- 1284 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
TEK YAPTIĞIMIZ SEVMEKSE, ÖLEBİLİRİZ...
Mağlup geldiğim ama ne hikmetse koşullandığım yine de geriye saramadığım var oluşumun hezimet yüklü dipsizliğinde, ahkâm kesen imge sağanağında köreldiğim ve çömdüğüm o harabede konuşlandığım ufacık bir ağaç kovuğu. Olur da sızar tortusu yalnızlığın, olur da heder olurum hepten, olur da olmazın oluruna denk gelip savrulurum hicap yüklü bir şarkıda: Bir oradan bir buraya sürüklendiğim notalarını çaldığım ve aşırdığım tek güdümlü mecra iken kaybolmaktan haz ettiğim.
Kaybolup yeniden bulmak umuduyla, gölgelenmek ve ışıldamak aniden: Kâh bir ışıldak kâh sığıntı bir aydınlığın yalıttığı ruhumdaki o kayıp ve sefil tını: Adlandıramadığım nice kaygı belki de, ölüme dair ya da aşkın aşikâr hüznü çöreklenmişken satır arası mağlubiyetlerimde, ansızın vuku bulan bir edimde sakladığım o pervasızlığım, nüktedan bir ikilem iken nazarında anlam bulduğum yine de adlandıramadığım…
Devrik hatta yitik bir o kadar savruk.
Dağınığım hem de ezelden.
Suskunum da, doğduğum gün kesilmiş hesabım.
Ve savruk tüm yetilerim.
Kıbleye dönük gözlerim ve yanarken için için, demlendiğim gölgelerde esefle kınıyorum adım başı rast geldiğim kim varsa belki de kınanmanın getirdiği o tutarsız tecellisi iken kesilen ahkâmların, pür dikkat gözlüyorum yolunu her ne getireceğini bilmeden yarın diye addettiğim umuda dönük iken hayatın sunumu ve bilmek belki de belirsizliğin dökümündeki o iç ses, avaz avaz bağırırken ve her nasılsa susturamadığım…
İkbalim mademki gün dönümü, nedir geçmişin sırtıma bindirdiği bu yük…
Dünüm mademki bağımsız kalan yarımdan, kaybolmuşluğum mudur bunca telaşın indinde…
Dağınık saçlarımı tel tel koparıyorum, her beyazda gölgeli bir milat bellediğim yaş yüklü yaslarıma hürmeten, yaşamaktan imtina ettiğim anlık sevinçlerimi, her kim çaldıysa.
Doya doya ölmek belli ki o muzaffer edanın yüzüme çarptığı acımasız tokat.
Yeniden doğmaya doyamazken her ölüm sonrası, korunaklı dünyamın kapısına atılan bir tekme kadar acımasız, tüm o çarptırılmış gerçekler.
Düne hürmeten ve aşkın teyakkuzunda, sınır ihlali yapan o devingen mizaçların körelttiği ömrümü, çalıntı bir nazireye yüklemişken, yüksünmeden çentik atıyorum her yeni günü geride bırakmanın getirdiği kıvanç bir o kadar esefle kınarken.
Her şeyin çok ötesinde, biriken ve her katresi amansızca yüreği boğan, emsalsiz bir yorgunluğun o ceberut öfkesine sığdırdığım belki de sığındığım yorgunluğun dip yakasında yoğruldukça, sıkıntıları bile fersah fersah aşan bir yorgunluk… Sevmek gibi ve sevginin tezahürüne yüklenen hicranın safça yalıtıldığı; kâh başkalarının heyecanlarını sırtlayıp kâh özgürlüğe duyduğumuz hasretin amansızlığında karşılık bulamadığımız…
Hissetmek… Her anlamda ve her koşulda…
Öyle ya da böyle, sadece yudumlamak ve doyamazken, karşılık dahi bulamazken, biraz da olsa sevmek zorunda olmak, mecali yitik bir ruhun boyunduruk addettiği karşılıksız sevinçlerin ve çalıntı bir aşkın mizacında, yansıyan o gölgeli fasıl: Ne zihinde ne de heyecan yüklediğimiz ansız haraç mezat yalnızlığı külfet dahi bilmeden, koşullandığımız o sancılı duygu yoğunluğu belki de nükseden çalıntı bir var oluş, şairin naklettiği söylemde saklı bir gizem adeta:’’Severek yoruyorduk…’’
En güzel yorgunluk mu yoksa bu duygu sağanağının yürekte bıraktığı çapak: Anlık bir yok oluşun, varlığa hükmeden fısıltısı kadar duyulmazken iken ayan beyan ki nükseden emsalsiz bir sağanak; ıslanmaktan asla hicap duymazken…
Hüzne dokunduğum yüzü ömrün ve gölgelerin o kaçınılmaz hicran yüklü bir o kadar kesif sessizliği ile donatılmışken varlığım.
