- 741 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
Yasak Elma
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
(LaTekmenden Büyüklere Masallar)
Yorgun bir günün sonunda güneşte ısıttığım su ile duş alıp üzerimi değiştirdikten sonra terasa oturmuş keyifle çayımı yudumlarken günbatımını yaşayan ufkun göz alıcı kızıllığını seyreyliyorum. Yaklaşık altı aydır yaptığım bir şeydir bu benim. Ama her zaman çay olmaz elbet. Kimi kahve olur, tövbekâr değilim; kimi rakı, kimi de bira. Ne içeceğime o günkü ruh halim karar verir.
Ufuk her zaman kızıl da olmaz. Turuncu olduğu, sarı gibi daha açık renklere büründüğü de olur. Nasıl olursa olsun ama seyri her zaman güzel olur. Geceyi beklerken “ömrümden bir gün daha gitti” diye üzülmem nedense. Aksine içime mutluluk, ruhuma gani gani huzur dolar…
Lakin sebebini bilemesem de bu akşamüstü başkalarına benzemiyor gibi. Birileri, topuz uçlu değneği ile dürtüp duruyor sanki sırtımdan. Bundan olsa ki, tuhaf bir huzursuzluk var üzerimde.
“Kalk hadi, kalk!”
Dürtüp durma cadı ebem gibi, neden kalkıyorum?
“Gidip çeşmeyi kapat!”
Kapar dururuz, acelesi ne?
“Aklındayken kapat. Sonra unutuyorsun da köstebek deliğinden kaçan sular yamaçtan çeşme yanına kadar sel olup akıyor. Sular azaldı, bahçe sulamayın diye anons etmediler mi camiden? Üstelik iki kez! İllaki biri gelip de laf mı söylesin? Laf da kaldıramıyorsun doğrucu ananın doğurduğu doğru oğul gibi; saniyede panikleyi yıkılacakmış gibi tirim tirim oluyorsun.”
Tamam, dur az. Çayımı içeyim hele. Hem sarhoş olduğum gece unutmuştum onu. Bugün çay var bardağımda, bira içmiyorum ya!
Köy evimin elektriğim yok. Uzun bir kabloyla yolun öte yanındaki içinde oturulmayan evden almışım onu. Suyu da elli metrelik hortumla aynı evin bahçe çeşmesinden taşıyorum. Kabloyu kimi yerde toprağa gömerek, kimi yerde daldan dala gererek sabitlemiştim ama hortum öyle değil. Yol üstünden geçiyor ve üzerinden az da olsa arabalar geçtiği için tekerlekle mıcırlar arasında kalıp ikide bir delinip su fışkırtıyor. O sebepten ihtiyacım olduğu zaman açıyor, işim bittiğinde de çeşmeden kapatıp yol kısmını ek yerinden ayırarak kenar bir yerde topluyorum.
“Kalk hadi kalk!”
Dikilmiş biri arkama, sihirli değneği ile sürekli sırtımdan itekliyor, yetmezmiş gibi koltuklarımdan tutmuş, oturduğum yerden kaldırmak istiyor.
“Kalk hadi, kalk!”
Tamam, diyorum sonunda. Anlaşıldı. Kalkıp içeriye gidiyorum, tedbir için çaydanlığın altını söndürüyorum. Tabii neyin tedbiriyse bu! Çeşmeyi kapatırım, hortumu ek yerinden ayırıp yol boyuna toplarım; hepsi bu kadar. Çok olsa on dakikalık bir iş. Dönüp gene eve gelirim…
Kim olduğunu bilmediğim biri “git” diyor, ayaklarım da onu dinleyip aşağıya doğru yürüyor. Giderken ocağı söndürüyorum ama kapıyı örtmüyorum nedense…
Taş duvarlı eski ev ile ahır arasındaki dar ve alçak yerden eğilerek geçip sahipsiz boş bahçeye giriyorum. Aylardır rutin olarak yaptığım olağan bir şey bu. Ama bu sefer olağandışı bir durumla burun buruna geliyorum.
Bahçede o var…
Karşı sınırdaki katırtırnağı ile ahır duvarı dibindeki dut ağacı arasına gerdiği beyaz naylon ipine uzanıp uzanıp çamaşır seriyor.
Bu ev onların değil oysa. Bu köylü bile değil o. Burada olmaması gerekir. Şimdiye dek hiç olmamıştı ki!
