- 1112 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
On Sekiz
Plak kapağı görmeyeli ne kadar uzun zaman oldu. Babamın dokunmamı yasakladığı Deutsche Grammophon’un Beethoven senfonileri kutusu hala gözlerimin önünde: Önde siyahlar giymiş maestro Von Karajan ve arkada flu bir orkestra. Eskiden o resmin Beşinci Senfoni’yi çaldıkları ana ait olduğunu düşünürdüm. Şimdileri ise Dokuzuncu’nun açılışını yaptıklarını düşünüyorum. Her neyse, Beethoven gibi, Karajan’ın resmi de çocukluğumdan kalma bir anı oldu. Şimdi ikisi, yanlarına Berlin Filarmoni’yi de alarak, bir satırı işgal ediyorlar. Ne resim, ne de plakların kutusu; sadece bir satır:
Beethoven, Symphony #9, Berliner Philharmoniker, cond. H. von Karajan
Senfoninin ilk cümlesini mırıldanıyorum. Benim tek notadan söylediğim “Nı nı... Nı nı... Nını nın nın nı!” Valentina’nın dikkatini çekiyor.
“Nedir bu söylediğin? Cenaze marşı mı?”
İçim cız ediyor.
“Buraya kadarmış” diyorum, “solistlik kariyerimi tek cümleyle bitirdin.”
Yanıtını beklemeden bir sonraki satıra geçiyorum:
Bach, J.S., Brandenburg Concerto #2 in F major, Academy of St. Martin in the Fields, cond. N. Mariner
Daha sakin, uzayıp giden sesler peşindeyim. Belki pastoral bir eser...
“Belki de sessizliği tercih etsen iyi olur”.
Duymamazlıktan geliyorum. İşte aradığım burada: Shine on you crazy diamond...
İlk notalarla beraber Valentina’yla göz göze geliyoruz. Uzun siyah saçları hala toplu. Halbuki ben onun yerinde olsam salardım onları. Yerçekimsiz ortamda bir hale oluşturacaklardı başının arkasında. Ama Valentina hala yönetmeliğe uygun davranıyor, topuz yapıyordu.
“Kapat şunu.” diyor, cümlesinin sonuna ünlem getirmeden. “İçim sıkılıyor.”
“İçinin sıkıntısının sebebi başka” diye homurdanıyorum ve müziği kapatıyorum. Wright’ın klavyesi susuyor, müziğe girememiş Gilmour elinde gitarıyla kala kalıyor.
“Ne kadarlık kaldı?”
“Yaklaşık on sekiz saatlik”
On sekiz saat sonra yolculuğumuz bitiyor. Yanlış anlaşılmasın, gemimiz Kon-Tiki II hız kesmeden Jüpiter rotasına devam edecek ama on sekiz saat içinde bizim soluyacak oksijenimiz kalmayacak. Bunun sebebi de ne Valentina, ne Regina, ne de benim. Belki NASA’nın sözcüsü hiçbir zaman dile getiremeyecek ama hadi ben söyleyeyim: Her şey kör talihin bir oyunu. Kon-Tiki beklenmedik bir meteor yağmurunun içinden geçer ve atmosfer dönüşüm sistemlerini, yedekleriyle beraber, bir daha onarılmamacasına bozar. Bu da yetmiyormuş gibi meteorlar Regina’yı da hedef tahtasına oturturlar.
Delikleri tıkayıp, sızıntıların önüne geçtikten sonra Regina’dan geriye kalanları uzay elbisesinin içine kapattık. Meteorların üçüncü kurbanı elbiselerimizdi. Eğer sağlam kalsalardı onlardaki havayı da kullanıp belki kalan süremizi on sekizden yirmi dörde çıkartabilirdik. Ama olmadı.
...
