- 276 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ARKADAŞIM YILMAZ GÜNEY
Yıl 1972. Bolu’da 17 yaşında bir lise öğrencisiyim. Ortaokuldan itibaren okulda öğretilenlerle yetinmiyor, çeşitli konularda okuyup araştırıyorum. O zamanlar Türkiye’de önemli olaylar oluyor, bunların ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Aynı zamanda tam bir sinema tutkunuyum. Sinemanın dışında zaten tiyatro vb.. yerler yok. O yıllar sinemanın çirkin kralı Yılmaz Güney’de kendimizden bir şeyler buluyoruz. Onun filmlerini görebilmek için bütün imkanlarımı zorlayarak çevre il ve ilçelere gidiyorum.
30 Mayıs 1972 ders yılının son günü, evimdeki bazı kitaplardan sol düşünceye sahip olabileceğim korkusuna kapılan bir yakınımın ihbarı üzerine beraber kaldığım bir kaç arkadaşla birlikte ‘yakalandık’ Suçumuz büyüktü: Bolu’da Dev-Lis kurmak. El konan suç delillerimiz ise hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak nitelikteydi. Fakir Baykurt’un Amerikan Sargısı, Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı’sı, Kemal Bilbaşar’ın Memo’su, Behice Boran’ın Türkiye’de Sosyalizmin Sorunları vb. Emniyetteki ayrıntıları geçiyorum.
Dava büyüktü. Ankara’da ve İstanbul’da Balyoz harekatıyla darbeyi yiyenler, ikisinin ortasında (Bolu’da) mevzilenmişlerdi. Bu ve benzer gerekçelerle bizim davamızın Bolu’da görülemeyeceği, Sıkıyönetime gitmesi gerektiği düşüncesiyle önce Sakarya sıkıyönetimine, oradan da İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığına, Selimiye’ye getirildik. 30 gün kadar Harem yönündeki ‘Gözaltı’ kısmında kaldım. Burada Emniyetten ve kontrgerilladan, işkenceden geçip gelenleri gözlerimle gördüm. Tuvalete zamanında çıkarılmadığımız için yoğurt kaplarıyla ihtiyacımızı giderip camlardan aşağı atardık. Yan tarafımızdaki hücrede Ertuğrul Kürkçü kalıyordu. Tuvalete giderken sağa sola bakmak yasaktı. Ben her seferimde yumruğumusıkarak Kürkçü’ye selam verir, süngüyle uyarılırdım.
Gözaltında yaşadığım ve bana ilginç gelen bir başka olay da, görevliler tarafından çekilen resimlerimizin sadece Tercüman gazetesinde çıkmasıydı. Yani Tercüman gazetesiyle sıkıyönetim arasında diğer haber ajanslarından ayrı direkt ilişki vardı. Nitekim daha sonraları sayın İlhan Selçuk’un ifadelerinin yayımlanmasıyla hem o dönemdeki işkenceler bir kez daha belgelendi, hem de Tercüman kendini ele verdi.
30 günlük gözetim süresinin sonunda mahkemeye çıktık ve tutuklandık. Buna çok üzülmedik. Türkiye’de bir büyük mücadele oluyordu ve biz de hiçbir katkımız olmamasına rağmen mücadelenin haklı tarafında yer alıyorduk.
Tutuklanmadan sonraki tek düşüncem bir başka cezaevine mi gideceğim yoksa Selimiye’nin tutukevi kısmında mı kalacağım endişesi idi. Bunun nedeni bir gazetede okuduğum Yılmaz Güney’in Sağmalcılar’dan Selimiye’ye nakliyle ilgili bir haberdi. Sonunda istediğim oldu, Selimiye’nin diğer kısmına götürüldük. Yani Selimiye’de kaldık. Aşağından bir yatak ve bir battaniye aldıktan ve birkaç kat çıktıktan sonra demir kapı açıldı ve ben 17 yaşımda tam 16 ay beraber yaşayacağım arkadaşlarımın arasına katılmış oldum. Bu arkadaşların en değerlilerinden biri de şüphesiz Yılmaz Güneydi.
