- 623 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
BAŞKAN RAMAZAN YILDIRIM KÂHTA’MIN UNUTULMAZ ÇINARI
MAZİYE YOLCULUKLAR – 59
Televizyonda “Hatırla Sevgili” dizisinin tekrarını izliyorum.
Dolu dolu yaşadığımız günler, tanık olduğum olaylar, olayların kahramanlarıyla dışarıda arkadaşlıklarım, koğuşta ranza komşuluğum, mahkeme salonlarında coplanmalarımız gözlerimin önüne geliyor. Yapılan işkenceleri yeniden yaşıyorum.
Ağızları kenef gibi kokan, eli gözü bağlı insanlara işkence yapmaktan zevk alan insan artıklarının zavallılıklarını yeniden izliyorum. Çarmıha gerilen bedenimde gezinen bok böceklerinin çaresizliğini hatırlıyorum. Yoğun duygular içindeyim. Dizi bitti…
Bilgisayarı açtım. Kahtanet sitesinde manşette Başkan Ramazan Yıldırım’ın ölüm haberi var.
Resmine bakıyorum. Gözlerimden yaşlar akıyor. Haberin devamına bakıyorum. Yaşlanmış hali ile karşımda başkan ve sevgili eşi Asiye Ablanın resimleri var.
Bu sabah mazi iki eliyle yakamdan tutmuş silkeliyor…
Mazi; gölgemdir…
Mazi; yükümdür…
Mazi; acı türkümdür…
Mazi; kor közlerin altında yandığı, beni pişiren kazandır…
Mazi; sevdiklerimi soldurup, yere düşüren hazandır…
Mazi; bir adaletsiz mizandır…
Mazi; sürgündür, benim için Fizan’dır…
Mazi; sevgi fukarası, insanlığın yüz karası, demokrasi palavrası atanların egemen olduğu karanlık bir dönemdir.
Üzerimde siyah önlüğüm, Kubilay İlkokulu’na gider gelirken başkanın evinin önünden geçerdim. Her karşılaştığımızda, onu ütülü takım elbisesi içinde görürdüm. Sabahları evden çıkarken Asiye Abla eşini muhakkak yolcu ederdi.
Sokakta köylülerle konuşurken görürdüm. Onları büyük bir dikkatle dinlerdi.
Ortaokul yıllarında sevgili Başkan Ramazan Yıldırım’ı daha iyi tanımaya başladım. Saygı duydum. Sevdim.
1968 yılında Besni Öğretmen Okulu’na gittim.
1968 fırtınası ile savruldum.
Ancak 1974 yılında Kâhta’ya dönebildim…
İlk günlerde babamın dükkânında körük çektim, balyoz salladım. Daha sonra bir dükkân tuttum. İçine üç masa topu (langırt) koydum. Çalışmaya başladım. Birkaç ay sonra kazandığım parayla Cantekin Kitapevi’ni açtım. Langırt masalarını çalıştırdığım dükkânı da ücret karşılığı bir arkadaşa teslim ettim.
Cantekin Kitapevi, eski çarşıdan Ziraat Bankası’na çıkan köşedeydi. Bir cephesi PTT’ye, diğer cephesi de Ziraat Bankası’na bakardı. Camlarda afişler, vitrinde 68 kuşağının elinden düşürmediği şiir, hikâye, roman ve bilimsel kitaplar vardı.
28.08.1975 günü öğleden sonra bir yüzbaşı 10 asker ile birlikte kitapevine geldi. ( O zamanlar Kâhta’da polis teşkilatı yoktu.) Yüzbaşı arama yapacağını söyledi. Ben de savcılık kararı olmadan işyerimde arama yaptırmayacağımı söyledim. Yüzbaşı arama kararı olduğunu söyleyerek bana bir dosya verdi. Arama kararını okudum. Karara iliştirilmiş bir evrak vardı. O evrakı da okudum.
İhbarcı Osman Turanlı yazıyordu. Yapılan ihbarda işyerimde yasak yayınlar bulundurup sattığım, işyerini silah ve cephanelikle doldurduğum yazılıydı. Yanlışlıkla ihbarcının ifadesi arama tutanağına iliştirilmişti. Ben de okudum.
Yüzbaşıya:
- Buyurun sen aramanı yap, ben dışarı çıkıyorum, dedim.
Çıktım. Dükkânın önünde volta atmaya başladım. Çok geçmeden PTT ile eski Kaymakamlık evinin ortasından geçen yolda Osman Ağa göründü. Hükümet Konağı’ndan geldiği belliydi. Evine gidiyordu. Yanında 40 kişiye yakın adamları vardı.
Ben onları görünce dayanamadım. Bağırmaya başladım:
- Kim beni ihbar etmişse … dedim.
Osman Ağa’nın cevabı gecikmedi:
- Seni ben ihbar ettim, dedi.
