- 662 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
İNGİLİZLERİN S.ARABİSTAN'DA KURDUKLARI EHL-İ SÜNNET DIŞI SAPIK VEHHABİLİK MEZHEBİ ÜZERİNE İNCELEME..
Ehl-i Sünneti Yıkmak İslam’ı Yıkmak demektir...Türkiye’de şu anda acaba kaç çeşit Müslümanlık var?Eskiden iki çeşit vardı: Ehl-i Sünnet Müslümanları ile ehl-i bid’at. Şimdi bin çeşit desek mübalağa etmiş (abartmış) olmayız.
Ehl-i Sünnet Müslümanları acaba şu anda kimlerdir?İtikadları sahih olan ve İslam’ı dört fıkıh mezhebinden birine göre hayata uygulayan kimselerin hepsi şu anda dünyada Ehl-i Sünnettir.Ehli sünnet islamını yaşamaktadırlar.
Mezheplere lüzum yok, ben İslamı Kur’andan ve Sünnetten öğrenirim diyen mezhepsizler ve Selefîler Ehl-i Sünnet değildir. Sosyolojik kimlik kültür açısından elbette Müslümandırlar ama Ehl-i Sünnetten çıkmışlardır.
Dört mezhebi terk ve inkar edince müslümanlar arasında birlik olmaz.Tam aksine, korkunç bir tefrika, dağılma, kaos ve anarşi oluyor. Fıkha sırt dönülünce ortaya milyonla bozuk bâtıl mezhep çıkmış oluyor. Eline Kur’an tercümesi ve bir de hadîs kitabı alan cahiller ve yarı cahiller müctehid kesiliyor.
Ben dinimi Kur’an mealinden ve hadis kitaplarından öğrenirim, bana fıkıh gerekmez” diyenler bugün ehli bid’attir.Bence değil, büyük İslam alimlerinin gözünde bid’atçi ve yoldan ayrılmış olur böyleleri.
Ehl-i Sünnet Müslümanları birliği korumak için ne yapmalı diye geçenlerde sordu birisi.İslamı kendi kafalarına göre anlamaktan ve yorumlamaktan kaçınmalı, dört mezhepten birine sımsıkı bağlanmalıdır.
Yirminci asırda zuhur etmiş aktivist İslam hareketi Sünnî bir hareket değildir.Bu hareket Sünnîlik içinde bir bid’at cereyanıdır. Bugünkü kaosta, tefrikada, bölünmüşlükte onların da hayli tuzu biberi bulunmaktadır.
Sosyolojik ve kültürel açıdan Sünnî görünen bazı İslamcılar ve ilahiyatçılar, Ali Şeriatî isimli Şiîyi büyük bir Müslüman düşünür, örnek, önder, model olarak gösteriyorlar.
Ali Şeriatî, İslam Şinasî adlı kitabında “Allah (bir baskısında Hoda) yek Janus-i hakikî est” demiştir. Yâni (hâşâ) “Allah gerçek bir Janus’tur” diye yazmıştır. Bilmeyenlere söyleyelim, Janus iki çehresi olan bir Roma putudur. Allahı bir şeye benzetmek küfürdür. Bir puta benzetmek küfür üstü küfürdür.
Bugün, büyük sayıda İslamcı mezhepsiz bu adamı İslam büyüğü olarak övmekte ve kitaplarını gençlere tavsiye etmektedir. Diyanet bile, kitabevlerinde Şeriatî’nin kitaplarını satıyor…
Şayet bir kısım İslamcılar, Allahı bir puta benzeten bir kimseyi övüyorlar, kitaplarını tavsiye ediyorlarsa durum çok vahimdir.Bu zatın dünya çapında büyük bir sosyolog olduğunu söylüyorlar.Sosyoloji okumuş o kadar. Yirminci asırda yaşamış dünya çapında büyük filozoflar, düşünürler, sosyologlar listesinde onun ismi yoktur.
Türkiye’de Ehl-i Sünneti böyle azar azar yavaş yavaş sarstılar ve yıktılar.1970’li yıllarda, Afganîci Reşid Rızanın “İslamda Telfik-i Mezâhib” adlı kitabını Diyanet yayınları arasında çıkarttılar ve Sünnî surda büyük bir gedik açtılar.
Ne kadar bozuk, sapık, yıkıcı, kafa karıştırıcı cereyan, bid’at fırkası varsa o gedikten bünyemize girdi ve bugünkü anarşi meydana geldi.
Son elli yılda, Ehl-i Sünnet gereği gibi ve kadar korunabildi mi,maalesef korunamadı. Hem laiklik terörü yüzünden, hem de Sünnî geçinen bazılarının vazifelerini yapmamaları yüzünden. Bulgaristanlı Ahmed Davudoğlu Ezherî hocaefendi gibi yirmi büyük alim kitap ve makale yazmış, bunlar milyonlarca Müslümana ulaştırılmış, Ehl-i Sünnet Müslümanları uyarılmış olsaydı, bu kadar tahribat olmayacaktı.
Dindar geçinen birileri, din yıkılırken maalesef yan gelip yatmış, bize dokunmayan yılan bin yaşasın demişlerdir… Ehl-i Sünneti savunan merhum üstad Necip Fazıl’ı burada minnet, teşekkür ve dua ile anıyorum…
Ülkemizde İslam’ın içi boşaltılmak isteniyor.Evet dinin içi boşaltılmıştır. Önce Şeriat elden gitti, şimdi din iman gidiyor ve bizim bazı sahte dindarların, yalancı sofuların kılı bile kıpırdamıyor.
Gafiller, kâfirler, münâfıklar, dıştan Müslüman görünen Kriptolar Şeriatsız bir İslam türetmek istiyor.Halbuki Şeriatsiz İslam olmaz. Çünkü Şeriat, Kur’andan ve Sünnetten çıkartılmış dinî hükümlerin tamamına verilen isimdir.
Namaz, oruç, zekat hep Şeriattır. Ben Müslümanım ama Şeriata karşıyım diyen kimse ya cahildir, yahut haindir, her hâlükârda dinden çıkar…
Bir de Türkiyede Fazlurrahmancılık bozuk cereyanı var…Bu akıma islamî fırka sıfatını veremeyiz. Kadiyaniler gibi bağımsız bir din türetmişlerdir. Kur’andaki üç yüz küsur ayetin hükümlerinin tarihsel olduğunu, bugün geçerli olmadığı iddia ediyorlar. Bin kere yazıklar olsun ki, bu akım çok önemli bir kuruma da sızmıştır. Taqiyye ve kitman yaparak gizleniyorlar.
Dinin içinin boşaltılmasından hep bunlar sorumludurAsıl sorumlular vazifelerini yapmayan, Fırka-i Nâciye olan Ehl-i Sünneti savunmayan, bid’atçileri ve sapıkları red, cerh ve ibtal etmeyen BİLENLER’dir.Diyanet İşleri Başkanlığı bu konuda sorumludur.
Dinin içi bu şekilde boşaltılmaya devam edilirse, bu işin sonu nereye varır? İçi boşalan din yıkılır, bid’atçilerle birlikte Sünnîler de enkazın altında kalır, Türkiye çöker, parçalanır.
İslamı siyasete, şahsî emellerine, menfaat ve nüfuza, prestije, paraya, zengin olmaya, ün ve alkış kazanmaya, nefs-i emmarelerine alet edenlere Islahları için dua ediyoruz. Olmayacaklarsa onlardan teberri ediyoruz.. Onların bu gidişi cehennemîdir.
İslamcıların, bid’adçilerin, Selefîlerin haklı oldukları bir konu yok mudur dersek,Onların, Ehl-i Sünnete uymayan bütün itikadları, görüşleri, çare ve çözümleri, (bozuk) ictihad ve fetvaları yanlıştır. Bunların bir teki bile haklı ve doğru değildir.
Onların da söyledikleri doğrular var mıdır? Elbette vardır,bunlar Ehl-i Sünnete uygun olanlarıdır. Bir örnek vereyim: Namaz kılmak farzdır diyorlar… Bu doğrudur. Namazı, dört mezhepten birinin fıkhına göre değil, kendi kafama göre, kendim ictihad yaparak kılarım derlerse bu yanlıştır.
***
Hz. Peygamber (sav.)’in ebedi âlemine göç etmesinden sonra bir takım ihtilaflar meydana gelmiş idi.
Bu ihtilaflar Hz. Ebubekir (ra.) ile Hz. Ömer’in (ra.) halifelik dönemlerinde yok denebilecek kadar az iken, Hz. Osman’ın hilafetinin son altı yıllık döneminde artmaya başlamış, özellikle de Hz. Ali’nin (ra.) zamanında zuhur eden Haricîlik cereyanı ve düşüncesi daha da artmış idi.
Vehhabilik, kökü Haricîliğe dayanan ve İbn Teymiye’nin alt yapısını oluşturduğu bir akımdır. Vehhabiliğin kurucusu bugünkü Riyat şehrinin kuzeyinde bulunan Uyeyne’de Hicri 1115 M. 1703 tarihinde dünyaya gelen Muhammed bin Abdülvehhap’tır.
İlk tahsilini, Uyeyne kadısı olan babasının yanında tamamlayan Abdülvehhap, daha sonra Mekke ve Medine’de tahsiline devam etmiş ve burada İbn Teymiye’nin fikirlerinden etkilenmiş, oradan da Basra’ya gitmiştir.