Sanki yıllar geçmiş gibi bana “Yaklaşık on sekiz saatlik” demesi. Halbuki topu topu on iki saat geçmiş üzerinden. Çoğu meteor yağmuru sırasında hasar görmüş anteni çalışır hale getirmek üzere harcanan on iki saat... Her şeyden önce neler olup bittiğini bilmek NASA’nın hakkı. Dahası sevilenlere son bir söz söyleme, onlardan da bir yanıt alma isteği. Tüm dikkatimizi antenin tamirine veriyoruz. Sonunda da beceriyoruz. Önce NASA’ya olup biteni anlattığımız raporu aktarıyoruz. Devamında ailelerimize mesajlar yolluyoruz. Açıkçası benimki biraz da adet yerini bulsun diye yapılmış bir eylem. Ailemden kimse olmayınca ben de en yakın arkadaşım Zack’e gönderiyorum. Zaten NASA bu riskli göreve yeryüzünde bağlantıları pek kalmamış kişileri seçiyordu; ben de ideal adaydım. Valentina’nın ise hakkında pek konuşmadığı ama her hafta iletişim kurduğu bir babası var. Son mesajı da onaydı zaten.
“Yanıtı ne zaman gelecek?”
Niye cevabını bildiğim soruları soruyorum ki? Mesajımızın bulunduğumuz yerden dünyaya gitmesi üç buçuk saat kadar alıyor. Bir o kadar da gelen yanıtlar için. Babası uzay merkezinde hazır bulunsa bile...
“İyi olasılıkla T artı 1.2 saat sonra...”
“T”! Şu büyük harfle yazılan T. Her şeyin başı olmasa bile sonu olan T: Havamızın biteceği dakika olan T...
Valentina babasının cevabını hiç duymayacaktı.
...
Astronot olmanın en çekici yanı uzay gemisine binmek değil, astronot kıyafetine girmektir. Bir seri klik sesi içinde kıyafetin parçaları birbirine oturur, siz kolunuzdaki ekrandan son kontrolleri yapar ve en önemlisi olan güneş koruyucusunu indirirsiniz. Jüpiter’e bu kadar yakınken ona pek de gerek yoktur ama işin şanında bu var: Koruyucuyu indiriyorum. Hava geçirmez bölmeye girerken Valentina ne yaptığımı farkediyor ama onun için çok geç. Aramızdaki kapakçığı sabitliyorum. Diğer tarafımda ise uzaya açılan kapakçık var. Delikler içindeki elbisem pek dayanmayacak ama uzay gemisinde de durum farklı olmayacaktı. Hiç yoktan altı saat daha acı çekecektim. Halbuki şimdi Valentina benim yokluğumda bir on saat kadar kalabilir. Babasının cevabını dinleyebilir. Hatta son bir iki cümle daha gönderebilir. Ben ise Zack’ın ne diyeceğini merak bile etmiyorum: “Hep bir gün senin döneceğini, beraber bardan kız kaldıracağımızı düşünmüştüm”. Geçiniz Allah aşkına...
YORUMLAR
Astronotların farklı yaşamlarını kaleme almışsınız. Heyecanla okudum...Duygulandım, düşündüm... Her şeyi göze alarak görev aşkına gökyüzünün kartalları oluyorlar. Kaleminiz çok kuvvetli kutluyorum...Bebeğiniz büyümüş. Mutlu huzurlu yaşamlar dilerim...
Sevgilerimle...
İlhan Kemal
İlhan Kemal
"komutan Lewis'e söyle, disko müzikleri berbat"
ilk aklıma gelen Mark Watney'nin bu sözü oldu. tabi burdaki kahramanın müzik seçimleri gayet yerindeydi. tam uzayın alabildiğine sessiz ve derin yapısına en uygun müziğin klasik müzikten başka birşey olamayacağını düşünürken, sözüm yarıda kaldı. uzaya olmasa da öyküye yakışacak belki de en iyi müziği açtınız.
geminin ismine gelince bence harika bir seçimdi. tabi bunu görünce görevin ismi neydi acaba diye düşünmeden edemedim. "Thor" olabilir miydi? ya da "Pasific". tabi ki uzay büyük okyanusa benzemez. asteroidler de, kaya resifine.
kahramanın seçimi içinse kendini mi düşündüğü yoksa Judith'i mi düşündüğü hususunda tam bir karar veremedim. aslında Judith için yaptığını söylese de biraz bencil, sabırsız ve gösterişi seven biri olduğunu düşünüyorum.