Hüzün bastırdı bastıralı daha da düşkün oldum güz akşamlarına. Yitip giden günün arkasından verdiğim o selada saklı ölü sevinçlerim belli ki eksiltili bir yadsımazlıkla teğet geçiyorum tüm bilindik ve seçilmiş şıkları. İster koyultulmuş bir nizam de ister sefil bir çocuk. Belli ki büyümekten hiç mi hiç haz etmedim ne de olsa uzak kılındığım o çocukluğumun mirası yine senden yadigâr.
‘’Peki, kim kurtaracak beni var olmaktan? Ne ölümdür istediğim, ne de hayat…’’(Alıntı)
Arafta kaldığım su götürmez bir gerçek üstelik anonim bir dokunuşuna vakıf iken o bilinmez maliki şu muğlâk yaratı ile düşmüşken aklıma…
Dokunuşu sancılı alabildiğine, gölgeler mütemadiyen uzamakta ve kaçındığım sakıncalı duyguların her ne kadar uzağında dursam da kendimi alamadığım bir düşe takılıp kaldım.
Aklımın kancalarındaki o kurtçuklar hepten yetilerimi ele geçirdi. Varla yok arası iken kenetlendiğim o kınalı yapıncak, bir terennüme kurban giden yıllarımı dondurdum dünde. Dünü yarına taşıyan tüm pişmanlıklarım ile işte arz-ı endam ettim.
Gidip gelmelerde saklıyım ve boyunduruğundan kurtulamadığım devrik ve yükümlü sancıların, coştukça coşuyorum aşk çeşmesinde. Aşka âşık o imkânsız evrenin mağlup tınısında konuşlanmış hangi şarkı ise nakaratını çoktan çaldırdım. Çaldırdığım çocukluğumun görkemli huzuruna hapsettiğim anılarımı da mademki çıkardım gözden, kimse tutamaz beni.
Rahvan ve kayıtsız iken zaman ve bir tuzak ise mekân, varsın yok olayım bilinmezliğin manifestosu iken mağlup kılınan.
Muğlâk yaratıları evrenin hiç mi hiç akıl karı değil hele ki bağımlısı iken hayat denen iksirin.
Yine de sokulduğum ve sakındığım ne varsa alabildiğine ulaşmak nirvanaya tek tesellim.
Tecellisi tüm kazanılmışlığı payidar kılan ve tescilli birlikteliği aşk ve hüznün.
Kırık bir notayım ve alabildiğine kırılgan. Tut ki bir düşüm hele ki evrilmekte iken dönencenin gıyabında, hiç mi hiç gocunmuyorum yasıma eşlik eden düşkün yaşlardan ne de olsa yaş almayan bir evrimin ilk ve son kurbanıyım; hanidir saklı hanidir varlığına kani dahi olmayan metruk bir sayaç, zamanın devingen ruhuna eşlik etmek adına tekeri yitik, aşkı katık yapmış iken.
Mademki geç değil sevmek için, ölsem ne gam.
Ölüm iken ayracı şu devranın varsın sakıncalı bir söylemin boyutsuz tecellisinde yitip gideyim.
Yitip gitmelerde saklıyım, saklı bir düşün perde arkasında dokunaklı bir şarkı kadar sitemkâr ve isyankâr.
