- 800 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
ÖKSÜZ ÇOCUK
Esmer, çelimsiz bir çocuktu. Üstünde rengi solmuş kırmızı bir kazak, arkası ve dizleri yamalı siyah bir pantolon vardı.
Kara lastik ayakkabılar, çorapsız ayaklarına büyük geliyordu. Kirli elleriyle, çeşme gibi akan gözyaşlarını sildiğinden, yüzü haritaya dönmüştü… Islak ellerine toprak yapışmış, o ellerle akan gözyaşlarını siliyordu.
Bayanlar, gerdikleri çarşafların arkasında cenazeyi yıkadılar. Tabuta koydular. Erkekler tabutu omuzlayarak avludan çıktılar.
Yavaş adımlarla yürüyen kalabalık, cenazenin içine konduğu tabutu Ulu Cami’ye doğru götürüyorlardı…
Çocuk, çöktüğü duvarın dibinden kalktı.
Tabutu omuzlayan kalabalığın arkasından, hüngür hüngür ağlayarak yürümeye başladı.
Kalabalık ilerledikçe çoğalıyordu. Birkaç sokak geçtikten sonra Ulu Cami’nin avlusuna girildi.
Tabut teneşir tahtasına kondu.
Çocuk minarenin gölgesine doğru yavaş yavaş yürüdü. Minarenin dibine çöktü. Sırtını minareye verdi.
Hüzünlü gözlerle tabuta bakarak, ağlamasını sürdürdü. Bazı büyükler, çocuğa acıyarak bakıyorlardı.
Yaşlı bir amca çocuğun yanına yaklaştı. Büyük bir şefkatle nasırlı, büyük elleriyle, çocuğun başını okşadı. Çocuğun gözlerinin içine bakarak, çok içten ve yumuşak bir sesle “megri megri, lave mın megri” dedi.
Çocuk, yaşlı gözlerini tabuttan ayırmıyordu. Ağlamayı sürdürdü.
İmam efendi, yavaş yavaş tabuta doğru geldi. Durdu… Tabuta doğru döndü. Cenaze namazı için caminin avlusundaki kalabalık, imamın arkasında saf tuttu. Cenaze namazı kılındı.
Namazdan sonra tabut omuzlara alındı. Mezarlığa doğru yola çıkıldı.
Çocuk kalabalığın arkasında ağlayarak yürümesini sürdürdü. Gözlerini tabuttan ayıramıyordu. Mezarlığa kadar ağlayarak tabutu izledi.
Mezarlığa girildi. Omuzlarda taşınan tabut, yeni kazılan mezarın taze toprağının üstüne kondu.
Çocuk, yeni kazılan mezara yakın bir yerde, eski bir mezarın yanına çöktü. Ağlayarak defin işlemini izledi.
Defin işini bitiren erkekler, Kâhta’ya doğru yürümeye başladılar.
Boşalan mezarın etrafını kadınlar doldurdu. Ağlamaya, ağıt yakmaya, içlerinden bazıları da saçlarını yolup, yüzünü tırnaklamaya başladılar.
Çocuk, çöktüğü yerden kalkarak mezarlığa doğru yürüdü. Kadınların arasında kendine bir yer bularak, mezarın taze toprağına sarıldı.
Kadınların ağıtları ve gözyaşları, çocuğu daha çok etkiledi.
O da daha yüksek sesle ağlamaya başladı.
“Aney, aney” diyerek kafasını mezarın toprağına vurdu. Islak yüzüne, mezarın taze toprağı yapıştı.
Bir kadın çocuğa sarılarak, birlikte ağlamaya başladı…
Uzun süren ağlamalar ve ağıtlardan sonra, kadınlar yavaş yavaş toparlanmaya başladı.
Mezarlıktan ayrılırken, bir kadın çocuğun elinden tutarak yürümeye başladı. Elindeki bezle çocuğun yüzünü sildi.
Hep birlikte cenaze evine döndüler.
Daha önce eve gelen erkekler, bir odada oturuyorlardı.
Kadınlar da başka bir odaya geçtiler. Oturdukları odada ağlamaya, ağıt yakmaya devam ettiler.