Onu daha dış kapıdan girdiğimde koridorda elleri arkasında volta atarken tıpkı filmlerindeki gibi, omuzlarını aşağı yukarı sallayarak yürümesinden tanıdım. Daha o anda içimi bir sevinç kapladı, Sanki cezaevine girmemiştim de, Bolu’dan İstanbul’a Yılmaz Güney’i görmeye gelmiştim. Yatağımı acele hazırladıktan sonra koridorda volta atanların arasına karıştım. Birkaç kez gidip gelmiştim ki ‘Delikanlı gel bakalım’ diyen bir ses duydum. Bu sesin sahibi Yılmaz Güney’di. Selimiye’nin duvarları oldukça kalındır ve pencereleri dış tarafından takılı olduğu için pencere önünde oturulabilir. İşte Yılmaz orada oturmuş beni çağırıyordu. Yanına gittim, nereden geldiğimizi ve suçumuzun ne olduğunu sordu. Ben de durumu anlattım. Bana üzülmeye gerek olmadığını, Türkiye’de sınıf mücadelesinin şiddetlendiğini, bunun sonucu olarak egemenlerin en ufak bir uyanışa bile tahammül edemediği için bizim gibi daha birçoklarını hiçbir suçları olmadığı halde cezaevlerine doldurduğunu anlattı.
Cezaevinde bulunduğum süre içinde Yılmaz Ağabeyden çok şey öğrendim. Kesinlikle söyleyebilirim ki orada en çok çalışan (okuyup yazan) Yılmaz Güney’di. Buna rağmen günlük görevlerini diğerleriyle birlikte aksatmadan yürütürdü. Bir defasında değer verdiğim bir devrimcinin Yılmaz Ağabey bulaşık yıkarken ona bıraktırmaya çalıştığını gördüm. Yılmaz Ağabey de, bir daha hiç kimseye karşı bu şekilde hareket etmemesi gerektiğini anlattı. Birinin değeri düşerken diğeri yükseliyordu. Sanatçı kişiliği ve devrimciliğinden öte Yılmaz Güney çok iyi bir insandı. Cezaevinde birbirleriyle sürtüşme halinde olanlar vardı. Kendinin de bir yanı olmasına rağmen, içerde olduğumuz gerekçesiyle onları uzlaştırmaya çalışırdı. En yakınındaki, en çok güvendiği arkadaşları bu zor günlerde ona sırt çevirmişlerdi. Cezaevinde oluşundan yararlanmak isteyen, leş kargaları vardı. Bütün bunlara karşın insanlara güvenir ve elinden geldiği kadar herkese yardım ederdi.
Yılmaz Güney aynı zamanda çok akıllı bir insandı. Onun kafasında her şey o kadar berraktı ki, önemli teorik konularda hiçbir bocalama göstermezdi. Tarihi materyalizmle ve diyalektik yöntemle ilgili konuları günlük yaşamdan basit örneklerle anlatmada çok usta idi. Daha 1972-73’lerde Türkiye sol hareketini ve geçmişini, bugün birçoklarının ortak olduğu noktalarda odaklaştırarak yapıyordu. Türkiyemizde gerçekten çeşitli alanlarda bu arada sinemada da çok değerli sanatçılarımız yetişmesine rağmen, Yılmaz Güney kadar sanatın sınıf mücadelesinden ayrı olmadığını, tersine onun bir aracı olduğun kavrayanı azdır. Yılmaz sinemanın kitleleri bilinçlendirmedeki büyük önemini çok iyi biliyordu. Ama yaşanan olaylar istediklerini gerçekleştirmesine engel oldu.
