyla sanki bir şekilciliğe girmişlerdi. Çok sevdiği, kardeşi bildiği, otuz yıldır birlikte büyüdüğü arkadaşı Ekrem’in de bu işin içinde olabileceğini aklı almıyordu. Ekerem ki, çocukluk arkadaşıydı, Ekrem ki kan kardeşiydi, Ekrem ki asker arkadaşıydı, Ekerem ki kivresiydi Hüseyin’in. Ne olmuştu ne değişmişti? Kim onu bu hale getirmişti?
“Baban da evde mi Samet?” dedi eve yönelirken.
“Yok, Hüseyin abi. Babam, annemi de alıp dayım gile gitti“ dedi.
“Ekrem!” diye kükreyip kapıyı tekmeyle açtı.
Ekrem içeride yedi sekiz kişiyle oturuyordu. Hüseyin’in kapıyı tekmeleyip içeri girmesiyle yerinden fırlayıp Hüseyin’in koluna girerek onu dışarı doğru götürdü.
“Gel Hüseyin gel, gel konuşalım. Kardeşim bak ayıp oluyor, misafirlerim var içeride, arkadaşlarım var, onların yanında böyle davranman doğru mu sence? Gel adam gibi çal kapıyı, buyur içeri. Başımın üstünde yerin var ne diyeceksen de.”
“Bırak başının üstünü altını Ekrem. Kim bu misafirlerin? Kim bu tipler? Çoğunu tanımıyorum onların. Nerden çıktı bu arkadaşların? Madem senin böyle arkadaşların vardı ben neden bilmiyorum? Biz seninle kan kardeşi değil miyiz? Biz seninle kirve değil miyiz?”
“Hüseyin, uzatma işte, arkadaşlarım onlar. Hem ben de yeni tanıştım.”
“Eee, ne oluyor burada? Duyduklarım doğru mu?”
“Ne duydun Hüseyin? Bir şey olsa ben sana haber vermez miyim?”
“Yazıklar olsun sana Ekrem, yazıklar olsun! Hala inkâr ediyorsun. Nedir bu alevilere ve alevi işyerlerine saldırma düşünceleri? Kim sokuyor bunları kafanıza? Haydi, o tanımadıklarımı boş ver de sana ne oluyor Ekrem? Sen nasıl böyle bir rezilliğin içinde yer alırsın? Sen benim kirvem değil misin Ekrem? Sen benim kan kardeşim değil misin Ekrem? Benim alevi olduğumu bilmiyor musun Ekrem? Ne demek alevilere saldırmak? Sen nasıl böyle düşünebilirsin Ekrem?”
“Hüseyin, kardeşim” diyerek Hüseyin’in omuzuna kolunu atmak isterken, Hüseyin engel oldu buna. “Bak kardeşim” dedi yeniden.” Bizim haşa kesinlikle alevi kardeşlerimizle bir işimiz olamaz. Onlar da bizim gibi bu ülkenin, bu bayrağın insanları. Dinimiz bir kitabımız bir.”
“Eee? Madem öyle bu ne iş peki? Kim bu insanlar Ekrem?”
“O arkadaşlar ocaktan Hüseyin. Bazıları da dışardan gelip burada okuyan gençler. Sen bir de onları dinlesen Hüseyin. Bizim işimiz alevilerle değil. Biz Allahsızlara karşı, ateistlere karşı, komünistlere karşı mücadele vermek istiyoruz.”
“Kimmiş o Allahsızlar, ateistler? Buna kim karar veriyor?”
“Etrafta bir sürü var Hüseyin.”
Evin kapısı açıldı. İçeriden birisi:
“Ekrem gardaş, haydi artık. Bekliyoruz” dedi.
“Bana bak Ekrem! Sakın, sakın yanlış bir iş yapma! Sakın başkalarının gazına gelme. Allahsız da olsa, ateistte olsa bunun mücadelesini bırak da devlet versin, başkaları versin, siz kimsiniz de kendinize bunu görev yapıyorsunuz?”
“Tamam, Hüseyin tamam. Bir şey olmayacak korkma sen” diyerek Hüseyin’i bir an önce başından savmak istedi.
“Bak, Ekrem. İçerdeki serseriler var ya, dua et ki senin misafirlerin, senin misafirlerin olmasalar, senin evinde olmasalar topunu alır götürür şehir dışında Ceyhan Köprüsü’nün altına atar gelirim vallahi. Söyle onlara da rahat dursunlar. Huzurumuzu, rahatımızı bozmasınlar. İnsanlar arasına nifaklar sokmasınlar.”