Ama şaşırmıyorum nedense. İçimi tarifsiz bir sevinç kaplarken gözlerimin içi gülüyor. Altıncı his diyorum içimden. Anladım, beni itip getiren o ama onu kim getirdi buraya? Kozmik bir şey olsa gerek. Ya da reenkarnasyon denen şey mu bu?
Bakışlarımı ondan alamazken unutmadan çeşme musluğunu kapatıyorum hemen. Yıllardır veremediğim kararı da işte o an, o küçücük su yalağı dibindeyken çarçabuk veriyorum. Burası dönüm noktası olsun diyorum kendime ve hayatımın bundan sonraki seyri de varsın değişiversin diye ekliyorum. Baskıladığım duyguları azat etmeliyim artık…
Usul adımlarla yürüyüp yanına gidiyorum. Sessiz. Kelebek kanatları takınmışım gibi ayaklarım yere basmıyor sanki. Ne diyecek, ne tepki verecek bilemiyorum ama ne olacaksa olsun, artık yapmalıyım diyorum. Zincirler, gemiler, ne derler… Yeter! Aslında her şeyi yıllardır biliyorum. Biliyorum da her seferinde korkularıma yenik düşüyorum. Biliyorum, o da biliyor. O da istiyor. Ama onun da korkuları var.
“Ne derler, ne söylerler…”
İkimiz de diyemiyoruz; ne derlerse desinler! Ayıp mı? Günah mı? Ahlaksızlık mı? Tabuları yıkıp gemileri yakmak, zincirleri kırıp kaçmak ahmaklık mı? Daha kaç dünya var yaşanacak, kaç hayatımız var yaşanılacak? Zaman akıp gitmiyor mu su gibi? Bir var bir yokmuş misali ömrümüz tükenip bitmiyor mu ahlar, vahlar ile? Kim bengisudan içti de ölmedi? Kim öldü de yeniden dirildi?
İyi de kim soruyor bu soruları?
Ben mi?
Başını ellerim arasına alıp usulca kendime doğru çekiyorum. Alnımı alnına dayarken burnum burnuyla öpüşüyor. O an nefes alıp verişini duyuyorum. Lakin "titremiyor" diyorum içimden. Korkmuyorum ki! "Deniz gözlerin" diyorum. Hep seni gördüler. "Saçların yumuşacık…" Hep okşamanı beklediler. "Ellerin…" Hep ellerini aradılar. "Dudakların..." Hep öpeceğin günü beklediler. "Yanakların kızarmadı hiç." Yapma, ateşler bastı!
Yanakları avuçlarımdayken;" artık yeter" diyorum fısıldayarak. "Öpüyorum." Konuşmuyor. Susarken deniz gözlerini yumup bekliyor.
Dudaklarım dudaklarına değiveriyor sonra. Dudakları dudaklarıma. Sarılıp kenetleniyoruz hızlıca. Tek beden oluyoruz. "Ne çok özlemişim" diyorum içimden. Ya ben! Göğsünün yumuşaklığını göğsümde, tanininin sıcaklığını tenimde hissediyorum. Burnum yaban gülü kokusunda, dilim balözü tadındayken ben de yumuyorum gözlerimi. Bir daha açmıyoruz. Açarsak sihir bozulacak…
Dakikalarca. Dudak dudağa, sarmaş dolaş. Doruklara çıkarken nefessiz kalıyoruz. Sonra başımız dönüyor ve düşüyoruz…
***
Uzun ve yorucu bir yaz gününün sonunda fayanssız küvetsiz banyomda duş alıp ter ve kirden arındıktan sonra çıkıp terasa oturmuşum. Cilasız ahşap masamın üzerinde mor taneli bir salkım üzümle bir dilim beyaz peynir ve bir çatal kaşık var. Bir bardak da aklaşmış rakı…
Sandalyeye oturmuşken günbatımını yaşamış ufkun üstünde kümelenmiş ateş yalımı gibi kızaran top bulutları seyreyliyorum. Biraz sonra közler sönüp küllenince gece karanlığa bürünecek. İşte o zaman Çobanyıldızı parlayacak ama ay çıkıp gelecek mi evinden, işte onu bilmiyorum.
“İçme!” demiş bir ses.
Neden?