"18 saat sonra öleceksem, neden bekleyeyim. hem beklememek için ulvi bir nedenim de mevcut. hem Jüpiter'e ve Dünya'ya son bir şov güzel olur...klik..."
astronot olmanın iyi taraflarından biri de, en basitinden su içmenin bile tüm dünyada şova dönüşmesi, intiharı söylemiyorum bile.
elinize sağlık. bu kadar kısa bir öyküde uzun metrajlı film tadı bırakıyorsunuz. saygılar. selamlar.
İlhan Kemal
Kahramanımız her ne kadar biraz benim de zevkimi yansıtan eserler seçiyorsa da Mark Watney'in halt ettiğini, koyu bir ABBA hayranı olduğumu belirtmeden de geçmeyeceğim. Hatta otoyolda tasarlanan bu öykü için I'll cross the stream, I have a dream gayet uygun düşen bir parça.
"geminin ismine gelince bence harika bir seçimdi. tabi bunu görünce görevin ismi neydi acaba diye düşünmeden edemedim"
Her ne kadar bu öykü Tahmini Varış Saati'nden önce ve ondan bağımsız tasarlanmışsa da öyle kalmadı; iki öykü bir bütünün parçaları oldular (bkz. Sayın Engindeniz'in yorumuna verdiğim yanıt) Tahmini'deki astronot kızın solucan deliğinden geçme görevinin nasıl sonlandığını anlatıyordu bu öykü (2001 de Bowman her şeye rağmen hedefine ulaşır)
"kahramanın seçimi içinse kendini mi düşündüğü yoksa Judith'i mi düşündüğü hususunda tam bir karar veremedim."
Diğer yorumlara bakılırsa bu da bir tartışma konusu. İyi de olduğunu düşünüyorum; metinler okuyana da alanlar bırakmalı, talimatname olmanın ötesine geçmeliler.
"astronot olmanın iyi taraflarından biri de, en basitinden su içmenin bile tüm dünyada şova dönüşmesi, intiharı söylemiyorum bile"
Çok yerinde bir gözlem. İşin ilginci bunu çevrelerinde tek bir paparazzi yokken yapabilmeleri.
Güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim. Saygılarımla.
grafspee
diğer yandan disko müzikleri konusunda ben de Watney'e katılmıyorum. filmde (kitabını okumak istedim ama sırada bekleyen bir çok kitap vardı ve merakıma dayanamayarak filmine gittim) o cümleyi söylediği anda gülmüştüm. ama aslında müzikler gayet de yerindeydi. Watney'nin de eğlendiğini komutanına latife yaptığını düşünüyorum. kitapta nasıl bahsediliyor tabi bilmiyorum farkında olmadan spoiler da vermiş olabilirim. öyküde Judith'le müzik keyfi bağdaşmayınca benzer diyaloglar geçti kafamdan.
müzik demişken Lionel Richie'nin All night long şarkısını çok severdim. ama mesela bu şarkıyı Revolution dizisinde dinleyince farklı bir havaya büründü benim için. aynı şekilde Louis Armstrong şarkıları, Fallout oyunu serisiyle benim kafamda (kıyamet öncesi sakin zamanları anımsatan) post-apokaliptik bir yer edindiler. bu filmle de disko müzikleri marsla bütünleşti kafamda. yani bir gün medeniyet yokolursa 80'leri dinleyeceğim sanırım. yahut kıyamet kasalarına yerleşirsem kesinlikle başucumda Armstrong olacak ve marsa gidecek olursam muhakkak 70'ler çalmalı. çünkü bu müzikleri ayarlayanların o halin psikolojik ruh haline uygun müzikleri bulduğunu düşünüyorum. saygılar, selamlar.
not: bunlar yazılırken arka planda Max Richter, ardından Backstreet Boys çalıyordu :))
Kahramanımızın son altı saati beklemek istememesi sanki çok doğalmış gibi geldi bana. Belki de yerinde kim olsa aynısını yapacaktı. Sonu hızlandırmak, her dakika ölmekten daha mı iyi? Böyle düşününce amansız hastalıkların pençesinde olanlar da aklıma düştü ister istemez. Yoğun bakımda, etraftan haberdar ama duydukları karşısında her hangi bir tepki veremeyenler. Belki konuşabilseler yakınlarına "beni boş yere kesip biçmelerine izin vermeyin, makinaları kapatın olsun bitsin" diyecek.
