- 1013 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Solmuş Güller
Issız bir sokakta, herkes uyurken ‘sabah’ maddesel bir varlık kazanır adeta, dokunmaya başlar tenine usul usul. Sadece o değil; kaldırımdaki ağaçlar, evler, kuş cıvıltıları da katılır bu şefkat ayinine. Her şey sıcacık bir kucak gibi sarıp sarmalar seni, üstelik hava koşullarından tamamen bağımsız bir kucaklayıştır bu. İster eksi 4 derece olsun, yarattığı sıcaklık zerre eksilmez.
Ben de o sabah bu yüzden çıktım kapıdan. Tek lokma geçmemişti boğazımdan henüz… Yüzümü bile yıkamamış, yeni günü karşılamak için yapılan tüm seremonilere sırt çevirip öylece atmıştım kendimi sabaha. Günlerden Pazar olması kapıdan çıkarken niyet etiğim şeyi somut bir hale getirebilmemi olanaklı kıldığından, hiç acele etmiyordum merdivenlerden inerken. İnsanlar tüm kurtlarını dökmüş, sabaha karşı içleri posalarından kurtulmuş, tam bir boşluk duygusuyla atarlarken kendilerini yataklarına; benim bu sabah yapmayı planladığım şeye hizmet ettiklerini bilmiyorlardı tabii. Ama yine de minnet duygumda en küçük bir azalma yaratmıyordu bu durum. Sokakları bana bıraktıkları için öyle mutluydum ki!
Birileri de olacaktı tabii ben yürürken kaldırımlarda. Köpeğini gezdiren bir genç kız geçecekti önümden belki. Yürüyüşe çıkmış orta yaşlı, balıketli bir kadın belirecekti sonra belki, o erken saatlerin rüyamsı havası içinde. Bir sırrı paylaşır gibi gülümseyecektik birbirimize. Olmaması gereken bir şeyleri ima eden derin bir hoşgörü sarıp sarmalayacaktı o gülüşü… O an uyumakta olan, geceden kalma erkekler ve kadınlar olacaktı bir yerinde.
“Kızarmış ekmek ve reçel olmalı sofrada oysa” diye geçirecektik içimizden. “Bir kadın olmalı başında, duman duman akıtmalı çayı bardaklara, ısıtan sesler çıkarmasına izin vererek o şefkatli sıvının. ‘Anne’ diyen bir çocuk da olmalı masada… Cuk diye oturan bir elbise gibi geçmeli üzerine kadının bu sözcük… En küçük bir sığmayış, bir dikiş atma olmadan salınıp durmalı ortada kadın. Çocuksa annesine giydirdiği bu şık elbiseye hayranlıktan ağzı iki karış açık bakarken, kendi çocuk elbisesi de bolluklarından sıyrılmalı yavaş yavaş… Ta ki üzerine daha bir oturup onu tam bir çocuk yapana kadar…”
Çocukluğu bol gelen giysi misali üzerinden dökülen ne kadar çok çocuk var kim bilir şimdi bu şehirde?.. Ya da anneliği dikiş yerleri patladı patlayacak daracık giysilere benzeyen anne..? Pazar sabahlarını ıssız sokaklarla dolduran ne kadar çok geceden kalma gölgemsi insan..?
Sucuklu yumurta bulunan kahvaltı sofralarıyla Cumartesi geceleri sokakları, barları ağzına kadar dolduran kalabalıklar arasında garip bir bağlantı var. Geceyle gündüz gibi bir karşıtlık, madalyonun iki yüzü olma hali… Sabahın bu saati perdeleri sıkı sıkı kapalı o evlere güneş geç de doğsa, eninde sonunda bir kahvaltı yapılacak mutlaka. Eğer küçük bir çocuk varsa evde nasıl gidiyor akış, mesela çocuklar da anne babalarına ayak uydurup daha mı geç uyanıyor, ya da uyansalar bile yeni bir günün başladığını bildiren sesleri duyamayınca uyanmak için çok erken olduğunu düşünüp yeniden mi kapıyorlar gözlerini, hiçbir fikrim yok. Annesi babası geceden kalma bir çocuk hiç sucuklu yumurta yemiş midir hayatı boyunca kahvaltısında?
Canım da nasıl sucuk çekti! Annemin genç kızlığındaki eğlence anlayışına borçluyum bu durumu. O zamanlarda genç kızlar geceleri hanım hanım evlerinde oturur, çaylarını yudumlarlarmış aileleriyle birlikte televizyon izlerken. Bir kızın değil gece yarısı bir barda alkol tüketmesi; arkadaşına gitmek için bile sokakta olması dudak uçuklatacak bir yaklaşım tarzının tezahürü olarak değerlendirilirmiş. “Ortalıkta o kadar serseri, ayyaş, sapık varken bir genç kızın o saatte dışarıda ne işi var” demek IŞİD tarzı bir barbarlığı çağrıştırmazmış o zamanın anlayışınca.
Yani gece yarısı bir genç kızın, hele alkollü bir kafayla dışarıda bulunmasını medeni bir dünyada yaşıyor olmanın bir dışavurumu olarak görüp son derece doğal karşılayan şimdiki anlayıştan epey bir farklıymış annemin zamanındaki. Gerçi o zamanla şimdiki arasında değişmeyen, hep baki kalan şeyler de yok değil… Mesela sapıklar, ayyaşlar, serseriler yine var olmaya devam ediyorlar, medeniyetin ulaştığından çok farlı bir düzeyde, üstelik burnumuzun dibinde. Değişen şeyse, onlara bakışımızdaki büyük farklılık… Daha doğrusu körlük… Onlar yokmuş gibi davranıyoruz, eski zamandan tek farkı bu… Çünkü körleşmezsek öylelerine, domino taşları misali ardı sıra devrilecek inandığımız tüm şeyler, hem de büyük bir şangırtıyla. Kızlar o saatlerde çıkamaz olacaklar dışarı, bunun sonucunda da erkekler kafa dağıtmak için kendilerini dar attıkları en büyük kaçış noktaları barlarda kafalarının uyuştuğu, ilim irfan görmüş o kızlarla tokuşturamayacaklar kadehlerini. O kafası çalışan, doğru dürüst iki kelam edebildikleri güzelim kızların yerini cahil mi cahil, iki lafı bir araya getirmekte zorlanan pavyon gülleri alacak, barların yerini de pavyon denen o çukurlar…
Dinledikleri müzikten tut, ortamın havası bile normalde yakınından bile geçmeye tahammül edemeyecekleri bir kenar mahallenin kırık dökük kaldırımlarını getirecek oraya. Çıkmak isteyecekler oradan hemen, “biraz nefes” diyecekler, “gökyüzü”… Kısa kesecekler sohbeti bu yüzden… Barlardaki kültürlü kızlarla olduğu gibi uzatmaları gerekmeyecek konuşmayı; biraz daha rahatlasın diye kız, ahlakmış, aşkmış, geleceğin annesi olmakmış koca bir sis perdesinin ardına saklamak için… Buradaki kızlar oradaki kızlar gibi takmayacaklar böyle şeyleri çünkü. Takmamaları için zaman geçmesi, o süreç içinde alkol denen o iksirle ehlileşip gevşemeleri gerekmeyecek. Bir pavyon gülüyle, modern dünyanın doğal bir gereği olarak geceleri bara giden bir genç kız arasındaki ahlaki uçurumun kapanması için gereken o saatlerin geçmesine hiç gerek duymadan uzatacaklar ellerini o boynu bükük, solmuş güllere.