- 414 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
GELİRSİNİZ… GELİRSİNİZ…
MAZİYE YOLCULUKLAR–25
Mehmet, batı illerinin birinde doğup, büyümüştü…
İlkokulu kendi köyünde bitirmişti…
Ortaokul ve liseyi bağlı oldukları ilçede okumuştu…
İlçede okuduğu yıllar, üç arkadaş kiralık bir evde bekâr hayatı yaşamışlardı.
Her şeyi köyden getirdikleri için fazla masraflı olmamışlardı…
Yıllar zincirin halkaları gibi birbirine eklenmiş ve lise bitmişti.
Üç arkadaş ortaokul ve lise sıralarında her zaman sınıfın en iyileri, en çalışkanları olmuşlardı…
Üniversiteye de iyi hazırlanmışlardı…
Sınav günü üçü de kendilerine güvenerek, sınav salonuna girmişlerdi…
Ellerini, ayaklarını titreten bir heyecan yaşamamışlardı…
Tatlı bir heyecan ile sorulara başlamışlardı…
Soruların yanıtları ve kontrollerinden sonra mutlu bir şekilde sınav salonundan ayrılmışlardı…
Mehmet, öğretmen olmak, sınıf öğretmeni olmak istiyordu…
Köylü çocuğuydu… Köylü çocuklarının özverili bir öğretmeni olmayı kafasına koymuştu…
Bunun için de sınıf öğretmenliği bölümünü işaretlemişti… Babasının maddi olanaklarını fazla zorlamamak için doğduğu yere yakın illerin birinde üniversite okumak istiyordu…
Tercihini de öyle yapmıştı.
Komşu illerin birinde üniversiteye başladı…
Büyük bir ildi. Kendi ilçelerine hiç benzemiyordu…
Kendi ilçesinde esnafların büyük bölümünü tanıyordu.
İlçe halkının çoğunu tanıyordu…
Kapısını çalıp yemek yiyebileceği onlarca ev vardı…
İl, komşu il de olsa kimseyi tanımıyordu. Kapısını çalacak kimsesi yoktu. Yabancıydı.
Yaşadığı yer artık gurbetti… Gurbette bir garipti.
Üniversite liseye benzemiyordu…
Lisedeki öğrenciler, ortaokulda birlikte okuduğu arkadaşlarıydı…
Bu üniversitede binlerce öğrenci vardı.
Herkesin bölümü ayrıydı.
Yurtta yer bulduğu için şanslıydı.
Ekonomik olarak babasına fazla yük olmak istemiyordu…
Babasının durumu da iyi değildi… Fakir bir köylüydü… Kendi yağında kavrulmak için çırpınıp duruyordu…
Bir de çocuk okutmak kolay değildi…
Mehmet’in küçüğü Elif, ilkokuldan sonra okula ara vermişti…
Devam edememişti…
Köyde ortaokul olmadığı için hiçbir kız çocuğu ilçeye okumaya gönderilmemişti.
Ahmet, Elif’in küçüğüydü.
Bu yıl ilçede ortaokula başlayacaktı.
En küçükleri Songül, ilkokul üçüncü sınıfa gidecekti.
Mehmet bu koşullarda üniversiteye başladı. Yoksulluğun, çaresizliğin ne olduğunu yaşayarak gördü…
Dört yıl içinde bütün olanaksızlıklara rağmen, hiçbir dersten takılmadan okulu bitirdi…
Atanmasını köyde beklemeye başladı.
Beklerken boş durmadı. Tarlada babasına yardım etti.
Kardeşleri ile ilgilendi.
İşleri olmadığı zamanlarda kardeşi Elif ile sohbet etti.
Birlikte yarınları konuştular…
Yarınların hayallerini kurdular…
Mehmet boş zamanlarında bahçeye gider, söğüt ağacının altında çimlerin üstüne uzanırdı…
Ellerini parmaklarıyla birbirine bağlar, başının altına koyardı. Gözlerini kapatırdı.
Her genç öğretmen adayının hayalleri vardır. Mehmet’in de hayalleri vardı.
Elbette pembe hayallerdi. Masum hayallerdi. Mehmet’in kişiliğine ters düşmeyen hayallerdi. Güzel bir yüreğin güzel hayalleriydi…
En çok ilk maaşını aldığı gün yapacaklarını hayal ederdi.