Şimdi Judith düşünsün. Aslında kendini uzay boşluğuna bırakan şahıs ona iyilik değil, kötülük yaptı. Hem onun ölümü bekleme süresini dolayısıyla ıstırabını uzattı, hem onu kocaman bir yalnızlığın içine terk etti. Hem de en korkunç yalnızlığın.
Yazıyı bitirince uzay korkum gizlendiği yerden çıktı. Eskiden daha çoktu bu korku. Gece gökyüzüne uzun süre bakamazdım. Başım dönerdi. Nedensiz bir korku, yüksek bir yerden düşüyormuşm gibi irkilmeler gerçekten hastalık gibiydi. Oysa gökyüzünü hep çok merak etmişimdir. Sanırım on dört yıl önce, hangisi olduğunu hatırlamıyorum ama bir gezegenin dünyaya çok yakın olduğunu, gezegenin tekrar aynı mesafeye 94 yıl sonra yaklaşacağını haberlerden izleyince, üç aylık bebeğimi de alarak anneannemin yaşadığı tepeye gittim. Gece gerçekten o gezegeni gördüm ve bebeğime de onu gösterdim. Elbetteki o bunu hiç hatırlamayacaktı. Ama o an için düşündüğüm insanın ömründe bir kere yaşayacağı bir gökyüzü deneyimi ona da yaşatmaktı. Bebeğime "Sen umarım bu gezegeni tekrar bu yakınlıkta görürsün ama ben yanında olmayacağım" dedim. Bu örneği gökyüzü merakım ve saygıma misal verdim. Konuyu da dağıttım yine. Neyse diyeceğim o ki unuttum sandığım uzay, boşluk ya da daha hafif tabiriyle yükseklik korkumu öyküyle yeniden hissettim. İyi ki uzay atlayan kahramanın hislerini, düşerken düşündüklerini yazmamışsınız.
Son olarak resimdeki bebeğe maşallah. Sanırım sizin bebeğiniz. Çok güzel ve masum. Allah onu size ve eşinize bağışlasın.
Saygılarımla.
Aynur Engindeniz tarafından 10/18/2015 5:15:44 PM zamanında düzenlenmiştir.
İlhan Kemal
Belli ki siz de Sayın Hakkı Sesi ile aynı fikirdesiniz. Ben ise sizin kadar emin değilim. Çalışmadığınız bir sınavda boş kağıt verip dışarı çıkmak gibi olmadığını düşünüyorum. Dönüşün gerçekten olmadığı noktada neye karar veririz, bunu söylemesi çok güç. Batan Kursk denizaltısında kapalı kalan denizcilerin umutsuz da olsa son dakikaya kadar hayatta kalmaya çalıştığını biliyoruz (Kursk örneğinin umutsuz hastalardan daha çok öyküyle örtüştüğünü düşünüyorum).
"Aslında kendini uzay boşluğuna bırakan şahıs ona iyilik değil, kötülük yaptı. Hem onun ölümü bekleme süresini dolayısıyla ıstırabını uzattı, hem onu kocaman bir yalnızlığın içine terk etti. Hem de en korkunç yalnızlığın."
Bu yoruma bir önceki kadar itiraz etmeyeceğim. Anlatıcıya göre kendisinin "dışarı çıkışı" Judith'in babasının sesini son bir defa duymasını sağlayacaktı. Ama diğer taraftan sizin bahsettiğiniz yalnız bırakılma var. Her ne kadar bu görevin mürettebatı Dünya'da zayıf bağlar bırakanlar arasından seçildiyse de "o anda" yalnız olmayı en azından ben istemezdim.
"Gece gökyüzüne uzun süre bakamazdım. Başım dönerdi. Nedensiz bir korku, yüksek bir yerden düşüyormuşum gibi irkilmeler gerçekten hastalık gibiydi."
Aslında göğün gerçek doğasını anlamış birinin korkusu bu. Ben bunu sizden daha geç bir dönemde keşfetmiştim (On beş ila on yedi yıl kadar önce). Baktığınızın bir tavan olmadığını farketmek bu korkuya (Bendekine heyecan diyeceğim) yol açabiliyor.
"İyi ki uzay atlayan kahramanın hislerini, düşerken düşündüklerini yazmamışsınız."