Yılmaz Güney’le beraber spor yaparak, satranç oynayarak uzun uzun sohbet ederek 16 ay birlikte kaldım. Bu süre içinde bir gün olsun moralinin bozuk olduğunu, umutsuz olduğunu görmedim. Oysa hakkında ağır hapis cezaları isteniyordu. Sinemayla ilgili başka davaları vardı. Son derece kararlı ve azimli bir devrimciydi. Birçok hata yaptığını ve çıkınca bu hataları telafi edecek çalışmaları kısa sürede tamamlayacağını söylerdi. Üzgün bir arkadaşımızı gördüğünde onunla mutlaka ilgilenir, derdine ortak olurdu. Çoğu zaman bizleri güldürmek için birtakım taklitler yapar ya da neşeli şeyler anlatırdı. Kendisinin de, bir defa görenin gözünden kolay silinmeyecek güzelim bir gülümseyişi vardı. Tabii bu birlikteliğin getirdiği daha birçok irili ufaklı anı var.
Ancak bunların hepsini anlatmaya gerek yok. Ben 1973’ün sonbaharında, arkadaşlardan ayrılmanın hüznü ve dışarı çıkmanın sevincinin birbirine karıştığı duygularla tahliye oldum. Yılmaz Güney de 1974 baharında dışarıya çıktı.
Yılmaz Güney hemen sinema çalışmalarına koyuldu. İçerde iken tasarladıklarını gerçekleştirmeliydi. Selimiye’de iken ’Kafalarına balyoz gibi inen filmler yapacağım’ diyordu. Onu bu dönemde Güney Filmcilik binasında bir defa ziyaret ettim. Eşi Fatoş ve oğluyla tanıştım. Daha sonra Yumurtalık olayı oldu.
Yılmaz’ın tahliye olduğu dönemle tekrar demir kapılar ardına kapatıldığı o kısacık zamanda yaptıkları dışarıda olsa neler yapabileceğinin en güzel örnekleriyle doludur. Gerçi o içerde olmasına rağmen çoklarının özgürken yapamadığını gerçekleştirmiş bir insandır.
Adana’dan Ankara Merkez Cezaevine getirildiğinde tekrar görüşme imkanı bulabildim. Cezaevinin giriş kapısında görüşebileceklerinin isim listesi vardı. Bu listenin dışında kimseyle görüşmüyordu. Güney Film’den geldiğimi söyleyerek görüşmek istedim. Kendisine haber verdiler. ’Ben müzelik miyim’ diye söylenerek görüş yerine geldi. Ben de gerçekten müzelik olduğunu söyledim. (Uluslararası değerli bir sinemacı olduğu kabul edilerek dünya sinema müzesine bir resmi konmuştu.) Orada ilk defa üzgün gördüm kendisini... Bu görüşme, geçmiş olsunla halhatır sormakla geçen kısa bir görüşme oldu.
Yılmaz Güney’i son olarak 1978’in sonlarında İstanbul Toptaşı Cezaevinde ziyaret ettim. Askere gideceğim için görüşmek istedim, Güney dergisinden arkadaşların yardımıyla, normal görüş yerinde değil de özel olarak görüşme imkanı buldum. Aradan birkaç sene geçtikten sonra beni tekrar karşısında görünce çok sevindi. Orada da çok üzgün gördüm kendisini. Ama bu üzüntüsünün esas nedeni Türkiye sol hareketinin o gün içinde bulunduğu durumdu. Devrimciler bölük pörçüktü ve birbirlerine saldırılarını öldürmeye kadar vardırmışlardı. Nasılsın falan dedikten sonra ilk sözü ,’Ne olacak böyle halimiz’ oldu. Türkiye’de sol potansiyelin çok güçlü olduğunu, ama devrimcilerin yaşanan olaylardan gerekli dersleri alamadıkları, bölünmelerin ne kadar zarar verdiği üzerinde durdu. Gerçi bu durumdan herkes şikayetçiydi, ama o bunun acısını yürekten duyan biriydi. Toptaşı’nda da güncel konular üzerinde uzun uzun tartıştık. Bu onu son görüşümdü.