“Nefesin kokmasın…”
Bu yüzden mi bardak hala dolu? Peynir dilimi hiç kesilmemiş. Mor üzüm tanelerini koparıp koparıp tek tek ağzıma atarken bir şeyler anımsar gibi oluyorum. Düşte görmüşüm gibi. Ya da rüyamda… Veya başka bir yaşamda…
Tuhaf hisler içindeyim. Susuzluktan yanmışım, günlerce aç kalmışım gibi yüreğim karnımda atıyor sanki. Kanmak için bira mı içseydim acaba? Doymak için yağlı ızgara mı yeseydim?
“Öyle bir şey değil ki bu!” diyor birisi. Bir başkası da “rakı içme” diyor. Her kim iseler?
Nefesim. Nefesi. Damağımda bir tat... Balözü. Burnumda bir koku… Yaban gülü. Hatırlar gibi oluyorum. Menekşe. Evet Menekşe. Terk edilmiş evin büyülü bahçesinde. "Ben on dokuz, sen on yedisinde..." Ah keşke! "Değil miyiz?" Keşke! "Sen otuz beş, ben ondan öte..." Olsun, bundan kime ne? "Sen genç, ben geçkince..." Öyle deme. "Yetmiş olurum sonra, sen hala gerilerde..." Olsun, elinden tutarım. "Yapma menekşe! Ben ölürüm sonra, sen tek başına..." O zamana kadar yaşadıklarım yeter bana… "Ah Menekşe!"
Tadı damağında, hevesin kursağında kalmışken böyle boş boş oturulur mu gamsızlar gibi? Kimsin sen? Üstelik karnın da ağrıyor. İyi de neden? Yapma koca adam! Aşktan mı diyorsun? Sana demedi mi? Ne dedi? Ömür boyu birlikte olamayacaksak bari bir kızımız olsun. Öyle mi dedi? Gözleri bana benzeyen, kaşları sana. Hatırlamıyorum. Demedi mi; biz gidince o kalacak ikimizde geriye. Onun bir kızı var zaten, bir de oğlu. Benim iki kızım var, bir de oğlum. Varsa var, ne olmuş? Dul mu o, kocası yok mu? Olursa olsun, ne olmuş? Boş mu oldum ben, bir karım yok mu? Olursa olsun!
Kimsin sen be, neler diyorsun böyle?
Yer siyah olup gök mavide kalınca ufuk çizgisi belirginleşiyor. Önce Çobanyıldızı doğuyor ufkun az üstünde, peşinden de milyarlarcası gökyüzünde. Sokak lambaları tek tek yanıyorlar. Ay, evinden çıkıp gelmiş; gümüş tahtında oturuyor. Uzaklardaki gece kuşlarının seslerini duyuyorum...
Tadı damağımda, hevesim kursağımdayken…
Bir ses işitmiştik gaipten. Boğuk bir tonla; “utanmazlar!” diye bağırıyordu bize. “Ve de günahkârlar!”
Hazzın doruğuna çıkarken nefessiz kalınca başımız dönüp düşmüştük. Dudak dudağa ve sarmaş dolaşken yuvarlanıp gürlük dibine gitmiştik. Görüldük. "Görüldük mü?" Ama kimseler yok ki! "Yok mu?" Öyle ise akşama… "Akşama mı?" Gene… "Gene mi?" Ay tahtına oturduğunda. "Bekler misin beni?" Ezelden ebede. "Ebede…" Bir iz bırakalım adamım, o kalsın ikimizden geriye…
“Ay tahtına oturdu” diyor bir ses. Evet, oturdu. “Uzaklarda gezinen siluetleri görüyor musun?” Görüyorum. “Haydi öyleyse, vakit tamam.” Tamam, diyorum. Kelebek kanatları takınıp uçarca gidiyorum. Ve sessiz. Kapısı kırık dar ve alçak geçit ay gölgesinde kalmışken öteden diyorum kendime. Karanlık dar yamacı inerken ateş çakan böcekleri ışık tutuyor ayaklarıma. Az gidince duvar dibinden sola dönüp efsunlu bahçeye giriyorum. Giriyorum ama ne zamanda yolculuktan izler, ne kozmik ışın denen şeyler, ne ruh gücü; kapıları kapalı, camları ışıksız evde insan değil cinler oturuyor. Lakin beyaz naylon ip hala katırtırnağından dut ağacına dek gerili…
Ay ışığı usul usul sallanan çamaşırlara ak boyalı duvarlarda hayalet dansı ettirirken onu değil ama şalvarlı bir kadın görüyorum orada. Uzanıp uzanıp plastik mandalları açıyor, ipten aldığı çamaşırları da sol kolunda topluyor. Gözlerimi kocaman açıp dikkatle bakıyorum. Ama öncekinin aksine bu sefer şaşırıyorum. Çünkü çamaşır toplayan şalvarlı kadın Menekşe’min anası.