Basra’da tevhit konusunda tartışmalarda bulunmuş; İslam dinin dört ana kaynağından olan edille-i şeriyeden kıyas ve icmayı kabul etmemektedir. Babasının vefatından sonra da fikirlerini ve faaliyetlerini Necd bölgesinde yaymaya devam etmiştir.
İslamiyeti yıkmak için en başta İngilizler misyonerlik cemiyetleri kurdular.Akla hayale gelmeyen yahudi hileleriyle müslüman ülkelere saldırdılar.İngiliz Müstemlekeler Bakanlığının her müslüman ülkeye gönderdiği casuslardan biri olan Hempher m.1713 senesinde Basra’da avladığı 14 yaşındaki Necid li Muhammedi senelerce aldatarak Vehhabi fırkasını kurdurdular.İngiliz Müstemlekeler Bakanlığının emri ile m.1737 senesinde tüm dünyaya ilan ettiler.
Abdülvehhap, mezar ve türbe ziyaretleri, tarikatlara girme ve benzeri işler yüzünden tevhidin bozulduğunu; bu yüzden insanların dalalete düştüklerini, dolayısıyla onların şirke batmış müşrikler olduğunu ileri sürerek, onların kanlarının ve mallarının inanan muvahhitlere helal olduğunu ilan etti.
Onun fikirleri Necd bölgesi halkına çok cazip geldi. Necid Bölgesi; Haricîlerin Hz. Ali tarafından bozguna uğratıldığı, Müseylime-i Kezzab’ın yalancı peygamberliğini ilan ettiği ve Halid Bin Velid’in kılıcıyla bozguna uğratıldığı bir mekândır. O bölgenin halkı, Hz. Peygamber (sav.) döneminde Müslümanlığı kabul ettikleri halde, Yemen, Aden, İran, Hint, Irak ve Şam’ın tesiri altında kalmış ve birçok yanlış akidelere sahne olmuştur.
Bunun içindir ki, Müseyleme-i Kezzâp, Secâh, Tuleyha ve Esvedu’1-Ansi gibi peygamberlik iddiasında bulunan yalancılar o bölgeden çıkmış, sonraki dönemlerde de muhalif isyancı gruplar burada zuhur etmiştir. Bu bakımdan, Abdilvehhâp’ın fikirleri burada revaç bulmuş ve hızlı bir şekilde yayılmıştır. Onun fikirlerini kabul etmeyen nice insanlar kılıçtan geçirilmiş, mallarına el konulmuş ve kendi aralarında paylaşılmıştır.
Vehhâbiler kendilerini Hanbelî mezhebinden saydıkları için, Ahmed İbni Hanbel Hazretleri bir milyon hadisin hâfızı ve râvîsi ve şiddetli olan Hanbelî mezhebinin reisi ve halk-ı Kur’an meselesinde cihanpesendâne salâbet ve metânet sahibi bir zat olduğundan, onun bir derece zâhirî ve mutaassıbâne ve Alevîlere muhâlefetkârâne mezhebinden din namına istifade edip, bir kısım evliyânın türbelerini tahrip ediyorlar ve kendilerini haklı zannediyorlar. Hâlbuki bir dirhem hakları varsa, bazan on dirhem ilâve ediyorlar.
Şu Vehhâbi meselesinin kökü derindir. An’anesi zaman-ı Sahâbeden başlayarak gelmiş. İşte o an’ane, üç uzun esaslarla gelmiştir:
Birincisi: Hazret-i Ali (ra.), Vehhâbilerin ecdâdından ve ekserisi Necid sekenesinden olan Hâricîlere kılıç çekmesi ve Nehrivan’da onların hâfızlarını öldürmesi, onlarda derinden derine, hem din namına Şialığın aksine olarak, Hz. Ali’nin (ra.) faziletlerine karşı bir küsmek, bir adâvet tevellüd etmiştir.
Hazret-i Ali (ra.) "Şâh-ı Velâyet " unvanını kazandığı ve turuk-u evliyanın ekser-i mutlakı ona rücû etmesi cihetinden, Hâricîlerde ve şimdi ise Hâricîlerin bayraktarı olan Vehhâbilerde, ehl-i velâyete karşı bir inkâr, bir tezyif damarı yerleşmiştir.
İkincisi: Müseylime-i Kezzâbın fitnesiyle irtidâda yüz tutan Necid havâlisi, Hazret-i Ebû Bekir’in (ra.) hilâfetinde, Hâlid İbni Velid’in kılıncıyla zîr ü zeber edildi. Bundan Necid ahalisinin Hulefa-i Raşidîn’e ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı bir iğbirâr , seciyelerine girmişti.
Hâlis Müslüman oldukları halde, yine eskiden ecdatlarının yedikleri darbeyi unutmuyorlar-nasıl ki ehl-i İran’ın, Hazret-i Ömer’in (ra.) âdilâne darbesiyle devletleri mahv ve milletlerinin gururu kırıldığı için Şîalar Âl-i Beyt muhabbeti perdesi altında Hazret-i Ömer’e (ra.) ve Hazret-i Ebû Bekir’e (ra.) ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate dâima müntakimâne , fırsat buldukça tecavüz etmişler.
Abdülvehhap’ın fikirlerini cebir yoluyla kabul ettirmeğe çalışması üzerine, Necit’in güçlü kabilelerinden biri olan Halid oğullarının reisi Süleyman b. Ureyir’in Uyeyne emirinden İbn Abdülvehhap’ın öldürmesini veya sürgün edilmesini talep eder.
Bunun üzerine İbn Abdülvehhap, Riyad’a çok yakın bir yer olan Deriyye’ye gelir ve emir Muhammed b. Suûd’la anlaşır. Böylece Vehhabî devletinin temelleri atılmış oldu. (1157/1744). Abdülvehhap, fikirlerini yaymak, hâkimiyetini arttırmak ve Arap Yarımadası’na sahip olmak için bu fırsatı çok iyi değerlendirir.
Abdülvehhap 1206 tarihinde ölünce, onun izinden giden Muhammed İbn Suûd, bu fikrin özellikle siyasi cephesini yaymaya ağırlık vermiştir. Onların süratle toprak kazanıp Necid’e hâkim olmalarında, şüphesiz Osmanlı hükümet merkezinden uzak olmaları, en önemlisi de Osmanlı Devleti’nin Rus ve İran savaşları ile meşguliyetleri büyük rol oynamıştır.
Bu durumdan istifade eden Vehhabîler, Basra Körfezi civarında hâkimiyet kurdukları gibi, Necef’te Şiilerle geçen bir tartışma sonucu bazı Vehhabîlerin öldürülmesini bahane ederek, 10 Muharrem 1802’de Kerbela törenlerine katılan binlerce insanı kılıçtan geçirdiler ve Hz. Hüseyin Efendimiz’in türbesini de yağmaladılar. 18 Şubat 1803’de de Taif işgal edildi.
Yine bunlar Hz. Ali Efendimiz’in (ra.) kabrini, Harem-i Şerifi ve Ravza-i Mutahharayı yağma ve talan etmişlerdir.
Ahmet Cevdet Paşa, Vehhabilerin Taif’i işgal ettikleri zaman yaptıkları zulümleri şöyle dile getirir:
Vehhabiler Taif’te buldukları eşyayı ordularına naklederek dağlar gibi yığdılar. Yalnız kitaplara itibar etmeyerek sokaklara attılar. Binaenaleyh Buhârî ve Müslim’in Sahîheyn’i ve hadis kitapları, dört mezhep üzere yazılmış fıkıh kitapları, edebiyat, fünûn ve sâireden binlerce kitap, ayaklar altında sürünür oldu. İçlerinde Mushaflar dahi bulunurdu... Uzun müddet bunca kitap ve muteber eser böyle ayaklar altında kaldı. Malların beşte birini emirleri, geri kalan kısmını da o vahşiler aralarında taksim ettiler
Taif, Mekke ve Medine’yi ele geçiren İbn Suûd, halka şöyle hitap ediyordu: “...Sizin dininiz bugün kemal derecesine erişti, İslam’ın nimetiyle şereflenip Cenab-ı Hakk’ı kendinizden razı ve hoşnut kıldınız. Artık aba ve ecdadınızın batıl inanışlarına meyil ve rağbetten ve onları rahmet ve hayırla yâd ve zikirden korkun ve kaçının. Ecdadınız tamamen şirk üzere vefat ettiler... Hz. Peygamber’in mezarı karşısında, önceleri olduğu gibi durarak, tazim için salât-u selâm getirmek, mezhebimizce gayr-i meşrudur... Onun için oradan geçenler okumadan geçip gitmeli ve sadece “es-Selâmu âlâ Muhammed” diye selâm vermelidir.
İbn Suud, ayrıca Medine halkına şu uyarılarda da bulunuyordu:
Allah’a Vehhâbilerin inançları ve kaideleri üzere itaat ve ibadet etmek. Hz. Muhammed’e Vehhâbi imamının tayin ve tavsiye ettiği şekilde riayet etmek. Medine içinde ve civarında mevcut türbe ve yapılı mezarları yıkıp, balıksırtı toprak yığılmış hale getirmek. Muhammed b. Abdülvehhap’ı Allah’tan ilham alarak mezhep kuran din müceddidi olarak tanımak. Vehhâbi mezhebini kabul etmek istemeyenleri, öldürmek dâhil, şiddetli takibata uğratmak. Vehhâbilere kale muhafızlığı verilmesini kabul etmek. Dinî ve siyasî her türlü emir ve yasaklara uymak.