Herhalde biraz alaycı bir tavrı olurdu:
Kimi "Biraz hava almaya" diye çıkar; benimki "Biraz hava vermeye" diye oldu.
Görebildiğim kadarıyla farkedilmedi ama şu noktada artık yeni okuyan kalmadığına göre açıklamamda sakınca sanırım.
Bu öykü bir öncekiyle bağıntılı (Öyle planlamamıştım ama oldu). Babasıyla konuşmaya çalışan Judith Tahmini Varış Saati adlı öyküdeki kız. Onların Jüpiter yakınlarındaki solucan deliğinden geçme uçuşları daha oraya varmadan bir kaza sonucu sona eriyor. Bir anlamda kızımın sonunu yazdım.
Resim ise kızıma ait. Tıpkı bir önceki hikayenin merkezinde yer alan Aylan gibi yatıyor. Resmi bu öykü için çekmedim ama anlatıyı tamamladığını düşünüyorum.
Saygılarımla.
Aynur Engindeniz
Bebeğinizin (kaderi benzemesin) Aylan gibi yattığını fark ettim. Ama dillendirmek istemedim. Bir bağlantı kurabilmeyi başarabilseydim sanırım Dumlupınar Denizaltısını seçerdim. Kursk'tan daha sağlam bir örnek olabilirdi. Kendim aynı durumda kalsaydım erken ölümü seçeceğimi sanmıyorum. Ama dediğiniz o anı yaşamadan karar vermek boş.
Saygılarımla.
İlhan Kemal
Aslında her iki öyküdeki isim de öncesinde Judith idi (Challenger kazasında ölen kadın astronotun adı). Sonra Valentina'ya çevirdim (İlk uzaya giden kadın). Ama bu öyküdeki Judith olduğu gibi kalmış. Saçma sapan detaylara önem veriyorum (Örneğin bir önceki öyküde kasıtlı bir hata vardı: Fırlatma sırasında astronotlar görünürlüğü artırmak için turuncu giyinirler. Ama ben gelinlik benzetmesi için bunu es geçmiştim) ama en önemli noktada, karakterin adında hata yapıyorum.
Dumlupınar'ı bilerek seçmedim çünkü o kazadakilerin bir süre kurtulma ümitleri vardı. Sonrasında ne yaptıkları bilinmiyor: Erken kopan haberleşme şamandırasının teli yüzünden bağlantı kesildiği için "Vatan sağolsun" da otoritelerin uydurması oluyor.
Aynur Engindeniz
"Saçma sapan detaylar" sözünüz çok yanlış, özür dileyerek söylüyorum. Size katılmıyorum. siz gerekmedikçe detay vermezsiniz. O sözü ben söylesem başım ağrımaz.
O arada kalmış zaman zarfını uzay boşluğunda bırakmak ilginç değil bilakis gerçekçi. Gerçekler de acıtır o basit haliyle. Yeni doğan bir bebeğin günün çoğunu uykuda geçirmesi, ebeveynlerin onun için nöbet tutması hatta daha ilginci. Acı veren yanı bazıları büyüyüp, artık her şeyi iyice unutmuş olacaklar.
Yazıya başlarken, sonunu getirince insan nereden nereye geldim diyor. Bir yandan da Judith için her zaman 'wish you were here' de çalınabilir. Jüpiter olsun ya da olmasın.
İlhan Kemal
Bunu bilemedim. Bir yandan ben orada olsam işkencenin bir an önce bitmesini istermişim gibi geliyor. Öbür yandan da aklıma idam edileceği meydana giderken daha üç tane sokak olduğunu düşünerek teselli bulan mahkumun hikayesi/şiiri geliyor. Galiba başa gelmedikçe bilemeyeceğiz.
"Bir yandan da Judith için her zaman 'wish you were here' de çalınabilir. Jüpiter olsun ya da olmasın."
Wish you were here'i sanırım babası Judith için çalacak. Her ne kadar diğerinin yanıbaşında olup, elini tutmasını isteyen Judith de olsa babasına "Yanımda olsaydın" diyemezdi, ondan kendi kaderini paylaşmasını istemek acımasızlık olurdu.
Saygılarımla.