Bu ev onların değildi oysa! Üstelik bu köyden bile değildi o. Burada olmaması lazım. çünkü hiçbir vakit olmamıştı. Sonra ürküyorum. Ve titriyorum. Beni görmüyor henüz ama ya görürse! “Ne işin var dul bir kadının evinde?” deyip diklenirse! Kelebek kanatlarımı çırparak uzağından sessizce geçip harabe olmuş ambar evine doğru gidiyorum. İçinde iki araba tekerleği var. eski zamandan kalmış. Birini alıp siyaha boyadıktan sonra evimin teras duvarına asacağım. Onu almaya gelmiştim ben. Yalancı! Gerçekten Emine Hanım, başka ne işim olur sizin sahipsiz bahçenizde? Yalancı! Rica ederim Emine abla! Ne ablası be, ne ablası? Yaşıt değil miyiz biz?
Kızım yaşındaki birisiyle mi öpüşmüştüm ben? Öyle utanıyorum ki, zangır zangır titrerken dilimi yutmuş gibi oluyorum.
Öyle zor bir durumdayken o geliyor yanıma. Ay aydınlığında. Yüzünde aynı masumiyet, gözlerinde aynı gülümseme; “korktun mu?” diyor. Korktum. “Görmez ve duymaz o. Hem de konuşamaz.” Öyle mi? “O gerçek değil ki!” Öyle mi? “Ne sanmıştın?” Ya sen? Gerçek misin?
Elimden tutup “yürü” diyor bana. Nereye? “Ay gölgesinin düştüğü yeşil çimenlikler üstüne...”
Tadım damağında, hevesi kursağındayken…
El ele olup koşarca gidiyoruz. Ama normal değil ağır çekimli filmlerdeki gibi salına salına. Dar ve kırık kapılı yerden geçip bahçe dışına çıkınca birden duruyoruz. Ne oldu? İşaret parmağını etli dudaklarına götürüyor. Susup dinliyoruz. Ve bize doğru gelen birilerinin seslerini işitiyoruz. Ay ışığı sıra sıra dizilmiş bardak eriklerine vuruyor. Gölgesi yeşil çimenler üzerinde. Çok geçmeden de sigara ateşlerini kızartarak gelenlerin iki er kişi olduklarını görüyoruz. O an korkuyla ürperiyor. Sıkıca tutuğu elimi bıraktığı gibi hiçbir şey söylemeden kopup gidiyor. En son gördüğüm; dar ve karanlık yamaç bir yola doğru koştuğu oluyor. Orada, kıyılmış odun yığını yanında kalakalmışken sokak ışıkları altında yürüyüp buraya doğru gelen iki kişiyi ben de tanıyorum.
Kaçmalıyım. Saklanmalıyım. Ama koşamıyorum. Zor bela güvem dikenlerinin gölgesine ulaşıp düşünce bir ayakkabımın olmadığını fark ediyorum. Yırtık çoraplı ayağımı altıma alıp saklıyorum. Başım da ağrıyor. Onu da ellerim arasına alıp sıkıyorum. Hem de korkuyorum. Büzüştükçe küçücük oluyorum...
İki er kişi, yol boyundaki kıyılmış odun yığını yanına gelince duruyorlar. Biri koca bunların, diğeri de erkek kardeş. Sakinken birden asabileşiyorlar. Yanan sigaralarını yere atıp el kol hareketleri yapıyorlar. Sonra koşuyorlar. Dar ve karanlık yamaçtaki kurumuş sığır bokları tozurken sığır sidiğine bulanmış samanların ekşi kokularını duyuyorum. Sonrasında da taş duvar dibindeki siluetleri görüyorum. Çömelmiş, başı elleri arasında suçlu bir kadın ve hesap soran iki adam. Sesleri duyamıyorum. Ne diyorlar acaba? Kadına ne yapacaklar? Tabancaları var mı? Veya kıyma satırları…
***
Uzun ve uykusuz bir geceden sonra uyanıyorum. Gün aydınlanmış. Yeni doğmuş güneş küçük pencereden geçip dağınık odamda geziniyor. Dut ağacındaki sığırcık kuşlarının ıslıklarını duyuyorum. Ve yeni gün karmaşasına karışan türlü sesleri…
Ter duman içindeyim. Yastığım göl olmuş. Üstüm açık oysa. Gece çöl sıcağına gömülüp boğulmuş muydu ben uyurken. Öyle olmalı…
Kimse gelip de günaydın falan demesin bu sabah bana. Öyle yorgunum ki. Çok da canım sıkılıyor…
***
Eski bir inanışa göre iki ruh yaşarmış insanda. Biri gezentiymiş bunların. İnsan uykuya dalınca bedeni terk edip gidermiş. Ama uyku uyanmadan dönüp geri gelirmiş. Gezerken görüp duyduklarını da uyanık beyne anlatırmış.