1800’lü yıllara gelindiğinde Vehhâbî devleti, Halep, Hind Okyanusu, Basra Körfezi, Irak ve Kızıl Deniz’e kadar yayılmış oldu.
Vehhabiliğin, büyük bir tehlike olduğunu gören Osmanlı Devleti’nin hükümdarı İkinci Mahmud (1808-1839), Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’ya gereğinin yapılması için talimat vermişti.
Paşa oğlu Tosun emrindeki bir orduyla 1812-1813 yılları arasında Medine, Mekke ve Taif Vehhabiler’den geri alındı. Daha sonra bizzat kendisi, Abdülaziz b. Suud’un üzerine gitti. İbn Suud direndi ise de 1814’de ani ölümü üzerine Vehhabiler hezimete uğradı ve nihayet Kavalalı’nın kumandanı İbrahim Paşa, 1818’de Abdülaziz’in yerine geçen oğlu Abdullah ile çocuklarını esir ederek İstanbul’a gönderip astırdı. Böylece Vehhâbîliğin ilk dönemi kapanmış oldu.
Ancak bu savaştan kaçıp kurtulmayı başaran Türki b. Abdillah, Necid bölgesinde yeniden faaliyete başladı ve Riyad’ı başşehir yaparak 1821’den 1891’e kadar sürecek ikinci Vehhâbî devletini kurmayı başardı. Sonraki yıllarda birtakım hanedan tartışması oldu ise de Suud hanedanından Abdülaziz b. Suûd, 1901’de Vehhâbî devletini ihya etti.
Ayrıca Hindistan ile İngiliz hükümetinin de desteğini alan Abdülaziz b. Suud, İngilizlerce, 26 Aralık 1916 tarihli anlaşma ile Necid, Hasa, Katif, Cubeyl ve kendisine bağlı bölgelerin mutlak hükümdarı olarak tanındı. Bu anlaşmaya göre, İbn Suud’un söz konusu yerlerdeki mutlak hükümranlığı kabul edilmekte ve bunların, kendisinden sonra miras yoluyla haleflerine ait olacağı ve hükümdarın hayatta iken seçeceği veliahtın, her hususta İngiliz Hükümetinin aleyhinde olamayacağı, onların istediklerini yapacakları birtakım hususlar hükme bağlandı.
Birinci Cihan Harbi’nde mağlup olan Osmanlı Devleti, 1918 yılı sonlarında Medine’den çekilince Vehhabiler, 1921-1925 yılları arasında Hail, Taif, Mekke, Medine ve Cidde’yi tekrar ele geçirirdiler. Abdülaziz b. Suud, 1926 tarihinde “Necid ve Hicaz Kralı” olarak kabul edildi.
20 Mayıs 1927 tarihinde İngiltere ile yapılan Cidde anlaşması ile de tam istiklâlini ilân etti ve böylece, İngilizlerle yapılan ilk anlaşmanın ağır şartlarından kurtuldu. 18 Eylül 1932 tarihinde ise, Abdülaziz b. Suûd, unvanını “Arap Suudiyye Krallığı” şeklinde değiştirdi. Abdülaziz b. Suud, ölümüne kadar (1953) Suudi Arabistan Kralı olarak saltanatını sürdürdü.
Vehhabilik, Suud-i Arabistan’ın resmî mezhebidir. Mısır, Hindistan, Afrika ve diğer bazı İslam ülkelerinde de taraftarları mevcuttur. Bu inancın temelinde sertlik, taassup ve kendi düşüncelerinde olmayanları küfürle itham etmek vardır. Bunun içindir ki, onlar, kendilerine “Muvahhidûn” demekte ve kendilerini İbn-i Teymiye’nin açıkladığı şekilde Ahmed b. Hambel’in mezhebini devam ettiren sünniler olarak görmektedirler. Onlar; “Biz, itikatta selef, amelde ise Hmnbelî mezhebindeniz.
Esasen Ahmed b. Hanbel, itikat hususunda Selef mezhebinin nascı (Eseriyye) kolunu temsil eder. Onun ameldeki yolu da budur. Binaenaleyh biz, amelde ve itikatta Hanbeliyiz; Vehhâbî diye bir şey yoktur. Muhammed b. Abdülvehhap, ilmen ve fiilen bu mezhebi yenileyen bir şeyhülislam olmaktan başka bir şey değildir” derler.
Vehhabiler, diğer bütün İslam mezhepleri gibi Kur’an ve hadisleri temel kaynak olarak kabul etmekle beraber, onları anlayıp tatbik etme hususunda sadece Abdülvehhap ve kendilerince muteber sayılan bazı kimselerin görüşlerine bağlı kalmışlardır.
Buna rağmen kendilerinin itimat ettiği kimselere de tam bir bağlılıkları söz konusu değildir. Onlara göre; “Dinde onların sözleri de görüşleri de kesin bir delil olamaz. Kesin delil, ancak Kur’an ve hadisin, tevilden uzak zahiri hükümleridir. Bu bakımdan, Allah ve Resülü’nden başka, haramı haram, helali helal kılacak yoktur.
Zira Kur’an ve sünnet, uyulması gerekli bütün kanunları koymuştur. Kanun koyma ve ahkâm çıkarmada akla ve tevîle yer yoktur. Kur’an ve sünnette belirtilen hususların zahirine sımsıkı yapışılır ve hiçbir mezhebe bağlanmadan her şey Kur’an’ın zahirinden çıkarılır. Kur’an-ı Kerim kesin delildir. Rivayet ve dirayet yönünden sabit olan hadisler de delil olur.
Müteşabih âyetler de delildir; ancak bunlar te’vîl edilmeksizin zahirlerine göre hükmolunur. Bunları tevil ederek tefsirde bulunmak küfürdür. Bu yüzden Allah’ın sıfatları hakiki sıfatlardır. Gerek zat, gerek sıfatlar hakkındaki ayetler, olduğu gibi kabul edilir. Bunlardan teşbih manaları çıkacak diye zahiriyle anlam vermekten kaçınmak doğru değildir. Eğer böyle olsaydı Allah’ın Resulü bildirirdi.”
Evet Vehhabiler ve bazı kimseler Kur’an ve hadislerin teviline ve tefsirine gerek olmadığını ifade etmektedirler. Hâlbuki Kur’an’ın her bir ayetinin sarahat, işaret, remz, ibham, ihtar gibi birçok manaları vardır. Kur’an’ın her bir suresi, her bir ayeti ve hatta her bir harfi hakikat ve feyiz hazinesidir.
Bazen bir tek harf, (“besmele” deki be harfi gibi) bir sahife kadar hakikatleri ders verir. Onun her bir harfi, bir havz-ı ekberdir; feyiz ve bereket suyu oradan gelip, kalplere ve ruhlara akar. O leziz bir kevserdir; suyundan içmekle doyulmaz.
Kur’an, uçsuz bucaksız bir okyanustur; her âlim istidat ve kabiliyeti nispetinde onun derinliklerine dalar ve oradan dünyevi ve uhrevi saadete vesile olacak nice zümrütler, mercanlar ve yakutlar çıkararak insanlığın istifadesine sunar. Yazılan bütün tefsirler o okyanustan ancak bir damladır.
Peygamber Efendimiz (sav.) bir Hadis-i şeriflerinde şöyle buyururlar: “Her ayetin bir zâhiri bir batını bir matlâı ve bir de haddi vardır; bu hâl yediye, hatta yetmişe kadar gider.”
Zâhir: Akıl ve mantığın kabul ettiği makul ve faydalı ilimler.
Bâtın: Eşyanın mahiyetine vakıf olma ve bu sahada terakki etmek.
Matla: Zahir ve batın manalarının birleştiği nokta.
Hadd: Külli varlığın müşahedesine erdiren yoldur. Kâinat ve kâinatta olan varlıklarda tecelli eden sıfat ve isimleri müşahede etmek.
Kur’anın sarahat manası olduğu gibi, işari manaları da vardır. Onun sarahatı bir manaya açıkça delalet etmesidir. İşâretinin de remz, ima, telvih, telmîh gibi dereceleri vardır. Mesela; İhlâs Suresi’nde ifade buyrulan; “O doğurmadı ve doğurulmadı.”
Mesela bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Allah’ın eli onların ellerinin üstündedir.”Cenab-ı Hak, cisimden münezzeh olduğundan O’na el isnat edildiğinde akıl ile nakil arasında muhalefet görünür. Bu durumda akıl esas alınarak nakil tevil edilir. Bu kaideye binaen tefsir âlimleri ayette geçen “el” kelimesini “Allah’ın kudretinin ve gücünün her şeye yettiği” şeklinde tevil etmişlerdir.
***
VEHHABİLERİN TEVHİD ANLAYIŞI.
Vehhabilerin temeli, üç meseledir.
1- Amel, imanın parçasıdır, azalır çoğalır. Bir farzı yapmayan, mesela farz olduğuna inandığı halde, tembellikle namaz kılmayan kimse kâfir olur. Bu kişi öldürülür, malları da vehhabilere taksim edilir.
2- Peygamberlerin ve evliyanın ruhlarından şefaat isteyen, onların kabirlerini ziyaret edip, onları vesile ederek dua eden kâfir olur. Zira kabirde olandan ve işitmeyen kimseden yardım istemek şirktir. Ölen kimse ile uzakta olan biri, işitmez ve cevap vermez. Bunların hiç kimseye faydası veya zararı olmaz. Ölmüş peygamberden de bir şey istemek şirktir.