Maaşını aldığı an yönünü posta haneye çevirecekti…
Düşürmemek ve yankesicilere çarptırmamak için aldığı parayı ceketinin iç cebine koyacaktı.
Posta haneye girdiğinde çok sevdiği, saydığı çilekeş babasına para gönderecekti.
Bir gün önceden babasına yazdığı mektubu da para ile birlikte gönderecekti.
Babasına yazacağı mektubun cümlelerini bile şimdiden beyninde biçimlendirmişti:
— Canım babacığım. Artık sıkıntımız sona ermiştir… Bu benim ilk maaşım. Yarısından fazlasını sana gönderiyorum. Yeni tuttuğum evimin eksikliklerini tamamlayacağımdan daha fazlasını gönderemedim. Aman kusura bakmayasın. Merakta etmeyesin. Ben burada idare eder, senin tüm borçlarını son kuruşuna kadar öderim.
Mehmet daha uzun, daha güzel cümlelerle mektubunu beyninde yazıp siliyordu.
Babasına para gönderdiği gün kız kardeşi Elif’e de para ve mektup gönderecekti.
Elif gelinlik yaşa gelmiş akıllı, güzel, terbiyeli sırdaşıdır. Dert ortağıdır. Canıdır…
Elif’e yazacağı mektubun satırları da şimdiden beyninde şekillenmeye başlamıştı:
— Canım kardeşim Elif… Babama para gönderdim. Babam borçlarının bir kısmını ödesin. Sana da söz verdiğim parayı senin adına gönderdim. Babamla ilçeye ineceksiniz. Terzi Selahattin’in dükkânının önüne git. Vitrine bak.
O açık sarı renkli bluzla, siyah etekle konuş:
— Ağabeyimle birlikte size çok baktık. Paramız olmadığı için alamadık. Baktık, iç çektik… Parasızlıktan gönlümüzce giyinemedik. Ağabeyim artık öğretmen. Maaşı var. Siz artık benimsiniz. İşte param. Düğünlerde, bayramlarda sizi giyeceğim. Sonra dükkândan içeri gir. Etek ile bluzu indirt. Giy. Aynanın karşısına geç. Önden, arkadan, yandan kendine bak. Güzel kardeşim, daha da güzelleştiğini göreceksin.
Canım kardeşim. Her ay sana ve babama aksatmadan para göndereceğim. Babam borçları öder. Sen de gelen parayla yavaş yavaş çeyizinin kalan kısmını tamamlarsın…
İstediğin elbiseyi, ayakkabıyı, terliği alıp giyeceksin. Hiç üzülmeyeceksin. Öğretmen Ağabeyin Mehmet seni çok seviyor…
Babasına ve Elif’e yazdığı mektuplarda annesine, kardeşi Ahmet ve Songül’e güzel satırlar hazırlamıştı.
Onları da sevindirecekti.
Posta haneden çıktıktan sonra bir lokantaya gidecekti. İsteyeceği yemeklerin listesi bile kafasında hazırdı…
Hayaller, hayaller…
Umutlar… Atama bir yapılsaydı…
Günler birbirini kovalarken, hayaller bulutlara girip çıkarken aylar geçti…
Mehmet kilo vermeye, zayıflamaya başladı…
Babası, annesi, Elif, Mehmet’e destek çıkıyorlardı…
Moral veriyorlardı… Mehmet üzülmeye devam ediyordu…
Beklenen haber nihayet geldi…
Mehmet, Adıyaman iline atanmıştı. Sevinç içinde ilçeye gitti…
Adıyaman…
Nasıl bir ildi? İnsanları nasıldı? Ev kiraları kaç liraydı. Otobüs direk gider miydi?
Mehmet, beyninde soru üstüne soru üretiyordu… İlçeye kavuşunca bu soruların yanıtlarını arayacaktı…
Mehmet, ilçeye indi. Önce işlerini bitirdi…
Sonra Adıyaman hakkında bilgi sahibi olacağını tahmin ettiği bir esnafa gitti.
Esnafa öğretmen olduğunu, atamasının Adıyaman’a yapıldığını, Adıyaman hakkında hiçbir bilgisi olmadığını söyledi…
Adıyaman hakkında bilgisi olup olmadığını esnafa sordu.
Esnafın suratının rengi değişti.
Kıskançlık fırtınası beyninde esmeye başladı…
Kendi ilçede oturuyordu. Durumu çok iyiydi.