Buna rüya derlermiş.
Diğeri durağanmış. Ne uyurken, ne de uyanıkken bedeni terk edip hiçbir yere gitmezmiş. Bir giderse pir gidermiş ki, bir daha dönmezmiş.
Buna da ölüm derlermiş.
LaTekmen. Kasım/2015/Lüleburgaz
YORUMLAR
Gelip geçen bir rüzgardı ; yüzümüze vuran sıcak nefesi kimi gün tepeden tırnağa hüzün ' kimi gün şah damarından kesecek kadar yakın ölüme ' insan ruh-haliyeti ' çözülmez girdapların derin sularına yeni yüzmeye başlayan Nilüfer çiçekleri gibi. berrak ve saydam uçuk kaçık ' duygular ve hevesler sergiler ; aşkın özü varlıkta ' beynimizdeki olguların cisimli şekilllenişi .yer gök su hava toprak gibi mucizevi ' sıcak kumalrım serin sulara kavuşması gibi ' püfür püfür esen bir rüzgar ' yada Akdeniz fırtınası ' İnce kum tanelerinin Çöl ' deki Serap 'yansıması ; aşkın ' içsel valsi ' tutkulu öpüşlerin sevişlerin tendeki raksı ' yasaklı bahçenin ' mor salkımlı üzümleri.. kısacası hayatın ve maneviyatımızın ' ruhdaki' beden buluş şekli. bundan daha güzel anlatılmazdı ; tebrik ediyorum .okurken müthiş keyif aldım bir ara ' 3 cilltik bir serüven Romanının sürükleyici macera dolu ' sayfalarını okuduğumu sandım . çok başarılı geldiniz bana göre. hak ettiği yerde yazı ve yazarını tebrik ederim .. saygılar.
beren yılmaz tarafından 11/17/2015 8:10:42 AM zamanında düzenlenmiştir.
'(lev’i garâm)’dan
(…) Ezeli değil, ebedi aşkın bedene düşen ,gün ışığına dayanamayan ruh, kanatlanıp ucabilir mi? Yol uzun bir soluk, her nefesin bıraktığı izleri takip eden ruhumun ıstırabına. Rubalara düşen iyi, tin'in şerefine kadeh kaldıran kötüye inat ; yol uzun ve yürüyen her nefesin izine düşen kim ?
Sebeplerimizin her iki yanında biriktirdiğimiz iyi ve kötünün tek galibi aşk. Ve yenilen , kendine yenik düşen ruhunu bedeninde haps eden !
Adem'i yanıltan, Havva'yı kandıran, dalından düşen kırmızı ! Uzun bir yoldan, uzun bir soluğun kısa sorusu, gece ve gündüzü elleriyle yıkayan kader, kederin duraklarını ezbere vuran. Ey Adem, ey Havva sorunun sahipleri, cevabın ardında ruhunu gölgede saklayan bizlerde mi?
Yanılgı: iyi bir yanlışa, kötü bir doğrudan gitmemek. İyi ,Adem'i çıplak bırakmış; kötü Havva'yı örtmüştü.
★Garip bir hal ,insanın içini hep saklayacak. Uzun gölgeleri sırlarla dolduran beden, asla pes etmediğini söylüyor. Belki de bedeni istila eden ruh, intikamını böyle alıyor.
Saygılar
E L M A
Aynada suretine bakan adam
Hayıflandı
Havva’nın kızıyla kardeş olalı
Ürkmüyordu artık çalıkuşları
Oysa
Komşunun elması
Kızarmış sarkıyordu
Alsa sızı
Almasa da
Nasıl da bakıyor
Hınzırın kızı…
Tebrikler...
Tevfik Tekmen
öyküyle öpüşmüş.
yüreğine sağlık Emine Hanım. çok sevindim.
sevgiyle...