3- Mezarlar üzerine türbe yapmak, oralarda namaz kılmak ve ölülerin ruhlarına sadaka adamak caiz değildir. Haremeyn halkı şimdiye kadar kubbelere, duvarlara tapındı. Bunların kestikleri yenmez. Onları öldürmek ve mallarını yağma etmek helaldir.
Vehhabiler şefaat, tevessül ve keramet gibi meseleleri tevhid inancına muhalif olduğu gerekçesiyle kabul etmemekte ve bunları kabul eden Müslümanları tekfirle itham etmektedirler.
Bu ise tehlikelerin en büyüğü ve en şen’îdir. Vehhabiler bu görüşleriyle de Ehl-i Sünnet’ten ayrılmaktadırlar.
Eğer bir Müslüman’ın bunlardan dolayı şirke girmesi lazım geliyorsa, namazını kılan ve her tahiyyatta Resul-i Ekreme, “Esselamü aleyke eyyühennebiyyü.” diye hitap eden bütün Müslümanların da şirke girmesi iktiza eder ki, o zaman vehhabîler de bu hükmün şümulünden hariç kalamazlar. Bu durum onların itikat ve iddiaları çürütmektedir.
Ehl-i Sünnet kelamcılarının büyük çoğunluğuna göre “tevhîd”, Cenab-ı Hakk’ın zatının, sıfatlarının ve fiillerinin bir olması; eşinin, benzerinin ve ortağının bulunmaması demektir. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyurur: “Allah, kendisine şirk koşmayı asla bağışlamaz; bundan başkasını dilediğine bağışlar.”
(Ey Muhammed!) Yüzünü Hanife (Allah’ın birliğini tanıyana) yöneltmiş olarak dîne çevir, sakın puta tapanlardan olma; Allah’tan başkasına fayda da zarar da veremeyecek olan şeylere yalvarma; öyle yaparsan şüphesiz zalimlerden olursun, denildi, Allah sana bir sıkıntı verirse, onu O’ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik dilerse, O’nun nimetini engelleyecek yoktur..
Bu ayetler, Cenab-ı Hakk’ın varlığını ve birliğini ifade etmektedir. Abdülvehhap’a göre; “Tevhit, kalple, lisanla ve amelle olmalıdır. Bunlardan birisi eksik olursa, insan Müslüman sayılmaz.”
O, bu sert ve katı tutumuyla Haricîleri taklit etmektedir. Bilindiği gibi Haricîler de, Vehhabiler gibi, amel etmeyi imana dâhil saymış; namaz, oruç, hac ve zekât gibi emirleri yerine getirmeyenleri küfürle itham etmişlerdir.
Nitekim, 20 Mayıs 1802 tarihli Hatt-ı Hümâyunda özetlendiğine göre Vehhabiler amelin imanın bir parçası olduğu hususunda İbn Teymiye’ye uyarlar ve onlara göre farz olanları tembellikle veya inkâr için terk eden kimse kâfirdir, mal ve kanları helâldir.” derler. Vehhabiler, amelin imanın bir parçası olduğuna inandıkları için, farzlardan birini terk eden kimseyi dinden çıkmış olarak kabul etmiş, kendileri gibi düşünmeyen Müslümanları tekfir ederek, onların mallarının ve canlarının kendilere helal olduğunu ilan etmişlerdir ki, bu da azim bir hatadır.
Onlar Hanbeli Mezhebi’nin görüşünü kabul ettiklerini ifade etmelerine rağmen, bu konuda da ifrat etmişlerdir. Hâlbuki Ahmed İbn Hanbel’e göre; “İman, hem söz hem de ameldir, iman iyi amellerle artar, kötü amellerle eksilir. İnsan, kötü amellerle imandan çıkar; ama tövbe edince yine imana döner, Allah’a şirk koşan, farzlardan birini inkâr eden kimse İslam’dan çıkar.
Tembellik sebebiyle, farzlardan birini terk eden kimse ile ihmal eden kimsenin durumu, Allah’a kalmıştır; O, dilerse bağışlar, dilerse azap eder.”
İman, kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve diğer azalarla ameldir. İslam ise, tasdik ve ikrardan ibarettir. Bu sebepten Allah’a şirk koşmamak, Kur’an ve Sünnet’te sabit bir emri inkâr etmemek şartıyla, amelde bir ihmal olursa İslam’dan çıkılmış olmaz. Küfür ise şirk ve inkârdır.
Vehhabiler, Cenab-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirmeyen Müslümanları imansızlıkla itham etmekte ve böylece ehl-i sünnetin görüşünden ayrılmaktadırlar.
Vehhabilerin imamlarından olan İbni Teymiye ve İbni Kayyıme’l-Cevzi gibi zatlar, Muhyiddin-i Arabi gibi büyük evliyaya hücum etmektedirler.Vehhâbilerin azîm imamlarından ve acîp dehâları taşıyan meşhur İbni Teymiye ve İbni Kayyıme’l-Cevzî gibi zatlar Muhyiddin-i Arabî (k.s.) gibi azîm evliyâya karşı fazla hücum ettikleri ve güya mezheb-i Ehl-i Sünneti Şîalara karşı Hazret-i Ebû Bekir’in (ra.) Hazret-i Ali’den (ra.) efdâliyetini müdafaa ediyorum diyerek, Hazret-i Ali’nin (ra.) kıymetini çok düşürüyorlar. Hârika faziletlerini âdileştiriyorlar. Muhyiddin-i Arabî (k.s.) gibi çok evliyayı inkâr ve tekfir ediyorlar.
Evet geçmişte İslam dinine büyük hizmetlerde bulunan o müstesna âlim ve mürşitlere hürmet ve muhabbet akıl ve vicdanın gereğidir. Onların, hikmetini bilmediğimiz bir- iki sözünü ele alıp da onların bütün güzel vasıflarını ve yapmış oldukları ulvi hizmetlerini görmemek, hatta inkâr etmek İslam’ın ruhuna zıttır ve İslam’ dinine yapılacak en büyük bir hiyanettir.
Muhyiddin-i Arabi Hazretleri ki (k.s), İslam âlimleri arasında en çok eser telif eylemiştir. Onun “İza dehale sinu fişşin, iza zeheret kabri Muhyiddin” yani “Sin, Şın’a dâhil olduğunda Muhyiddin’in kabri meydana çıkar.” buyurduğu sözü, kendisine son derece hürmetkâr olan Mısır fatihi Yavuz Sultan Selim Han’ın zihnini meşgul eder. Şam’a vardığı zaman orada bulunan âlim ve veli zatlar ile görüşür. Bir gün sohbet sırasında konu Muhyiddin-i Arabi Hazretlerine gelince, o zatlar Hazret’in kabrinin bulunduğu yerinin çöplük olduğunu ve ona o güne kadar iyi gözle bakılmadığını anlatırlar.
Bunun üzerine Yavuz Selim Han, hemen harekete geçer ve kabrin yerini tespit ettirir. Böylece “Sin” den maksadın Selim, “Şın” dan maksadın da Şam olduğunu anlaşılmış olur. Ayrıca, Muhyiddin-i Arabi Hazretleri’nin yaklaşık üç yüz yıl önceden haber verdiği Mısır’ın fethi Yavuz Sultan Selim’in eliyle tahakkuk eder. Yavuz, kabrin bulunduğu yere bir türbe, büyük bir cami ve külliye yaptırır. Külliyenin açılışı da bir Cuma günü yapılır. Bu külliye günümüze devam ettiği gibi, biiznillah kıyamete kadar da devam edecektir.
Ayrıca, Yavuz Selim, Muhyiddin-i Arabi Hazretleri’nin ayağını yere vurarak söylediği ve onun idamına sebep olan: “Sizin taptığınız benim ayağımın altındadır.” buyurduğu yeri tespit ettirip kazdırınca, oradan bir küp içinde altın çıkar. Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin “Siz Allahu Teala’ya değil de paraya tapıyorsunuz” demek istediği anlaşılmış olur. Selim Han, buradan çıkan altınları Şam’daki fakirlere dağıtır.
Evet evliyaların bütün hayatları âdeta ılık gölgeli bir yaz hükmündedir. Bunun içindir ki; kendilerine evliyaullah denilen bu muhterem zatlar, Allah dostları ve ehlullah olarak sevilirler; bozulmamış gönüllerin sevgilisi olurlar. Bunları sevenler de sevilir ve Allah’ın rızasına ererler. Sevmeyip dil uzatanlar sevilmezler ve bu mübarek zâtların feyizlerinden mahrum kalırlar. Allah dostlarını istismara kalkışanlar, onları gözden düşürmeye çalışanlar, ya da düşmanlık edenler, mutlaka cezalarını bulurlar.
Abdülvehhap; kitap, haşir ve nübüvvet gibi iman hakikatlerini inkâr eden müşriklerle, Kur’an’ın bildirdiği ve sünnetin tesis ettiği tevhit akidesini kabul eden, onu yaşayan ve yaşatan Müslümanları aynı kefeye koymaktadır. Ehl-i sünnet âlimleri, akıl ve hikmetin iktiza ettiği vahdaniyyet hakikatini, akli ve nakli delillerle beyan etmiş ve bu hususta ciltlerle kitap yazmışlardır.