Oğlu üniversiteye girememişti.
Bir fakir köylünün oğlu, ekmeği zor bulan bir köylünün oğlu üniversiteyi bitirmiş… Atanması yapılmış… Kendisine gideceği il hakkında bilgi istiyordu…
“Senin oğlun adam olamadı, bak ben adam oldum.” Köylü parçasının oğlu bunu mu demek istiyor bana…
Bu düşüncelerin kuyusunda onu Mehmet’in sesi çıkardı:
— Adıyaman çok mu kötü bir yer? Neden rengin değişti?
Mehmet’in bu sözleri esnafa ilaç gibi geldi. Hem düşündüğü şeyleri gizleyecek, hem de Mehmet’in gözünü korkutacaktı.
Başladı anlatmaya:
— Ah! Mehmet ah! Seni ne kadar sevdiğimi bilirsin. Babanı da severim.
Yıllardır müşterimdir, dostumdur… Sana üzüldüğümden rengim değişti. Adıyaman çok kötü bir yerdir. Ben orada askerlik yaptım. (Mehmet, bir yıl sonra esnafın Trabzon’da askerlik yaptığını öğrenecekti.) Hepsi Kürt’tür… Çoğu mağarada yaşar… Türkçe bilmezler… Yemesini, içmesini bilmezler… Çok vahşi insanlar… Bir tavuk için adam öldürürler… Ne işin var oralarda… Oraya gideceğine, köyde babana yardım et, daha iyi…
Mehmet konuşamadı. Yıkık bir halde esnafın dükkânından çıktı…
Milli Eğitim Müdürlüğüne gitti. Orada bir görevli ile görüştü.
Görevli, Adıyaman hakkında bilgisi olmadığını söyledi…
Mehmet esnafın anlattıklarını aktardı. Görevli esnafın anlattıklarına inanmadığını söyledi.
Mehmet ilçeden ayrılıp köyüne dönerken ne yapacağını şaşırmıştı.
Attığı adımların farkında bile değildi… Aklı fikri Adıyaman’daydı.
Gitmezse bütün emeği boşa gidecekti. Kurduğu hayaller, babasının borçları, kız kardeşi Elif’e verdiği sözler…
Geleceği ne olacaktı… Babasına, Elif’e esnafın anlattıklarını anlatsa, Adıyaman’a kesinlikle göndermezlerdi…
Çaresizlik bu olmalıydı…
Köye çok az bir mesafe kaldığında kesin kararını verdi. Adıyaman’a gidecekti… Oraları görecekti. Tehlike sezince istifasını verip dönecekti.
“Allah’ın dediği olur” sözünü birkaç kez tekrarladı.
Köye girdi. Evlerine doğru yürüdü. Babası avludaydı.
Babasına sıkıca sarıldı. Babası şaşırdı… Hiç böyle sıkıca sarılmamıştı.
Babası atanmasının sevincindendir, diye düşündü.
O da oğluna iyice sarıldı…
Elif geldi. “Ben ilk günde unutuldum” dedi.
Mehmet kardeşine de sarıldı…
Yemek yendi. Yemekten sonra yolcunun eşyaları sarılmaya başlandı…
Bir döşek, yorgan, yastık, çarşaf, ikişer tabak, tava, tencere, çatal, kaşık, çaydanlık bekâr işi bir ev tamamlandı…
Kalan eksikler Adıyaman’da tamamlanacaktı.
Köyde son gecesini, sohbet ederek geçirmek istiyordu…
Şafak vakti yükünü merkebe yükleyip babası ile ilçeye götürecekti.
Elif’le Mehmet geç vakitlere kadar sohbet ettiler.
Elif sohbet uzayınca uykuya yenik düştü… Gözleri kapandı…
Mehmet yorganı yavaşça kardeşinin üstüne örttü.
Mehmet biraz daha düşündü. Sabahı zor etti.
Şafak vakti babası uyandırdı. “Kalk oğlum güneş doğmadan gidelim,” dedi.
Mehmet kalktı. Elini, yüzünü yıkadı.
Eşyasını merkebe yüklediler. İlçeye doğru yola çıktılar.
İlçeye kadar babasıyla sohbet etti.
İlçeye vardılar. Garajda iline gidecek bir dolmuşa eşyaları yüklediler.