Bu anılardan sonra Yılmaz’la ilgili genel değerlendirmelere ilişkin bazı düşüncelerimi de belirtmek isterim. Yılmaz Güney için çok şey söylenecektir. Bazı gazete ve dergilerde çıkan yazılara baktığımda onun birçok yönünün eksik ele alındığına veya yanlış anlamalara yol açacak şekilde değerlendirildiğine tanık oluyorum. Şimdiye kadarki en derli toplu değerlendirme Yeni Gündem’de çıkan Murat Belge’nin yazısı idi. Ama öyle güzel bir yazıda bile çok dikkat çeken önemli bir eksiklik ve bir de çok yanlış bir değerlendirme vardı. O yazının eksik yanı, Yılmaz’ın yazarlık yanına hiç değinilmemiş olmasıdır. Yılmaz Güney sinemadaki başarılarının yanında aynı zamanda çok değerli bir yazarımızdı. İyi denebilecek bir roman yazarıdır. Murat Belge’nin yazısındaki yanlış yorum ise onun bencil olarak tanıtılmasıdır. Yılmaz bencil olmamak için adını mı değiştirecekti? Herkesin bir adı var ve o adla anılır. En toplumcu kimdir? Marks mı, Lenin mi? Onların da adları var. Derginin adının Güney olması konusunda da Yılmaz haklıdır. Çünkü Yılmaz hayatı boyunca çok istismar edilmiş bir insandı. Devrimcilere el uzattı, THKP-C militanı oldu. TSİP’in kuruluşunu kutladı, TSİP milletvekili adayı oldu. Yurtdışında bir toplantıya katıldı, TKP temsilcisi oldu. Bu kadar istismar edilen bir insan başka nasıl hareket edebilirdi? Bazıları onun sinema dışına taşmasını, önemli siyasi ve ideolojik konularda söz söylemesini doğru bulmuyor. Gerçekten de sadece sinemayla ilgilense çok daha fazla şey yapabilirdi. Ama onu çeşitli konularda söz söylemeye iten en önemli etken Türkiye’de kitleleri kucaklayan, doğru siyasi tespitleri olan bir partinin olmayışıdır. Yoksa Yılmaz Güney kesinlikle liderliğe soyunan bir devrimci değildi. Tam bir sinema aşığıydı. Sinemanın da, mücadele için anlamını çok iyi biliyordu.
Belirli zamanlarda Yılmaz’ın adını ağızlarına almayanlar, çok şey yazıp çizecekler. Yılmaz gene istismar konusu olacak, bunu önlemek güç. Tek istediğim, bütün yazılanların Yılmaz’ın adını hiç duymayanlar ile ’Yılmaz Güney’in Türkiye ilerici çizgisinde çok önemli bir kişilik olduğunu sanmıyorum’ (Yeni Gündem, Sayı 43) diyenlere, onu daha iyi tanıtmasıdır.
Bütün emekten yana olanların yapması gereken ise Yılmaz Güney’in eserini gerektiği gibi değerlendirerek, emekçi sınıfların ve Türkiye devrimci hareketinin hizmetine koymaktır.
Bugün Yılmaz unutturulmaya çalışılmaktadır; ama bu hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Türkiye var oldukça, emekçi sınıflar var oldukça ve Türkiye sineması var oldukça, Yılmaz Güney’in yok olması mümkün değildir. Yılmaz’ı kitlelere en iyi tanıtacak şüphesiz onun kendi eseridir. Yılmaz kadar olmasa bile halkına karşı en ufak sorumluluk taşıyanların bu eserlerin yok edilmesine göz yummamaları gerekir. Onu tanıyan bütün emekçilerin olduğu gibi, benim de başucumdan resmi ve yüreğimden sevgisi hiç eksik olmadı. Ben yok oluncaya kadar da olmayacak.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.