Cenab-ı Hakk’ın vahid ve ehad olduğunu bilen, kıldıkları namazlarla ve yaptıkları dualarla O’nun hakiki mabut olduğunu lisanları ile ikrar, fiilleriyle tasdik eden ehl-i tevhidi, sanemlerini Allah’a ortak koşan ve onlara ibadet eden yahut onları Allah katında şefaatçi telakki eden müşriklerle aynı kefeye koymak azim bir hatadır.
Bir Müslüman, beşeriyet muktezası olarak yapmış olduğu bir günahının affı için kullara değil, yalnız Cenab- Hakk’a yalvarır ve yalnız O’ndan af diler. Zira mağfiret edici ve günahları örtücü yalnız O’dur. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Ve onlar çirkin bir günah işledikleri yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Allah’tan başka günahları kim bağışlayabilir? Bir de onlar, bile bile, işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmezler.”
Evet her Müslüman Cenab-ı Hakk’ı bütün kemal sıfatlarla muttasıf, yani kudreti nihayetsiz, ilmi her şeye muhit ve iradesi mutlak olarak bilir. O’nun ne zatında ne de fiillerinde ve icraatında, tasarruf ve tedbirinde, terbiye ve idaresinde şeriki olmadığını ve "Ma’bûdün bilhak” yani, ibadete layık ve müstahak olduğuna iman ederler. Her mümin zarar ve faydanın, hidayet ve dalalatin ancak Cenab-ı Hakk’ın elinde olduğunu, O’nun uluhiyetinde ve saltanatında şeriki olmadığı gibi rububiyetinde, efal ve tasarrufunda dahi şeriki olmadığını bilir.
Bu bakımdan, şuurlu bir mümin, herhangi bir işi için ne türbelere, ne kabirlere ne de kendisi gibi aciz olan insanlara değil, yalnız Cenab-ı Hakk’ın rahmetine yönelir ve O’nun kudretine güvenir. Hristiyan olan biri ise, Kilise’ye gider ve günâhlarını Hz. İsa’nın mutlak vekili olan Papaz’ın affedeceğine inanır. Cenab-ı Hak’ka değil, ona yalvarır ve ondan medet diler. Bir kişinin dinde kalmasını veya dinden çıkmasını papazların selahiyetindedir diye itikat eder.
Kur’an’da, sünnette ve ehl-i sünnet ulemasının eserlerinde, şefaat, tevessül ve kerametin hak olduğuna dair pek çok delillerler vardır. Vehahabilerin, bu gibi meselelerde Ehl-i Sünnet’ten farklı bir anlayışa sahip oldukları ve onlardan ayrıldıkları açıktır. Müslümanların, Cenab-ı Hakk’ın en mükerrem ve en sevgili kulları ve seçkin elçileri olan başta Hz. Peygamber (sav.) olmak üzere diğer peygamberlerden, mürşit ve mücedditlerden ve bazı salih kullardan şefaat istemeleri; “Ya Rabbi! Sen bu zatların hürmetine ve bereketine dualarımı kabul et.” manasınadır. Böyle bir niyazda bulunmanın itikat noktasında hiçbir sakıncası yoktur.M.Kırkıncı
***
Vehhabilik Hareketi eş-Şeyhu’n-Necdî lakabıyla bilinen Muhammed bin Abdülvehhab’ın (d. 1703 Uyeyne - ö.1787 Deriye, Riyad) düşünceleri çevresinde oluşan dinî, siyasî bir harekettir.. Harekete Vehhabilik adı karşıtlarınca yakıştırıldı.
Hareket içinde yer alanlar, kendilerine Muvahhidun (tevhidciler) derler ve Hanbelî mezhebini İbn Teymiye yorumuna uygun biçimde sürdürdüklerini söylerler. Vehhabilik bir inanç hareketi olarak başlamakla birlikte, kısa zamanda siyasî bir nitelik kazandı. Arap yarımadasında etkinlik kurarak devlet durumuna geldi. Günümüzde, Suudi Arabistan’ın resmî mezhebi durumundadır.
Muhammed İbn Abdülvehhab’ın düşünceleri, Deriye Emiri olan Muhammed bin Suud ile tanışmasıyla (1744) siyasi bir hareket niteliği kazandı. İbn Abdülvehhab, Deriye’de düşüncelerini Emir Muhammed’in gücü ile yayarken, Emir Muhammed bu düşüncelerle Arabistan’a hakim olma imkânını kazanıyordu.
Çünkü İbn Abdülvehhab, insanların şirk içinde bulunduğunu, bunların mal ve canlarının kendisine inanan kişilere helal olduğunu söylüyor, Emir Muhammed bu fetvanın getirdiği ganimet olgusuyla yandaşlarını çoğaltıyor, gücünü artırıyordu. İbn Abdülvehhab’ın ölümünden sonra hareketin siyasî niteliği daha da ağırlık kazandı.
Muhammed bin Suud döneminde başlayan toprak kazanma faaliyetleri, ölümünden (1766) sonra oğlu Abdülaziz zamanında da sürdürüldû.19. yüzyılın başlarına gelindiğinde (1811) Vehhabilik adına hareket eden Suud Emirliği Haleb’ten Hind Okyanusuna, Basra Körfezi ve Irak sınırından Kızıl Deniz’e kadar yayılmış bulunuyordu.
Vehhabilik hareketinin Osmanlılar için önemli bir sorun durumuna gelmesi üzerine II. Mahmud, Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’yı sorunu çözmekle görevlendirdi. Mehmet Ali Paşa, oğlu Tosun komutasındaki orduyla Mekke, Medine ve Taif’i Vehhabilerin elinden kurtardı (181213).
Daha sonra bizzat Emir Abdûlaziz’in üzerine yürüdü. Emir Abdulaziz’in ölümü (1814) üzerine Vehhabiler ağır bir yenilgiye uğradı. Nihayet Mehmet Afi Paşa’nın kumandanı ibrahim paşa, Abdulaziz’in yerine geçen oğlu Abdullah ve çocuklarını esir ederek İstanbul’a gönderdi. Bunların İstanbul’da asılarak öldürülmeleri (17.12.1819) ile Vehhabilik hareketinin ilk dönemi kapandı.
Savaş sırasında kaçarak kurtulmayı başaran Suud hanedanından Türki bin Abdullah, Necd bölgesinde yeniden faaliyete girişerek 1821’den 1891’e kadar sürecek ikinci Vehhabi devletini kurmayı başardı. Daha sonraları bir takım çekişmeler olmuşsa da Suud hanedanından Abdülaziz bin Suud, Vehhabi devletini yeniden kurdu (1901).
Hindistan İngiliz yönetiminin de desteğini sağlayan Abdülaziz bin Suud 26 Aralık 1916 tarihli anlaşma ile İngilizlerce Necd, Hasa, Katif, Cubeyl ve kendisine bağlı diğer bölgelerin hükümdar olarak tanındı. Bu anlaşmaya göre Abdülaziz, bu yerleri kendisinden sonra miras yoluyla çocuklarına bırakacak ve kendisinin seçtiği veliaht da İngilizlere bağlı kalacaktı.
Osmanlıların yenik düşmesiyle sonuçlanan.1. Dünya Savaşı’nın arkasından Vehhabiler Hail, Taif, Mekke, Medine ve Cidde’yi de ele geçirdiler (1921-1926). Abdülaziz bin Suud, Necd ve Hicaz Kralı olarak kabul edildi (1926). 20 Mayıs 1927 tarihinde İngiltere ile yapılan Cidde anlaşmasının arkasından da tam bağımsızlığını ilan etti. Böylece Abdulaziz bin Suud, suudi Arabistan Kralı olarak tüm Hicaz’ı egemenliği altına altı. Bu devlet, Suudi Arabistan Krallığı adıyla varlığını sürdürmektedir.
Vehhabiliğin din anlayışı, Muhammed bin Abdülvehhab’ın üzerinde önemle durduğu tevhid (Allah’ın birlenmesi) konusundaki yorumu çevresinde toplanır. İbn Abdülvehhab’a göre tevhid, kullukta Allah’ı bir tanımaktır. Tevhid kelimesini (lâ ilâhe ilallâh) söylemek Allah’tan başka tapınılan şeyleri tanımadıkça bir anlam taşımaz. Allah kalble, dille ve davranışlarla birlenmelidir. Bunlardan birisinin eksik olması durumunda kişi Müslüman olamaz.
Tevhid üçe ayrılır. İlki, Allah’ı isim ve sıfatlarında birlemek (tevhid-i esma ve sıfat), ikincisi Allah’ı rablıkta birlemek (tevhid-i rububiyet), üçüncüsü de Allah’ı ilahlığında birlemektir (tevhid-i uluhiya). Allah’ı bu üç biçimde birleme, ancak amellerle mümkündür. Buna göre Kur’an ve Sünnet’in dışında emir ve yasak tanımamak, Hz. Muhammed’in döneminde bulunmayan şeyleri ve tevessülü terkederek Allah’ı birlemek gerekir. Bu tevhide ameli tevhid denir.
Herhangi bir hüküm koyucu tanımak, Allah’tan başkasından yardım dilemek, Peygamber için bile olsa, Allah dışındaki bir varlık için kurban kesmek, adakta bulunmak kişiyi küfre düşürür, can ve mal dokunulmazlığını ortadan kaldırır.