Mehmet ilde Adıyaman’a gidecek otobüse eşyasını yükledi.
Uzun bir yolculuktan sonra Adıyaman’a vardı.
Eşyasını bir taksiye yükleyerek otele doğru gitti. Otelde birkaç gün kalacaktı.
Otele geldi. Eşyasını otelciye teslim etti. Odasına çıktı yattı.
Otelde kaldığı günlerde, gelen diğer öğretmen arkadaşlarıyla tanıştı.
Bir arkadaşına esnafın anlattığı Adıyaman’la ilgili sözleri söyledi.
Arkadaşı şakacı biriydi. Mehmet’in saflığını anladı. Mehmet’i korkutmak istedi:
— Mehmet, senin gideceğin köy dağ köyüdür. İnsanları iki metreden daha uzunlar. Çok vahşiler. Kendine dikkat et.
Mehmet inandı. Çaresizdi. Köye gidecekti. Öyle de yaptı.
Köye vardı. Okulun lojmanının önünde durdu.
Bir çocuktan lojmanın anahtarını istetti. Çocuk anahtarı alıp geldi.
Mehmet korkuyla etrafa bakıyordu. Boyu iki metreyi geçen kimseyi göremiyordu.
Bağların kesim zamanıydı.
Herkes işinde gücündeydi. Mehmet ile ilgilenecek kimse yoktu.
Mehmet’in geldiğinden bile haberleri olmadı.
Mehmet lojmanı temizledi. Yerleşti.
Bir gün sonra eğitim öğretim başlayacaktı.
O gece korka korka yattı. Sabah okulu açtı.
Öğrencilerini bekledi.
O gün hiç öğrenci gelmedi.
İkinci gün, üçüncü gün, dördüncü gün okula kimse gelmedi.
Çocuklar da babalarına yardım ediyorlardı.
Herkes işinin derdine düşmüştü.
Mehmet muhtara gitmeye karar verdi.
Akşamüstü bir çocuğa muhtarın evini göstermesini istedi.
Çocuk önde, Mehmet arkada muhtarın evine doğru gittiler.
Muhtar işten yeni gelmişti. Çok yorgundu. Yan uzanmış tütün sarıyordu. Mehmet içeri gelince doğruldu.
Mehmet oturdu. Öğretmen olduğunu söyledi. Çocukların okula gelmediklerini ve yardımcı olmasını istedi.
Muhtar Türkçeyi iyi bilmiyordu.
Konuşmaları yarı Kürtçe yarı Türkçeydi.
Mehmet’in sözlerine cevap verdi:
— Gelirsiniz! Gelirsiniz! Eşek gibi gelirsiniz!
Mehmet hiç bir şey demeden kalktı.
Lojmana geri döndü.
Rengi sararmıştı.
Muhtarın kendisine eşek dediğini sanıyordu.
Muhtar o sözü öğrenciler için kullanmıştı.
“Öğrenciler gelirler, gelirler, eşek gibi gelirler” demek istemişti.
Aradan birkaç gün daha geçti.
Köyde işler azalmaya başladı.
Öğrenciler birer ikişer okula gelmeye başladı.
İşi biten köylüler gelen öğretmenle tanışmak için okula gittiler.
İşlerinin yoğunluğundan dolayı kendisiyle ilgilenemedikleri için özür dilediler. Evlerine yemeğe davet ettiler.
Her gün bir köylü Mehmet’i evine davet etti.
Mehmet köyde çok sevildi.
Köylüler, Mehmet’in evine ekmek, peynir, yumurta, yoğurt, sebze, meyve taşımaya başladılar.
Mehmet çok mutlu olmuştu. Kendini, kendi köyünden daha rahat hissetmeye başladı.
Mehmet, aynı köyde 7 (yedi) yıl kaldı.
Bu yıllar içinde evlendi. Çocukları oldu.
Kendi iline tayini çıktığında Mehmet ve eşi ağlıyordu.
Köyde çocuklar, kadınlar, erkekler ağlıyordu.
Ayrılık iki tarafa da çok zor gelmişti.
Korka korka geldiği köyden ayrılığı zor olmuştu.
Mehmet, kendi ilinde atandığı köyde Adıyaman’da gördüğü dostluğu, sıcaklığı bulamadı…
Eşi ve çocukları Adıyaman’a tekrar dönmek için Mehmet’i zorluyorlardı…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.