Haydi, çek git, demek kadar metazori bir sakınca ile boyutsuzluğumun mizacına yenik düştüğüm.
Günü kayıp bir döngünün en içler acısı tefekkürü yine yığılı en derinde ve tanımsızlığı haraç mezat, boyunduruğunda kaybolmuşluğumu kim bilir kaçıncı sancısı…
An’ı münafık, dünü kayıp, yarını yine saklı.
Sarmalı yitik bir zincirin peyda olmuş gönülsüz birlikteliği kadar payidar aşk ve özlem, bin bir sitem dilimde.
Gönle hudut koymak olsa keşke tüm marifet.
Keşke gömülü dünlerimi pençesiyle ifşa edip serse ayaklarımın altına o külyutmaz ve geçirgen bir o kadar kırılgan hörgücüm yığdığım o pestili çıkmış düşperest imgeler.
Kani olduğum mu görmekten imtina ettiğim mi…
Gerçeğin dibi mi, varsıl hidayetini evrenin asalet yüklü bir kimlikle ve yobaz düşleri ile inkâr ederken mi kader denen uzantısı o hutbelere sığdıramadığım ve sadece varlığına sığındığım İlahi Adalet kadar engin bir miracı yüklenmişken en derinden…
Gönlü hudut,
Yergisi bulut kadar yoğun ve akçıl,
Temsili bir mizacın o kayıp ekseninde devinen bir bilinmezlik iken mahal verdiğim ve kaybettiğim sevinçlerimi her nasılsa rehin vermeyi adet edinmiş kırık bir mihrap, soyutlandıkça müdahil olduğum ve gölgelendikçe rest çeken evrenin niyazına saklı iken kayıp kıtamın adsız yarınları.
Azığım dünden hazır ve rahmet yüklü imgelerin nazarında tahakkuk eden bir yaptırımmışçasına konuşlandığım en ücrası, yürek yangını alıp yürümüşken yine de uzağında o devrik hasret kadar pejmürde bir sığınak; alabildiğine sakil bir evrim, hayatın tozuna dumanına katan o pervasızlığı: Kâh revnak bir gökyüzü kâh kaygan bir zemin, istimlâk edilmiş olmanın verdiği o rehavete teğet geçmekse tüm suçum, edilgen ve sitemkâr bir nöbete eşlik eden içli iç sesim.
Hissederken hüzün duymam kadar kayıtsız bir yenilgi benimki, sağdıcım anılarım kaygıya dönüştükçe ve uzağında tık nefes o payidar kırıkların muhafazakâr dokusuna müdahil ettiğim, hörgücü muhalif bir edayla anbean konuşlandığım deviniminde pervasızlığımın sür-git sancısı kadar can yakan.
Huzur addedilen huzursuz ve savsakladığım çocuk düşlerim mi yoksa, her seferinde yoldan çıkaran…
Ben, bana ait değilken, kim kurtaracak beni yokluğa namzet bir edim kadar akla zarar o peyzajına çizdiğim düş öbeklerimi?
Gerçek ama sitemkâr ve bir o kadar imkânsız bir evrenin çatısında çöküntü veren onca ağırlığı iken muhalif ve yabancı orduların, edilgen suretlerindeki çatık kaşlı sevi dili… Mümkün mü yoksa varsıl istikametimin huzursuz tınısı mı kaybolduğum…
‘’Derdimiz gönül eğlendirmekse, hata etmiş olacağız. Tek yaptığımız sevmekse, ölebiliriz.’’(Alıntı)
Geç kalmışlığımın anlamsız ve ahenksiz notalarına yüklediğim bir sitem kadar üzgün o kırık ve görünmeyen yanım. Çok geç belki de her şey içi yine de bir ihtimal daha var: Yarından önce, dünden sonra konuşlandığım o ansız ve mekânsız bileşkesi boyutsuzluğumu inkâr etmekten kendimi alıkoyamazken.