Bu tevhid anlayışının getirdiği önemli sonuçlar vardır. Bunlardan birisi, Hz. Muhammet’ten şefaat talebinde bulunulamayacağıdır. Şefaat, Allah’a özel bir haktır. Bu nedenle Hz. Muhammet’ten doğrudan şefaat talep etmek, onu Allah’a ortak tutmaktır. Nitekim müşrikler de Allah’ı kabul ettikleri halde, melekleri, putları şefaatçi kabul ettikleri için müşrik olmuşlardır. Şefaat inancı gibi yaygın olan tevessül inancı da şirktir.
Tevessül inancı, daha çok mutasavvıflar arasında yaygındır. Bir takım şeyhlerin, velilerin hem hayatlarında, hem de öldükten sonra tasarruf sahibi olduklarına inanılmakta, onların himmetleri dilenmekte ve aracı kılınmaktadırlar. Bu da açık bir şirktir. Çünkü günah’ın yaratmada, yönetmede, tasarruf etmede, işleri düzenleme ve belirlemede ortağı yoktur.
Vehhabiliği en önemli özelliklerinden birisi de bid’adlar karşısındaki tutumudur. İbn Abdülvehhab’a göre Kur’an ve Sünnet’te olmayan her şey bid’attır. Bir bid’at çıkaran mel’undur ve çıkardığı şey reddedilmelidir. Bid’adların çoğu insanları şirke düşürmektedir. Bunların başında mezarlar, türbeler ve bunların ziyaretleri gelir. Mezarlarda yapılan ibadetler şirktir. Sevap umarak Hz. Muhammed’in kabrini ziyaret bile şirke neden olabilir.
Şirke neden olmamaları için, mezar ziyaretleri, türbe yapımı kesin olarak yasaklanmalıdır. Ölülere niyaz, tevessül, falcılara, müneacimlere inanmak, Hz. Peygamber’in anısını yüceltmek, hırka-i şerif, sakal-ı şerif ziyaretleri yapmak, Allah’tan başkasına ibadet etmek, şirk koşmatır. Mevfit toplantıları düzenlemek, bu toplantılarda mevlid okumak, sünnet ya da nafile namazlar kılmak yasaklanmalıdır.
Göz değmemesi için nazar boncuğu takmak, muska takınmak, ağaç, taş vb. şeyleri kutsal saymak, bir hastalık ya da beladan kurtulmak, güzel görünmek vb. için boncuk, ip, hamayı gibi şeyler takınmak, sihir, büyü, yıldız falı gibi şeylere inanmaz, iyi kişilere, velilere tazimde bulunmak, onlara dua etmek, onlardan yardım dilemek gibi şeyler de tamamıyle şirke neden olan bid’adlardandır.
Riya için namaz kılmak, sofuluk etmek, iyi insan gibi görünerek çıkar sağlamak da şirktir. Cami ve mescidlerin süslenmesi, minare yapılması da terkedilmesi gereken bid’adlardır.
Vehhabiliği oluşturan düşünceler, birçok çağdaş Müslüman düşünürü etkilemiş, onlara esin kaynağı olmuştur. Günümüzde ise, önemli ölçüde değişime uğramış biçimde, Suud Krallığının resmî görüşü olmaktan öte bir anlam taşımamaktadır.
***
’Ondokuzuncu asrın başlarında, Arabistan’da çıkan Vehhabîlik hareketi, başta İngiltere ve Fransa olmak üzere emperyalist ve sömürgeci Avrupa’yı heyecanlandırmış, yakından ilgilendirmişti.
Osmanlı Hilafetinin yıkılmasında Vehhabiliğin büyük rolü ve tesiri olmuştur.Başlangıçta aşırı bir sekt olan bu cereyan, şu anda, gerçek İslam olan Ehl-i Sünnetin, Osmanlı İslamlığının yerini almaktadır.Ehl-i Sünnet İslamlığı ile Vehhabî Selefî akım arasındaki temel farklardan biri, birincisinin Şeriata uygun tasavvuf ve tarikatı kabul etmesi, diğerinin bunları inkâr etmesi, şirk ve küfür ile suçlamasıdır.Vehhabîlik fırkasının elindeki en büyük güç, milyarlarca petro-dolardır.
Bir ara bizde, yeşil dolarların cazibesine kapılan nice pusulasız dümensiz yelkensiz Müslüman bu sekte sempati beslemişse de, Vehhabiliğin namaz konusundaki sıkılığı karşısında gevşemişlerdir.Vehhabiler beş vakit namaza büyük önem verir, özürsüz kimselerin farz namazları cemaatle kılmalarını emr eder.
Bu ise bizim namaz ve cemaat konusunda gevşek tatlısu İslamcılarının yapabileceği bir şey değildir.Namaz ve cemaat Ehl-i Sünnet İslamlığında da vardır.Lakin Ehl-i Sünnetin elinde milyarlarca dolar yoktur.
Vehhabilik konusunda en düşündürücü şey, hareketin öncüsü Muhammed bin Abdilvehhabın kardeşi Süleyman bin Abdilvehhab’ın, onun aşırı fikirlerine, görüşlerine ve inançlarına karşı bir reddiye yazmış olmasıdır.
Es-Savaik el-İlahiyye fi’r-Red ‘ale’l-Vehhabiyye…’
Ehl-i Sünnet ulemasının, fukahasının, âlim meşayihinin; Vehhabiliği red, cerh ve ibtal eden kitap ve risalalelerinin listesi yapılsa, hayli uzun olur.
Vehhabi krallığı ile Hilafet-i Osmaniyye mukayese edilirse, İslama hizmet, i’lâ-i Kelimetullah ve fütuhat konusunda hangisi ağır basar?
Osmanlı devleti ayakta kalsaydı, Filistin bugünkü durumda olur muydu?Vehhabiler, Ehl-i Sünnetin iki inanç imamını, İmam Eş’arîyi ve İmam Mâturidî’yî kabul etmezler.Resulullah Efendimiz (Salat ü selam olsun ona) ise, Kostantaniyye’yi feth eden Fâtihi, meşhur ve sahih hadîsinde övmüştür.
Fatih Sultan Mehmed Mâturidî idi…Şeriata aykırı tasavvuf elbette caiz değildir ama tasavvufu bilkülliyye red etmek, tarikat evliyasını evliyauşşeytan olarak yaftalayıp şirk ve küfürle suçlamak da asla caiz olamaz.
’Vehhabiler kesinlikle Ehl-i Sünnet ve Cemaatin dışındadır.Vehhabiler şeytanın yükselen boynuzudur.Vehhabiler dinde aşırılıklara ifrata tefrite sapmıştır.Vehhabiler tevessül ve istigase konusunda yanılmıştır.Vehhabiler rabıta konusunda, Ehl-i Tevhid ve Ehl-i Kıble mü’minleri tekfir ederek ifrata kaçmıştır. Vehhabiler ehl-i Tevhid, ehl-i Kıble olan Müslümanları, te’vili olan nice muhtelefün fih konularda tekfir ederek kendisi küfre düşmüştür.
Vehhabiler evliyaurrahman olan büyük zevata evliyauşşeytan diyerek haddini çok aşmıştır.Vehhabiler Hilafet-i Osmaniyye’nin yıkılmasına ve Ümmet-i Muhammed’in perişan olmasına sebep olmuştur.Vehhabiler Haçlılarla, Siyonistlerle, emperyalistlerle, sömürgecilerle işbirliği yapmıştır.
Vehhabiler muharip olmayan sivil halkı, kadınları çocukları ihtiyarları öldürerek terör yoluna girmiştir.Vehhabiler İslam’ın tasavvuf boyutunu inkar etmiştir.Vehhabiler şirkle suçlama ve tekfir etme konusunda itidal dairesinin dışına çıkmış, vahim aşırılıklara kaçmıştır.Vehhabiler Resul-i Rabbülâlemîn efendimize (Salat ve selam olsun ona), kabr-i şeriflerine gerektiği kadar hürmet etmemiştir.
Vehhabiler başta Ashab-ı güzin, Aşere-i mübeşşere, Ezvac-ı tahirat, Ehl-i Beyt-i Mustafa (radiyallahu anhüm ecmain) olmak üzere İslam büyüklerinin, evliyaullahın kabirlerini ve kubbelerini yıkmıştır.Vehhabiler vaktiyle kendi meşrebinden olmayan bir kısım Müslümanları kafir ve mürted ilan etmiş, onların hacca gelip giden nicesini düşman gözüyle görüp vurmuş, canlarına kıymış, mallarını ganimet olarak almıştır.Vehhabiler Ümmet için geniş bir rahmet olan olumlu çeşitliliği kabul etmemiştir.
Vehhabiler Ümmetin malı olan trilyonlarca petro-doları ziyan ve israf etmiştir.Vehhabiler İslamî uygulamada İslam alemine, insanlığa örnek ve model olmamış; tam aksine kötü örnek olmuştur.
Vehhabiler kâmil Müslüman yetiştiren turuk-ı sofiyyeyi, Kemalîler ve Stalinistler gibi kapatmıştır.Vehhabiler kendi meşrebinden olmayan dindar mü’minlere kardeş gözüyle bakamamış, onlara rauf ve rahim olamamıştır.
Onların müluku, rüesası, ekabiri, ümerası Resulullahın ahlakı ile mütehalli olamamışlar; bazısı Nemrudlar, Firavunlar, Şeddadlar gibi ihtişamlı ve israflı bir hayat sürmüşlerdir.