“Tamam, Hüseyin tamam! Meraklanma sen. Korktuğun şey olmayacak. Onlar sadece arkadaşlarım. Gel istersen içeriye. Tanış onlarla, bir dinle kendilerini. Belki sen de onların yanında yer alırsın” dedi yeniden.
“Ben mi onların ayağına gideyim. Ben mi onların içlerine gideyim? Onları dinleyeyim öyle mi? Ekrem sen kafayı mı yedin? Ben onları bilmez miyim? Onların zikirlerini de fikirlerini de iyi bilirim. Ne işim olur benim onlarla? Senin de olmasın kardeşim, senin de olmasın!” dedi, köpürerek.
“Tamam, Hüseyin, tamam. Sen bildiğin gibi düşün. Haydi, sakin ol!” diyerek onu yatıştırmaya çalıştı. Ekrem.
Hüseyin arabasına doğru giderken, kendisine haber veren Ekrem’in kardeşi Samet’e gizlice:
“Samet, canım. Ben sabaha kadar taksi durağında nöbetteyim. Bir şey duyar bir şey öğrenirsen hemen bana haber ver tamam mı? sen de uyuma, gözünü, kulağını dört aç. Tamam mı?”
“Tamam, Hüseyin abi” dedi Samet.
Hiç öyle bir durum yokken isteyerek gidip taksi durağında bekledi. Taksici arkadaşlarıyla sohbet etti. Ama o konuda kimseye bir şey deyip de tedirgin etmek istemedi.
Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Samet nefes nefese kalmış bir halde taksi durağının kulübesinin kapısını açtı. İçerde bekleşenler çay içerek sohbet ediyordu.
“Hüseyin abi, biraz gelir misin?” dedi heyecanla.
Hüseyin hemen dışarı çıktı. Heyecanla ve merakla Samet’i kulübenin yan tarafına çekip sordu:
“Ne oldu Samet? Ne konuştular? Nerdeler şimdi?”
“Abi, Hüseyin abi”
“Söyle haydi koçum. Kötü bir şey mi yaptılar yoksa?”
“Bilmiyorum ama biraz önce yanlarına üç dört kutu boya alıp Yörük Selim mahallesine gittiler. Ordaki bazı evlere işaret koyacaklarını konuşurlarken duydum.”
“Çıktılar yani değil mi? Yörük Selim’e öyle mi?”
“Evet, Hüseyin abi.”
“Anlaşıldı koçum. Sen şimdi eve git. Uyumana bak. Evdekiler seni de merak etmesinler. Çok sağol kirvem benim.”
“Hüseyin abi, kalayım istersen.”
“Hayır, hayır! Kalmana gerek yok. Çok sağol.”
“Abi bunlar kimin evini neden işaretleyecekler ki?”
“Samet, koçum. Sen bari bulaşma bu pisliklere. Ne bil, ne de ilgilen.”
“Tamam, Hüseyin abi” diyerek evine gitmek üzere karanlığın içine dalıp gitti.
Hüseyin, kulübeye gidip oturanlara:
“Arkadaşlar benim bir tanıdığın evine uğramam gerekiyor” diyerek arabasına binip Yörük Selim mahallesine doğru sürdü. Ama mahallede nerdeyse yarım saat boyunca tur attı, girmediği sokak kalmadığı halde kimselere rastlamadı. Tam vaz geçip eve dönecekken, son bir tur daha atayım diyerek yeniden mahalleyi turladı. Yine kimselere rastlamayınca eve gitmek üzere Yörük Selim mahallesinden ayrıldı.
Eve geldiğinde nerdeyse sabah oluyordu. Beş yaşındaki oğlu da gelip yataklarına girmişti babasının yokluğunda. Üç çocuğu vardı Hüseyin’in. İki kızı ve bir oğlu. Oğlunu sessizce karısına doğru itip kendisi için yer açtı. Çok yorgundu. Uzanır uzanmaz hemen derin bir uykuya geçti.
Ertesi gün vakit öğleni geçmişken, karısı aceleyle ve heyecanla, ağlamaklı bir sesle uyumakta olan kocası Hüseyin’i sarsarak uyandırdı. Karısını o halde görünce çocuklardan birine bir şey oldu diye çok korktu Hüseyin. Heyecanla fırladı yatağından.
“Ne oldu?” dedi.