Neyi ne işe yaradığından ziyade, ne ile iştigal ettiğimin önemsizliği belki de düş pervazı gölgelerdeki kanıksadığım tüm olumsuz sitemler: Hücrelerim öldükçe, içine saklandığım tek kişilik hücremin anlamsız dokusunda vuku bulan bir tantana kadar akla zarar yine de umuda meyletmiş o kesif sessizlik ki ses olmaya ahdettiğim kim bilir kaçıncı cümlenin gizli öznesiyim…
Nasılın nasılı, demek kadar yargı yoksunu o özgür bahçesi gönül hutbesine saklayıp doyamazken hayatın anlama yoksunluğu çektiği bakir ovalarında at koştururken anbean ve aniden bir dönemece rast gelip soluklandığımız yine de geri duramadığımız ve her yenilgiyi milat bilip başa döndüğümüz ki bıkkınlığı belki de en ağır yük, kaybolan ümidimizin iç sızlatan tınısında benliğin saklı tuttuğu.
Dile gelmeyen ne varsa şart koşulmuş.
Şart koşulmuş ne varsa tabi olduğumuz.
Tabi olduğumuz her basamakta geçen ömre bedel o sıkıntılı süreç, her bir tarafımızdan çekiştirilip can verdiğimiz bazen can bulduğumuz bir ışık huzmesi.
Gönle rehavet yükleyen, an’a esaret, dünü es geçip odaklandığımız bir riayet iken her nasılsa şart koşulmuş.
Hitabı mümkün dahi olmayan tüm tüketilmişliği, zincirlerle şart koşulmuşluğun ıstırabına yenik düşmüşken belki de, tüm ihbarları en derine yığıp görmezden gelinmek kadar yüreğe ağır gelen.
Hanidir yoksun, hanidir mazlum, hanidir tedirgin bir yalıtılmışlığın mizacına yeknesak koşullanmış bir gölgenin tahakkümünde pervasızca yol almak kadar hırpani bir boyuta tekabül eden o devinimdeki bitimsiz ritim kadar hayata anlam ya da anlamsızlık yükleyen…
YORUMLAR
Düşme!
Düşersen, bağımsızlığını ilan eder dostların,
Görüş günlerin yasaklanır, gelenin gidenin olmaz.
Bayram eder düşmanların, düşme!
Düşünce, bütün düşüncelerin değişir hayata dair.
Dostluk, arkadaşlık, aşk… yeniden şekillenir beyninde, düşme!
Hayatın ve dostların vefasızlığını görünce yaralanır duyguların en derinden, düşme!
Düştün mü ilk önce güvendiklerin vurur sırtından.
Kimse bakmaz yüzüne, işe yaramaz adam olursun.
Bir bir uzaklaşır dostların senden.
Tutacak dal bulamaz yorulursun, düşme!
Düştün mü isyan edersin yaşadığın hayata,
Gözyaşlarını dökersin her gece yastığa.
Yılanın ne kadar masum, kurdun suçsuz, çakalın çakal olmadığını anlarsın iki yüzlü insanları görünce, düşme! saygılarımla
Gülüm Çamlısoy
Çarpıtılan ne ise ya da inkarı...
Dallar hepten kırık tutunmaya çalışılan ya da aniden yok olmakta dağ bildiğimiz ve sırdaş addedilen dostlar.
Hayat iki kapılı bir han ve tek terk etmeyen bizi sadece İlahi Gücün kudreti.
Neyiz ki de ne olduğumuza dair bir o kadar eminiz.
Sonsuz teşekkürlerimle değerli dost.
Selam ve saygılarımla...
Gülüm Çamlısoy
Dağınık bir an'ıma denk geldi sanırım bu yazı.
Sanırım hayatta bazen son sanıp da baştan defalarca başladığım ne ise ya da baş sanıp sona geldiğim...
Teşekkür ederim yorumunuz için üstelik sizi sayfamda görmek adına mutlu oldum.
Sevgi ve saygılarımla...
Yorumlarınız ve eleştirileriniz başımın tacıdır ki burası benim için o kadar özel ki ve de aile sıcaklığında.
Mutlu kalın efendim ve sevgi ile...