Onlar zahirde yüzeyde kalmışlar, derinliklere ve inceliklere inememişlerdir.Vehhabilerin militanları ve holiganları, her ne kadar namaz kılsalar ve oruç tutsalar da İslam’ı ve Müslümanları temsil edemezler, umum Müslümanlar hakkında konuşamazlar.Vehhabilerin Ehl-i Sünnet ve Cemaate aykırı bütün ictihad ve fetvaları geçersizdir.Vehhabilerin dört hak fıkıh mezhebine aykırı görüşlerine itibar edilmez.
Vehhabilerin imam=din önderi olarak kabul ettiği, ilmi aklından fazla zatın bozuk inançları, fetvaları vardır ve mücessime ve müşebbihe olduğuna dair tenkit ve itirazlar bulunmaktadır.Allahu Teala ve Tekaddes hazretleri kemal sıfatlarla sıfatlıdır ve noksan sıfatlardan münezzehtir.
Allah yaratılmışlara, havâdise, mahlukata benzetilemez. Benzetenler sapıktır.Sema Allah tarafından yaratılmıştır. Allah semada oturuyor demek caiz değildir.Allah semada oturuyor diyen bir imamın ardında namaz kılınamayacağı konusunda Müslümanlar, ciddî ve icazetli Ehl-i Sünnet hocalarından bilgi almalı ve aydınlanmalıdır.Vehhabiler Sevad-ı Âzam değildir. İhtilaflı, tartışmalı konularda, azınlıkta olan o müfrit fırkanın re’yine, fetvasına, içtihadına itibar edilmez.
Sevgili Müslüman kardeşim… İşlerin hayırlısı orta ve mutedil olandır… Aşırıların tuzaklarına düşme, hilelerine kanma… Kur’an, Sünnet, Cemaat dairesi içinde bulun…İslam’ı bu dairenin icazetli hocalarından öğren…
Ne ifrata kaç, ne tefrite… Bir konuda çekişme varsa sen Sevad-ı Âzama tabi ol…Sevad-ı Âzam Ehl-i Sünnet ve Cemaattir. ’
M.Şevket Eygi..
***
VEHHABİLİK= SELEFİLİK SAPIK FIRKALARDIR..
Vehhabilik, bozuk ve sapık bir fırkadır. On sekizinci yüzyıl ortalarında, Arabistan yarımadasında, Necd bölgesinde ortaya çıkmış, Muhammed bin Abdülvehhab tarafından kurulmuştur. Bu şahıs, İbni Teymiyyeye sahip çıkmış, onun bozuk fikir ve görüşlerinin yayılmasında, baş rol oynamıştır. Bu fırkaya baglı olanlara, Vehhabiler adı verilir. Vehhabilerin Ehl-i Sünnete Karşı Oldugu Belli Başlı Yerler:
1- Sözlerine inandırabilmek icin, Selef-i Salihinin yani Salih olan selefin (Ashab-ı Kiram ve Tabiinin) yolunda olduklarını söyleyerek, kendilerine “Selefiler ve Ehl-i Sünnet” adını verirler.
2- Itikatta Selefi, amelde Hanbeli olduklarını savunurlar.
3- Dört şeri delilden, icma ve kıyası kabul etmezler.
4- Dört hak mezhebi tanımazlar. Bunlardan birine baglanmayı reddederler.
5- Peygamberimizin, hırka ve mübarek sakalının ziyaret edilmesini şirk sayarlar.
6- Müteşabih Ayet-i Kerime ve Hadis-i Serifleri zahiri (görünen) manasıyla yorumlarlar. Bu yüzden, yüce Allahı yarattıklarına benzetir ve bir cisim olarak görürler.
7- Yüce Allahın cisim oldugunu söyler, gökte olduguna arşın üzerinde oturduguna inanırlar.
8- Namazı kılmayan bir Müslümanın Dinden çıktıgını, kafir oldugunu söylerler.
9- Peygamberler ve Salihler vesile edilmez, (kişi dua ederken Peygamberler ve salihler hürmetine diyemez) derler.
10- Tasavvuf ve tarikatın bidat ve sapıklık oldugu inancını yayarlar.
11- Kendilerinin dogru yolda, gerçek Ehl-i Sünnet olan Maturidilerle Eşarilerin ise sapıklık içinde ve batıl yolda olduklarını iddia ederler.
Bir başka açıdan…
Kendilerine selefi derler. Ancak mantık olarak selefi olmaları mümkün değildir. Zira Selefi sahabeye ve sahabeyi gören nesle denir. Dolayısıyla zamanımızda selefi olmak mümkün değildir.
Kendilerine referans aldıkları kişilerden biri İbni Teymiye dir.
Vehhabilği Suudi Arabistan’da Osmanlı’ya isyan edip İngilizlerin menfaatine çalışan ibni Abdülvehhab adında sapkın bir kişi kurmuştur. kendilerinin hanbeli mezhebine bağlı olduğunu idda ederler ancak 200 den fazla sapkın inanışları vardır.
Vehhabilerin 3 temel inancı;
1-”Amel imandan parçadır, namaz kılmayan kafir olur” derler.
2-”Peygamberlerin ve velilerin ruhlarından yardım istemek küfürdür, bir peygamberin ya da velinin kabrini ziyaret edip onun vesilesiyle Allah’tan istemek şirktir,insani kafir yapar” derler..
3-Türbe yapmayı, türbede dua etmeyi, ölüler için sadaka vermeyi şirk sayarlar. Bu şekilde inananları öldürmeyi, malarını yağmalamayı mübah sayarlar.(Bakınız; El Kaide ve Üsama b. Ladin…)
Diğer yanlış inançlarından..
— Bir mezhebe uymayı kabul etmezler
—Türbeleri puthaneyle bir tutarlar,
—Şefaate inanmazlar
—Keramete inanmazlar
—Tasavvufu inkar ederler
—Allah için adak kesip etlerini dağıtıp sevabını peygamber ve velilere, geçmişlere bağışlamak şirktir derler
—Ölüler söylenenleri duymaz derler.
—Mescidi Nebeviyi ve Peygamberimizin kabrini ziyaretetmek için uzak yoldan gitmek yasaktır derler.
—Kaside ve Naatları sevmezler
Allah arşın üzerinde oturur derler.
—Sebeplere yapışmaya ve vesileye şirk derler.
—VAHHABİ OLMAYANI KAFİR SAYARLAR.
***
Tasavvuf Düşmanlıkları
“İSLAM’da tasavvuf yoktur, tasavvuf şirk, küfür ve dalâlettir” gibi sözler Ehl-i Sünnet ve Cemaat ulemasına ait değil; Vehhabîlere aittir. Binaenaleyh bu gibi aşırı görüşler biz Sünnî Müslümanları bağlamaz ve bunlara asla itibar etmeyiz.
Gerçek İslâm tasavvufunun Hind’ten, Kadim Yunan’dan, şuradan buradan geldiğini iddia edenler de yalan söylüyor.
Tasavvuf İslâm’ın ahlâk, zühd, bâtın boyutudur. Gerçek tasavvuf yüzde yüz Kitab’a, Sünnete, Şeriata uygundur.
İmamı Gazalî hazretlerinin, el-Munkizu min ed-dalâl kitabında buyurduğu gibi İslâm’ı en iyi anlayanlar, en iyi yaşayanlar, en takvalı ve kâmil Müslümanlar sûfîlerdir.
Evliyaurrahman’ın çoğu sûfîler içinden çıkmıştır. Gerçek sûfîler her asırda yeryüzünde Allah’ın şâhidleri olmuşlardır.
Gerçek sûfîler Resûl-i Kibriya aleyhissalatü vesselam Efendimizin vekilleri, varisleri, halifeleri olmuşlar ve onun sünnetini yaşamış ve yaşatmışlardır.
Gerçek sûfîler kuru lâfla değil, hâl ile İslâm’ı tebliğ etmişler ve nice insanın hidâyetine vesile olmuşlardır.Gerçek sûfîlere bakan onlarda İslâm’ı görür.
Gerçek sûfîler insanın en büyük düşmanı olan nefs-i emmâre ile büyük cihad yapmışlardır.Gerçek sûfîler yalancı, aldatıcı, azdırıcı dünya tuzaklarına düşmemişler ve Müslümanları da bundan korumak için çalışmışlardır.
Gerçek sûfîler emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmışlardır.Gerçek sûfîler İslâm’ın baş emri olan beş vakit namazı dosdoğru kılmışlardır.Gerçek sûfîler Kur’ân’ın ve Sünnet’in askerleri olmuşlardır.
İhlâs, sıdk, vefa, seha, mürüvvet, fütüvvet gerçek sûfîlerin hasletleridir.
Tasavvuf düşmanları bazı meczubîn’in şatahatını ön plana çıkararak saldırıyor. Şathiyat örnek olmaz. Tasavvuf şathiyat değildir.
Cihan tarihinin gördüğü en büyük ve doğru devlet olan (Kuruluş ve yükseliş devrini kasd ediyorum) Osmanlı’ya bakalım. Sultan Osman Gazi Han’dan, Son Padişah Vahidüddin Han’a kadar bütün Selâtin-i Osmaniye (nevverallahu merakidehum) tasavvuf ve tarikat mensubu idiler, bir veya birkaç şeyhe intisabları vardı. Tasavvuf ve tarikat olmasaydı Devlet-i Aliyye 600 sene değil, 60 sene pâyidar olamazdı.
