- 335 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
RÜYA
MAZİYE YOLCULUKLAR – 44
RÜYA
“Ahmet Bulut vefat etmiş”
Kerpiç duvarlı, kireç badanalı, toprak damlı, avluları yemyeşil ağaçlı güzel ilçemin üzerindeki Güneş, batıya iyice yaklaşmıştı…
Hükümet konağının önündeki çeşmeden elimi, yüzümü yıkadım. Yirmi dört saat durmadan akan suyu avucumun içine doldurarak kana kana içtim…
Çeşmenin alt tarafında bulunan, yüzmeyi öğrendiğimiz havuza doğru yürüdüm. Kenarında durdum. Dolu havuza hayranlıkla baktım… Havuz daha yeni temizlenmişti. Havuzun tabanı gözüküyordu… İçinde ne çamur ne de taş kalmıştı…
Yolun altındaki bahçede kadınlar, çocuklar sebze topluyorlardı… Sabah güneşi doğmadan bu havuzun suyu ile bahçelerini suluyorlardı…
Sebzeler sulanırken bahçenin kenarındaki arkta ekilen ağaçlar da bu sudan payını alırdı…
Kuşlar, böcekler, kurbağalar bu sudan faydalanırdı… Su ile canlıların ilişkisini sessizce düşünüyordum…
Okul arkadaşlarımdan biri yanıma geldi… Güleç yüzüne alışkın olduğumuz arkadaşın benzi güz yaprakları gibi sararmıştı… Perişan bir haldeydi… Şaşırdım… Daha “ne oldu, bu halin nedir” diye sormadan boğazına düğümlenmiş hıçkırığın etkisiyle güçsüzleşen sesiyle:
— Ahmet Bulut öldü, dedi.
Şaşırdım. Vücudum dondu… Beynim durdu… Dilim tutuldu…
Bekledim, ağzından başka bir söz çıkmadı… Arkasını dönüp yürüdü gitti…
Arkasından baktım… Bir kez olsun dönüp bana bakmadı… Giderken hüngür hüngür ağlıyordu… Elindeki mendille gözyaşlarını siliyordu…
Okul arkadaşımız çocuk yaşta bu ölümlü Dünya’dan ayrılmıştı.
Nasıl? Neden? Niçin? Nerede? Bu sorulara yanıt aramaya başladım…
Eski kaymakam evinin altındaki yoldan eski çarşıya doğru yürümeye başladım…
Tarım Kredi Kooperatifi binası önünden, değirmenin ve Kani Mala’nın üstündeki yoldan garaja gelene kadar nasıl, neden, niçin sorularına yanıt bulmaya çalışıyordum…
Daha bu gün okulda beraberdik… Hasta değildi… Hiç bir hastalığı yoktu… Bütün olasılıkları kendi kendime sıralamaya başladım…
Bir kazaya mı kurban gitti? Yediği yemekten zehirlenmiş olabilir miydi? Çıktığı bir ağaçtan düşmüş olabilir miydi? Evleri tek katlıydı… Damın kenarına gelip ayağı kaymış olabilir miydi? Damdan düşüp ölmüş olamazdı?
Nasıl ölmüş olabilirdi… Bizleri, kendini sevenleri bırakıp nasıl gitmişti? Annesi, babası, kardeşleri, akrabaları, sevenleri, komşuları arkadaşımın acısına nasıl dayanacaklardı?
Birden bire gözlerimden yaşlar boşandı… Demircilerin karşısında bulunan zahireci dükkânlarında kapalı bir darabanının önüne çöktüm… Yüksek sesle ağlamaya başladım… Çevrede kimseler yoktu… Benim kalkıp adım atacak takatim kalmamıştı…
Ağlıyordum… Ağlıyordum… Ağlıyordum…
Mendil diye cebime konan beyaz bez parçasıyla sel gibi akan gözyaşlarımı siliyordum… Bez öyle ıslandı ki yeni akan yaşlarımı silmez oldu… Sırılsıklam olan bezi bükerek sıktım… Gözlerimin yaşları, düştüğü toprağın rengini değiştirdi…
Bir saat çöktüğüm dükkânın önünde ağladım.
Ağlamaya devam ederken sokaktan geçen ilk insan, bir başka okul arkadaşımızdı… Yanıma geldi. Niye ağladığımı sordu. Ortak arkadaşımız Ahmet Bulut’un adını vererek “ölmüş” dedim.
Hiç üzülmedi. “Yazık olmuş” bile demedi… Bir şey duymamış gibi, bir şey olmamış gibi yoluna devam edip gitti…
Bu duyarsızlık beni daha da yıktı… Bu tavrı yağlı kurşun gibi yüreğime saplandı…
İnsanoğlu nasıl bu kadar duyarsız olabiliyordu?