“Çok kötü şeyler oluyor Hüseyin. Şimdi çocuklar haber getirdiler. Şehirde olaylar çıkmış. Çatışmalar varmış. Ülkücülerin sinemasına mı ne bomba atmışlar, ülkücüler de alevileri saldırıyorlarmış.” Bunu söylerken de kocasının ne yapacağını bildiği için onun koluna sıkıca sarılmıştı.
Hüseyin deli gibi fırladı yatağından. Karısının “Dur! Gitme!” yakarışlarını duymadı bile. Arabasını çalıştırıp doğru şehir merkezine gitti. Merkeze giden ana caddede önünden giden ve bağırarak yürüyen bir insan kalabalığını gördü. İyice yaklaştı onlara. Arkalarındaydı. Yürüyenlerin her birinin elinde çeşitli silahlar vardı. Kiminde tüfek, kiminde tabanca, kiminde demir çubuk kiminde de ağaçtan sopalar vardı. Hep bir ağızdan: “Komünistler Moskova’ya! Dinsizlere, kâfirlere Maraş’ta yer yok! Camilerimize el atanların elleri kırılacak!” diyerek bağırarak yürüyorlardı. Arabayla önlerine geçmek istedi ama bu mümkün değildi. Bir süre peşlerinden giderken birçok evin ve iş yerinin kapısının kırmızı boya ile işaretlendiğini gördü. Ara sokaktan sağa sapıp bir başka caddeye girdi, arabayı hızla sürerek yürüyenlerin önüne geçip durdu. Arabadan inip karşılarına dikildi. Yürüyenlerin birçoğu Hüseyin’i tanıyordu. Bir kaç tanesi ileri çıkıp Hüseyin’in karısına geldiler:
“Sen canına mı susadın Hüseyin? Seninle bir alıp veremediğimiz yok. Hepimiz seni tanıyoruz. Sen çekil önümüzden.”
“Ne yapmak istiyorsunuz? Ne oldu da böyle ayaklandınız? Kimin yalanına, iftirasına inanıp da bu işe kalkıştınız? Bizler yüz yıldır birlikte dostça yaşıyoruz da şimdi mi kötü olduk?”
“Onu sinemaya, camiye bomba atanlara soracaksın?” dedi birisi.
“Allahın evine bomba atılır mı Hüseyin?” dedi bir başkası.
“Kim atmış bombayı. Atan kimmiş. Atanı kim görmüş? Hem ne camisi? Camiye mi bomba atılmış? Yakalanmış mı?”
“Bombayı atan orada durur mu Hüseyin abi. Tabi ki kaçıp gitmiş.”
O sırada kalabalığın ön sıralarında Ekeremi de gördü Hüseyin. Mehmet Fındıkçı denen ülkücülerin başındaki adamla yan yana duruyordu. Göz göze gelince Ekrem saklanmak için fındıkçının arkasına geçti.
“Ekrem! Mehmet!” diye haykırdı. “Gelin buraya. Ekrem, Mehmet, biz kardeş değil miyiz? Biz kirve değil miyiz? Hani biz kan kardeşiydik? Çocukluğumuz birlikte geçmedi mi bu şehirde. Ekmeğimizi bile bölüşmedik mi şimdiye kadar? Şimdi ne oldu da böyle düşman gibi görülüyoruz? Siz inanıyor musunuz bizden birileri gitsin de camiye bomba atsın? Yüz yıldır kimse bir şey dememiş de, camiye de camiye gidene de hoşgörüyle bakmış da şimdi mi ayrı düşündü? Mehmet, gelin arkadaşlarınıza da ön ayak olun vaz geçin bu hareketlerden. Gelin yine şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da barış içinde yaşayalım.”
Kalabalık bir anda hareketlenip öndekileri de dinlemeyip yürüyüşe geçtiler.
“Başkanım neden dinliyorsunuz ki bunu?” diyerek, Hüseyin’i orta yerde bırakıp merkeze doğru yürümeye devam ettiler.
Hüseyin, yeniden arabasına atlayıp bu kez hızla Yörük Selim mahallesine doğru sürdü. Hiç olmasa bir önlem almalıydılar. Mahallenin en işlek caddesine girdiğinde orada da bir sürü mahalleli gencin, yaşlının kadının toplandığını gördü. Ağlayan kadınlar vardı. Devrimci Cemal diye bilinen birini çağırdı yanına. Ondan ne olup bittiğini sordu.