Osmanlı sultanları dünya sultanı olarak mâneviyat sultanlarına tâbi olmuşlardır. Onların büyüklükleri ve sultanlıkları buradadır.Selâtin-i Osmaniye’nin çoğu büyük velidir. Bu velayete tasavvuf ve tarikat sayesinde nâil olmuşlardır.Osmanlı devleti sadece ordularıyla değil şeyhleri ve dervişleriyle de fütuhat yapmıştır.
Gazi Sultan MehmedHan-ı Sâni efendimiz henüz 21 yaşında iken İstanbul’u, biiznillahi teala, şeyhi ve mürşidi Akşemseddin hazretlerinin dua ve himmeti ile almıştır.Asıl bid’at, Vehhabîlerin ve diğer bazı ehl-i bid’atin tasavvufu ve tarikati inkar etmeleri, bid’at saymaları, sûfileri müşrik ve kâfir ilan etmeleridir.
Tasavvufu kaldırın, Osmanlı’dan ne kalır?
Vehhâbîlik hareketi Osmanlı İslâm devletine ve Hilafet-i İslâmiyeye karşı tuğyan ve isyandır.Vehhâbîlerin Osmanlılar gibi fütuhatı var mıdır?Vehhâbîler, baştan beri İngiliz ve düvel-i muazzama-i Salîbiyye tarafından desteklenmiştir ve el’an desteklenmektedir.
Bugün ABD ayakta duruyorsa Vehhâbîlerin ABD bankalarında sakladıkları bir trilyon dolarla durmaktadır.Tarih boyunca Fahr-i Kâinat Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimize en büyük saygıyı Osmanlı sultanları, Osmanlı devlet ricali, Osmanlı Müslümanları göstermiştir.
Resûlullah’ın kubbesini yıkacağız, nâşını kabrinden alıp başka yere gömeceğiz, toprağını da düzleyeceğiz diyen Vehhâbîlerde Peygamber-i zîşan efendimize hürmet var mıdır?
Tarih boyunca Hulefa-i Râşidin (radiyallahu aleyhim ecmain) devrinden sonra Tevhid bayrağını en fazla yüceltmiş, en fazla fütuhat ve i’lâ-i kelimetullah yapmış devlet ve topluluk Osmanlı’dır.
Osmanlı atalarımız Din-i Mübin-i İslâm, Kur’ân, Sünnet ve Şeriat-ı garra-i Ahmediyye yolunda milyonlarca şehid vermiştir.Bunca mü’mine, şehid, gaziye, fâtihe, din hizmetkârına, ulemaya, meşayihe, mürşitlere, evliyaullaha; müşrik, kâfir ve sapık diyenler ne kadar hayâsız ve insafsız kişilerdir.
Selefiye ismi…Selefiyye ismi, bu asırda Vehhabilik akımının örtündüğü bir isim olmuştur. Halbuki Selef-i salihin, ashabı kiramın devamı olan tabiin ve peşlerinden gelenlerdir. Dört mezheb imamı da selefi salihdirler.
Bu zaman selefiyyesinin en bariz hususiyyetleri tasavvufu inkar, kabir ziyaretini men etmek, şefaati yok etmek, Allah dostlarına ve keramete asla değer vermemek, istediği mezhebten alıp uygulamayı kendinin yapabilmesi, Allahın Arş’a oturduğu itikadı, Arş’ın kadim olduğu iddiası, tevhid inancı diyerek herkesi tekfir gibi pek çok marazları vardır.
Bu fikirlerin reddiyesi için yazılan eserler pek çoktur. Biz ana hatlarıyla kısa ve aklınızda kalacak cevaplar verelim:
1-Tasavvuf yani tarikat, Resulullah s.a.v den itibaren Ebu Bekir Sıddık r.aın kalbine akıtılan manevi kuvvetti. “İkinin ikincisi idi. O vakiite ikisi mağarada idiler. Arkadaşına diyordu: Üzülme, ALlah bizimle beraberdir. Allah sekinesini -kuvve-i maneviyyesini- indirdi…”
Tevbe suresindeki bu ayetin ifadesiyle kalbine akıtılan manevi kuvvetle Ebu Bekir Sıddık’tan r.a. her türlü korku ve endişe gitmiş yok olmuştur. İşte bu manevi akımın kalbe inmesiyle iman en zirveye ulaşır. Şimdi kişi bana böyle bir meneviyat lazım değil diyebilir mi?
Bu halin devamı için Allah dostlarının yaptığı düzenlemeye tarika ismi verildi, yeni bir şey icat edilmedi.
2-Kabir ziyareti: Efendimiz s.a.v. “Bundan evvel size kabir ziyaretini yasaklamıştım, artık kabirleri ziyaret ediniz…” buyurmakla bu izni vermiştir. Cahillerin aşırı davranışları yüzünden bizim usulüne göre ziyaret edip ölüler için Kur’an okumamızın ne sakıncası var? Üstelik “Ölülerinize yasini okuyun” diye emir de var.
3-Şefaat: Resulullah s.a.v. buyurdu: “Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir.” Bu hadisi şerif, Ravzayı Mutahhara önünde ecdadımız tarafından yazılmış levha olarak işlenmiştir. İnkarcılar kafalarını kadırsınlar da oraya baksınlar.
4 – Kerametler haktır ve meydana gelmiştir. Bütün savaşlarda islam askerlerinin kendileri de eskiden ölmüş şehitler veya veliller de savaşlarda harikulade başarılar sergilemiştir. Ayrıca ashabı kiram ve peşlerinden gelen salih kimselerden pek çok keramet nakledilmiştir. İnkar eden bereketinden mahrum olur. Zaten ehli sünnet olmayanlar veli olamadığı gibi keramet ehli de olamazlar, zira velilik ve keramet Efendimiz s.a.v. den akıp gelen hallerdir. Vehhabi kafalılar, zaten peygamber öldü işi bitti diyerek alakayı kesmişler.
5- mezhebleri birleştirmek: Kişi kendine göre uygun gördüğü bir fetvayı dilediği mezhebten alıp uygularsa ortaya yeni bir mezheb çıkar. Böylece işin sonu felakete gider. Fetva ve içtihad ehli olmayanlar taklit ehli olan cahillerdir. Bunların yapacağı iş, kabullendiği bir müçtehidi taklit etmektir. mesela: Hanefiye göre abdest alıp namaza başlasa, namazda iken elinden kan aksa, hemen şafiiye göre niyet ettim diyerek namaza devam etse bu caiz olmaz. Zira başlangıçta olan mezhebi itibar edilir. He işte durum böyledir. Bu kargaşalığı önlemek için alimler asırlarca mezheb fetvalarını beyan etiler.
Onlardan petro-dolarlar alıp mü’min, muvahhid, muhlis ecdadını sövenlere yazıklar olsun.
Yâ Rabbi içimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helâk etme.Bunlardan herkesi haberdar ederek EHL-İ SÜNNET VEL CEMAAT inancına sahip çıkalım…
***
Bugün bütün bu yazılan çizilenlere baktığımda Vehhabiliğin Türkiyede bir çok taraftarı olduğunu maalesef görmekteyiz.
İlahiyat titri taşıyan birçok akademisyen ve hocalarımızın Vehhabiliği aşıladığını da söyleyebiliriz.
Anadoluda halkımızın saf duygularla ziyaret edip Allahatan yardım istediği türbelere put,şirk olarak bakan kardeşlerimizin Vehhabilik görüşüne batağına saplandıklarını söyleyebiliriz.
Yine Allahla kul arasına kimse giremez küfürdür diyerek tasavvufu reddeden,rabıta ve seyrü sülük müessesesini inkar eden taifenin bu hocaların zehirli fikirleriyle bataklığa düşen kardeşlerimiz olduklarını söyleyebiliriz.
Cem eviyle camiyi biraraya getirmek isteyenlerde ,üç hak din diyenlerde yine aynı merkezlerden zehire bulaşmış olduklarını söyleyebiliriz.
İlahiyatcı titri taşıyan ekranlarda boy gösteren Kuran İslamı diye bangır bangır bağıran hocaların bu bataklığın sıtma mikrobunu bulaştıran sivrisinekleri olduklarını söyleyebiliriz.
Allahım bu asil Milleti Ehl-i Sünnet müslümanlığından ayırmasın.
Hadis-i Şerifte Resulullah Efendimiz:
Ahir zamanda ümmetim 73 fırkaya ayrılacak.72 si cehennemde sadece 1 i cennette buyuruyorlar.Eshab-ı Kiram sorduğu zaman o bir fırka kimdir diye:
Benim ve Eshabımın yolunda olanlardır.Ehl-i sünnet üzere olanlardır buyuruyorlar.
Durum vahim.Bize düşen inananları korumak ikaz etmek.
Hak da belli hak olmayanda.Dünyada 2 milyar müslüman var.Bunun ne kadarı ehl-i sünnet acaba.
Büyük çoğunluk inşaallah ehl-i sünnet müslümanı.
İslam için atide en büyük tehlike şia ve Vehhabilik cereyanlarıdır yıllardır olduğu gibi.
Rabbim sapık cereyanların belini kırsın.
Anadolu İslamı Yunus Emreler Mevlanalar H.Bektaş-ı Veliler Horasan Erenleri hep ehl-i sünnet idiler.
Bize düşen özü muhafaza etmektir.
Dışardan İslama sokulan herşey bidattır ve her bidat bir sünneti yok eder.
Allah yardımcımız olsun..
03.12.2015//KIRIKKALE
HİDAYET DOĞAN OSMANOĞLU