Kavga başladı. Önce ben yalnızdım. Bire kırk… Üzerimde silah bile yoktu. Karşı taraftan birkaç kişi silah sıkmaya başladı. Gençlik işte. Silaha karşı taşla gidiyordum. Yüzbaşı ve askerler dükkândan çıkmıyordu. Daha önce tanıştığımız Adanalı bir asker gelerek kendini önüme attı. “Kurşuna karşı taşla gidilmez Cantekin Ağabey” dedi. Silah seslerine belediye parkında oturanlar, toprak kulüpte oturanlar, sokaktan geçenler gelmeye başladı. Kalabalık arttıkça arttı. Hiç tanımadığım insanlar yanımda karşı tarafa taş atıyorlardı. Ben kalabalığın ortasında kalmıştım. Kavga çok büyüdü. Ağaya karşı halk hareketi başlamıştı. Ağalar ve adamları ağanın avlusuna kaçtılar. Avlu duvarının arkasından halka taş atıyorlardı. Havaya ateş ediyorlardı. Adıyaman’dan asker ve polis istenmiş. Onların gelişi ile ancak kavga bastırılabildi…
Başkanın yiğitliğini o gün asker ve polis gelmeden önce yaptığı konuşmadan anladım:
- Yeter artık ağalardan çektiğimiz. Silahı olanlar alsın gelsin. Ya ağalar bitecek ya da halk.
O konuşmayı hiç unutmadım…
Kavganın iki tarafından da gözaltına alınanlar oldu.
Başkan da benimle birlikte gözaltına alınmıştı. Bizi jandarma koğuşunun yanındaki bir odaya koymuşlardı. Karşı taraf ise alt kattaydı. Odada bizi sakinleştiren sevgili başkan Ramazan Yıldırım’dı. Sabaha kadar öğütler verdi.
Sabah olunca kavganın iki tarafını birlikte savcının odasına aldılar.
Savcı ilk sözü Osman Turanlı’ya (ağaya) verdi.
Osman Ağa:
— Biz hemşeriyiz. Bir hata yaptık. Kimseden şikâyetçi değiliz.
Ben, şikâyetçiyim demeden sevgili başkan sözümü kesti:
— Mahmut sen sus.
Sustum.
Savcı sözü başkana verdi.
Başkan:
— Savcı Bey, biz de şikâyetçi değiliz. Kavga bir hataydı.
Savcı Bey:
— Size kavga yakışmıyor. Bir daha sizi burada, bu durumda görmek istemiyorum. Serbestsiniz.
Dışarı çıktık. Herkes evine gitti.
Birkaç ay sonra askere gittim. 18 ay askerlik yaptım. 1977 yılında tezkeremi alarak Kâhta’ya döndüm.
Ziraat Bankası’nın aşağısında, o gün ki emniyet binasının altında yeniden Cantekin Kitapevi’ni açtım.
1978 yılında illegal örgütlerin çeşitli fraksiyonları Kâhta’da boy göstermeye başladı.
O gruplardan biri sevgili Başkan Ramazan Yıldırım’ın matbaasının duvarına “Kahrolsun Sosyal Faşistler” diye yazmış. Başkan yanıma geldi. Çok üzgündü. Çok kızmıştı:
— Mahmut o yazıyı kimler yazdırdı. Ben Sosyal Faşist miyim? Faşistin Sosyali olur mu? Benim gibi bir insana nasıl faşist derler?
Sandalye verdim. Oturmasını rica ettim. Oturdu. Konuştuk. Sakinleşti.
O günlerde yerli ve yabancı ajanlar Kâhta’yı karıştırmak, Kâhtalıları birbirine düşürmek için büyük bir çaba içindelerdi. Bizleri birbirimize karşı tahrik etmek istiyorlardı. Onlardan çoğu kapımı çaldılar. Beni kirli emellerine alet edemediler. Elleri boş olarak benim yanımdan ayrıldılar…
Sevgili Başkan Ramazan Yıldırım, her zaman barıştan yanaydı. Kavgayı sevmiyordu. Bizim de kavgadan uzak durmamızı istiyordu. Tahrikçilerin oyununa gelmeyin diye sürekli uyarıyordu. Bir ağabey olarak bizi belalardan korumaya çalışıyordu. Demokratik mücadeleye inanmıştı. Bize de hep yasal yolları öneriyordu.
12 Eylül darbesi ağaların yardımına yetişti. Ağanın evi sıkıyönetim komutanlığı gibiydi. Çoğu kararlar ağanın yemek masasında alınıyordu…
12 Eylül darbesi Kâhta’da ağanın diktatörlüğüne dönüştü.
Ağalığa karşı olan genç ihtiyar tüm Kâhtalılar gözaltına alındı. İşkenceden geçirildi. Yıllarca tutuklu kaldılar.
Sevgili Ramazan Yıldırım da gözaltına alındı. Ağalığa karşı olmanın cezası olarak hapishanelerde yattı. Sorguda, mahkemede, hapishanede onurlu duruşunu sürdürdü. Zalimlere boyun eğmedi. Kendisi ile birlikte çile çekenlere moral vermeye çalıştı. Başkan kimseye boyun eğmedi.
1979 yılında Afyon’da öğretmenliğe başladım. 1983 yılında it sürüsünü geçen ağanın ihbarcılarının marifetiyle görevden alındım.
Sıkıyönetim kalkınca dava açtım. Açtığım dava 1991 yılında sonuçlandı. Öğretmenliğe geri döndüm.
Sevgili Başkan ile son görüşmemiz o yıl oldu.
Sevgili Başkan seni seviyorum.
Asiye Abla’ya, çocuklarına, sevenlerine sabırlar diliyorum.
Allah gani gani rahmet eylesin.
Mekânı cennet olsun.
Güzel Kâhta’m, seni seven değerli bir insanı daha yitirdin.