“Bugün” dedi Devrimci Cemal, “ ülkücüler topluca sinemada bir filim izlerken sinemaya birileri bomba atmış, panik yani, kimseye bir şey olmamış, tamamen provakativ bir eylem. Sonra da sinemadan çıkıp topluca halkı galeyana getirmek için de cami yalanını uydurmuşlar, “Komünistler camiye bomba attı” diyerek yürüyüşe geçip alevi mahallesindeki evlere saldırmak istemişler.”
“Peki, kötü bir şey oldu mu?”
“Valla biz hazırlıksız yakalandık ama yine de faşistleri geri püskürtmek için elimizden geleni yapacağız. Polis çağırıyoruz gelmiyorlar. Janadarmaya haber veriyoruz geleceğiz diyorlar gelen giden yok. Valiye ulaşamıyoruz. Avukat arkadaşlaımız iç işleri Bakanlığına ulaşıldığını söylüyor ama onlardan da henüz bir haber yok. Kimse şu anda nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya oluğumuza inanmıyor. Biliyoruz ki faşistler saldıracaklardır. Üstelik ilk başlarda sayıları azdı. Halkı galeyana getirdiler ve şimdi sayıları daha da çoğalmış diyorlar. Adamlar izinsiz yürüyüş yapıyor, bağırıp çağırıyorlar, etrafa zarar veriyorlar ama onları durudran ne polis var ne de jandarama.”
“Evet, biraz önce Namık Kemal mahalesinde toplanmış, merkeze doğru yürüyorlardı.”
“Mutlaka mahallelere saldıracaklardır. Kesin buraya gelirler” dedi devrimci Cemal.
“Yok, sanmam” dedi Hüseyin. “Ama her türlü şeye de hazır olmak gerekir. Yine de bunların oyununa gelmemek lazım. Ben gördüm işte, içlerinde hiç tanımadığım, ilk defa gördüğüm acayip kılıkta, acayip tipte inasanlar var. Asıl ortalığı karıştıranlar onlar” dedi.
Saldırgan canilerin o günkü yürüyüşleri merkezde son bulmuştu. Kimsenin müdahalesi olmadan, bağırıp çağırıp sloganlar attıktan sonra dğılmış her biri bir yana gitmişti. İki gün sonra ortam iyice gergindi. Bir gün önce alevilerin işlettiği bir kahve taranmış, yaralananlar olmuştu. Aynı gün sokak ortasında iki Töb-Der’li öğretmen vurulmuştu. Hüseyin, arkadaşları, tüm mahallelerden yüzlerce belki bin iki bim kişi bu iki öğretmenin cenaze törenindelerdi. Ulu Cami’ye gelindiğinde birden nereden çıktıkları belli olmayan elli altmış kişi kadar bir gurup insan “Komünistlerin ve alevilerin cenaze namazı kılınmaz, Komünistlere ölüm, diyerek cenazedekilere saldırdı. Polis dakikalar sonra geldiğinde ortada üç ölü daha vardı. Faşistler yanlarında getirdikleri silahlarla ateş ederek üç kişiyi daha katletmişlerdi.
Hüseyin ve arkadaşları iki gün içinde beş insanı öldüren bu canilerin artık durulacaklarını düşünüp o geceyi evlerinde geçirdiler. En azından bu beş kişinin ölümünden sonra devletin olaya mutlaka el koyacağına inanıyorlardı. Ama kimse parmağını bile oynatmıyordu. O gece saldırgan gurup yine boş durmamış, özellikle Yörük Selim mahallesindeki alevilerin evlerinin kapılarına veya duvarlarına boya ile çarpı işareti koymuşlardı. Şehirdeki alevilerin işlettikleri dükkân ve iş yerlerine de bu işaretlerdem koymuşlardı.
O sabah özellikle Yörük Selim Mahallesinde tam bir katliama başlamışlardı caniler gurubu. Ellerinde balta, bıçak, sopa, tüfek ve tabancalarla önceden işaretlenmiş ve birçoğu daha uyuyorken veya kahvaltı sofrasındayken evlere baskın yapıp içeridekileri dışarıya çıkarıp, kimilerini bıçakla kimilerini baltayla kimilerini tabancayla vurarak öldürüyorlardı. Mahalle halkı kendini savunmaya fırsat bile bulamamıştı. Feryatlar figanlar şehir merkezinden bile duyuluyordu. Sabah erkenden devlet görevlilerinin gözünün önünde faşistler kamyonları mahallenin yanına yanaştırıp saldırgan guruba silahlar dağıtmıştı. Elinde silah ve bir bayrak bulunan bir başka mahallenin muhtarı, “Komünistleri öldürmek sevaptır, komünistin büyüğü küçüğü olmaz, hepsini öldürün, Allah için öldürün!” diyerek çıldırmış gibi bağırıyordu. Tam bir katliamdı yaşanan. Kimi insanların gözünü oymuşlardı, kiminin karnını deşmişlerdi. Bir hamile kadının karnını yarıp içindeki bebeği bile öldürmüşlerdi. Yörük Selim Mahallesi cesetlerle dolmuştu.