Ölen bir çocuktu… Okul arkadaşımızdı… Doğduğumuz toprakların insanıydı… Kâhtalıydı… Efendi, dürüst çok iyi bir insanın oğluydu… Annesi hepimizin annesi gibiydi… Ders çalışmak için evlerine gittiğimizde oğluna gösterdiği sevginin iki katını bize gösterirdi… Aç olup olmadığımızı, bir ihtiyacımızın olup olmadığını tatlı bir dille sorardı…
Sessiz bir ortamda ders çalışmamız için küçük çocukları ders çalıştığımız odadan tatlılıkla uzaklaştırırdı… Okul arkadaşımız çalışkan bir öğrenciydi… Büyüklerine, arkadaşlarına karşı çok saygılıydı… Kendinden küçük çocukları çok sever, onların koruyucu meleği olurdu…
Güzel Kâhta’mızın yüz akı ailelerinden birinin çocuğuydu. Geleceği güzel olsun diye çok çalışıyordu… Babası herkesçe çok sevilir, sayılırdı…
Ölen çocuk bu ailenin güzel çocuğuydu…
O çocuk benim arkadaşımdı… Kardeşlerim kadar severdim… Ekmeğimizi bölüştüğümüz canımızdı… Ölümünü kabullenemiyordum… İnanamıyordum… İnanmak istemiyordum… Nasıl öldüğünü de bilmiyordum…
“Allah’ım, güzel Allah’ım bana güç ver” dedim…
Yüzümü, suyunu iyice sıktığım mendille temizledim… Bütün gücümü toplayarak ayağa kalktım…
Eski çarşının ana caddesine doğru yürüdüm… Caddeye çıkınca yukarı doğru yürümeye başladım…
Adıyamanlı Boncuk Mehmet’in lokantasının önünde değerli din adamı Hacı Üzeyir Efendi ile karşılaştım… Elini öptüm…
Yüzüme baktı:
— Ne bu halin Mahmut? Biriyle kavga mı ettin? Gözlerin kızarmış… Yüzün perişan bir halde evlat… Söyle ne oldu sana böyle?
Dilimde zar zor dökülen kelimelerle ve büyük bir saygıyla karşılık verdim:
— Hacı amca okul arkadaşım ölmüş… Sen ona dua et… Onun için Kuran oku…
Boynum bükük, gözlerim yaşlı hızla yanından uzaklaştım…
Ağlıyordum… Gözyaşlarım Nisan yağmuruna dönmüştü…
Hülyam lokantası ile Sabri’nin lokantasının ışıkları caddeyi aydınlatıyordu.
İlçemizin tellalı Demıro, parası olmasına rağmen ne bir ev tuttu ne de ilerleyen yaşına rağmen evlendi. Sokaklarda yaşıyordu. Yine Osman Özdemir’in kahvesinin duvarının dibine çökmüş uyukluyordu… Acıyarak baktım, geçtim…
Babamın yaptırdığı Mustafa Camii, ışıkları ile caddeyi apaydınlık etmişti… Camdan baktım. Cemaat yatsı namazını kılıyordu. Saflarda babamı aradım; en ön saftaydı.
İçeri girip namaz kılmak istedim… Arkadaşım için dua etmek istiyordum. Abdestimin olmadığına üzüldüm…
Birecikli Salih efendinin dükkânına doğru yürüdüm…
Salih amca bir müşterisine şeker tartıyordu…
Dükkânın önündeki kaldırımda babamın namazdan çıkmasını bekledim…
Babam ile birlikte arkadaşımın evine gitmek istiyordum… Evine gidip çocuk bedenine sarılmak istiyordum…
Buza kesilmiş alnından öpecektim…
Allah’a bin kez, on bin kez bize bağışlaması için yalvaracaktım…
Kuran kursu hocalarımız Topal Mahmut Hoca ile Mustafa hocanın öğrettiği bütün duaları daha özenle ve yanlışsız okuyacaktım…
Canım arkadaşımı, güzel Kâhtalımı yüce Allah bize bağışlardı…
O bir çocuktu… Bir çiçekti… Bir güldü… Kâhta için o bir gelecekti… Bizim gurur duyacağımız başarılı işlere imza atacaktı… Çünkü o yetenekli ve çalışkan bir öğrenciydi…
Namazdan çıkanlara doğru yürüdüm. Babamı ararken uyandım…
Gözlerimi açtığımda kan ter içinde kalmıştım…
Uzun süre rüyanın etkisinden kurtulamadım… Odanın tavanına bakarak düşünüyordum… Sonra kalkıp elimi yüzümü yıkadım…
Balkona çıktım…
İnsanlar uyuyordu…
Akdeniz uyuyordu…
Uzaktan tek tük araba sesleri geliyordu…
Bu rüya uykumu ve huzurumu bozmuştu…
Akşam yemeğinde soframızda tüplü sacın üzerinde hanımın açtığı, ellerimle pişirdiğim yufka ekmek vardı. Elektrikli ızgarada birkaç biber ve domates pişirmiştim… Bütün yediğim buydu… Bu da mideyi yormazdı…
Telefonu elime aldım… Kâhta’yı arayacaktım… Saat kaç olmuş diye baktım… Akrep dördün, yelkovan birin üzerindeydi… Saat dördü beş geçiyordu…
Kâhta uyuyordu…
Arayacağım insanlar uyuyordu…
Kâhta’m, mazim beni uyutmuyordu…
Güzel arkadaşımı düşündüm…
Mazimin güzel insanlarını düşündüm…
Bilgisayarı açtım… İnternetten Adıyaman ve Kâhta ile ilgili sitelere girdim… Adıyaman ile ilgili bütün haberleri gözden geçirdim…
Gerger ilçesinde 19 yaşlarında bir kız çocuğu doktor olmadığından kan kaybından ölmüştü…
Adıyaman’da ve ilçelerinde birkaç trafik kazası haberi vardı…
Büyük dikkatle bütün haberleri okudum…
Tanıdık bir isime rastlamadım…
Çoğu gazetelerde bir Adıyaman milletvekilinin konuşmaları öne çıkarılmıştı…
Tekrar balkona çıktım…
Çocukluk günlerime yolculuk yaptım…
Mazinin o güzel günlerine yolculuğumu sabah güneşi böldü…
Rüya bile olsa hala o saatleri yeniden yaşıyorum…
Not: Bu yazı “Köşe Yazısı” olarak yayınlandıktan iki ay sonra Ahmet Bulut arkadaşım, İstanbul şehrinde kalp krizi geçirerek vefat etti…
Allah rahmet etsin.