Kendisini ve ailesini bu vahşetten korumak için bir baba üç çocuğu ve karısıyla sünni komşularının evine sığınmak istedi de otuz yıllık komşusu onlara kapılarını açmak istemeyince, adam yanında getirdiği bıçakla sünni komşusunu kendi bahçesinin içinde delik deşik etti. Sonra da ailece kaçıp bir başka sünni komşusunun evinin kömürlüğüne saklandılar.
O günün sonunda geride tam Yüz ölü kalmıştı. İki yüzden fazla ev tahrip edilmişti. Yetmiş kadar iş yeri de tamamen yakılmıştı. Bütün olaylar bitip ortalık durulduktan sonra askerler ve polisler ortaya çıkmaya başlamıştı.
Hüseyin’in arabası Yörük Selim mahallesine giden Kazım Karabekir caddesinin üzerinde terkedilmiş şekilde duruyordu. Karısı ve yanındaki gençler iki gündür Hüseyin’i sormak için çalmadık kapı bırakmadılar. Herkes olaylar sırasında onu gördüğünü söylüyordu. Bir çoğu Hüseyin’in kendilerini nasıl koruyup kurtardığını anlatıyordu ama sonrasını kimse bilmiyordu.
Öğleden sonra aldıkları bir haberle Merkeze yakın bir köy olan Kocalar köyüne doğru gittiler. Hüseyin’in cesedi köy yolunun bir yerinde tarla içindeydi. Karısı Hüseyin’in cesedini görür görmez daha iki adım atamadan yığılıp kaldı oracıkta. Bayılan karısını ve çocuklarını oradan uzaklaştırdılar. Daha sonra cenaze yıkanırken ve defnedilirken bile yakınlarından kimselere gösterilmemişti. Hüseyin’in cesedi korkunç haldeydi çünkü. Tüm o işkenceler yetmemiş bir de boğazını kesmişlerdi bıçakla. Kafası kopmuş gibi duruyordu. Onu, kimlerin öldürdüğünü kimseler görmemişti. Özellikle Kocalar köyü yakınına getirip atmaları da akıl karıştırmaktan başka bir şey değildi. Çünkü bu köyün tamamı aleviydi ve Hüseyin’i tapar gibi seviyorlardı. Hüseyin katliamın Yüz On Birinci ölüsüydü. Siyah paltosu, uzun, güçlü, iri yarı vücuduyla yine öyle yaşarken ki heybetiyle, uzanmıştı oraya. Sadece beyaz yün atkısı kanlar içinde kıpkırmızı olmuştu.
Kocalar köyü az yukarıda görünüyordu. Bir duvarın dibinde oturmuş ağıt yakan bir kadının sesi Hüseyin’in cesedinin bulunduğu yere kadar geliyordu.
“Maraş Maraş derler bu nasıl Maraş
Al kanlar içinde can veren kardaş”...
YORUMLAR
Okudum, hem de çok üzülerek okudum.
Böyle bir faciadan da hiç haberim yoktu.
İlk başta düşündüm ki 'ben neden Türkiy'ye geldim ki?'
sonra ' ben neden bu dünyaya geldim ki ?' didim kendi kendime.
Üstat, kalemine ve yüreğine sağlık.
Hüseyin Akdemir
Benium öyküme gelince: Bu topraklar üzerinde yasanmis ve hala da yasanmakta olan yüzlerce yüzkarasi olaylardan biri iste...
Arsizligimizdan duramiyoruz iste. Dilimiz dursa da elimiz durmuyor, elimiz dursa da parmaklarimiz durmuyor, parmaklarimiz dursa da kalemimiz durmuyor.
Bir kalp tasiyoruz ya sol yanimizda. Insaniz ya!
Oysa ne eglencelä ne ilgi cekici seyler yazilirdi simdi izdivac programlariyla ilgili bir seyler karalasaydim.
Saygi ve sevgilerimle Mohammad Bey...