Çocuk avlu duvarının dibine oturdu.
Taziye için gelen giden insanları, yaşlı gözlerle izlemeye başladı.
Aradan aylar geçti.
Annesini yitiren esmer, çelimsiz çocuk, babası ve ağabeyi ile birlikte büyük zorluklarla “öksüz çocuk” olarak yaşamını sürdürmeye başladı.
Ev kadınsız olmaz, derler.
Çiftçilikle uğraşan evin babası, çevrenin de etkisiyle evlenmeye karar verdi. Çocuklu, kendi yaşlarında dul bir kadın buldu. Onunla evlendi.
Kadın gelirken kendi çocuklarını da getirmişti.
Öksüz çocuk, üvey kardeşleriyle sık sık anlaşmazlığa düştü. Devamlı kavga etmeye başladılar.
Çocuklar arasındaki bu kavgadan, zararlı çıkan hep öksüz çocuk oldu…
Her kavgadan sonra, üvey annesinden dayak yedi.
Akşam tarladan yorgun dönen babasına şikâyet edildi. Babası ya azarladı ya da dövdü.
Öksüz çocuk için sıkıntılı, çekilmez günler başladı.
Bir gün yine üvey kardeşleriyle kavga etti.
Üvey annesinden ve babasından dayak yememek için sekiz yaşında evden kaçtı.
O günden sonra eve dönmedi.
O artık bir sokak çocuğuydu. Boş evlerde, ahırlarda ya da arkadaşlarının gösterdiği yerlerde yatmaya başladı.
En büyük sorun, açlıktan kazınan mideyi doyurmaktı.
Fırıncılardan, fırında ekmek alanlardan ekmek istemeye başladı.
Bazen ekmek verdiler. Bazen de azarladılar.
Ekmek verilmediği zamanlar, fırına yakın yerlerde pusuya yattı. Ekmek almaya gelen çocuklardan, kendinden küçük olanları, gözüne kestirdiklerini, “av” olarak seçti. Onların aldığı ekmeklerden birini, ellerinden alıp kaçtı.
Çocuklar evlerine ağlayarak ve bir ekmek eksikle dönmeye başladılar.
Sebze ve meyve ihtiyacına da çözüm bulmuştu. Demirci dükkânlarının üst tarafında, sebze hali kurulurdu. Sabahları erkenden sebze haline giderdi.
Meyve ve sebze satmaya getirenlerden, canının çektiğini isterdi.
Genellikle istediği sebze veya meyveyi verirlerdi.
Bazen de meyve, sebze sahiplerinin morali bozuk olurdu. O an, Öksüz çocuğa istediğini vermezlerdi.
Bu bekler, bir fırsatını kollar, istediğini alıp kaçardı.
Günün diğer saatlerini de çarşıda geçirirdi.
Çocuktu… Canı çok şey isterdi... Boynunu büker, canının çektiğini esnaflardan isterdi. Esnaflar da çoğunlukla kendisini kırmaz, istediğini verirlerdi. Kendisine acırlardı.
Vermeyenler, azarlayanlar, ondan kurtulamazlardı. Gider gibi yapar, onların meşgul ya da dalgın anını beklerdi.
O anı yakalar, istediğini alıp kaçardı.
Bu alıp kaçmalar yüzünden, çok küfür duydu. Dayak yedi. Bu yediği dayaklardan, kolları üç yerinden kırılmıştı.
Kırık çıkıkçılar, öksüz çocuğun kollarının kırıklarını iyi bağlayamadıklarından dolayı iki kolu da eğri kalmıştı.
O günlerde ilginç bir olay yaşandı.
Kâhta C. Savcısı, Hasan Boğa’nın fırınına ekmek almaya gelmiş. Üç pide almış. Savcı bey ekmeklerin parasını vermeden önce, öksüz çocuk yanına yaklaşmış, boynunu bükmüş:
— Bana da bir ekmek alır mısın?
Savcı Bey çocuğun bu isteğine karşılık, yüzüne sert sert bakmış, çocuğu kovmuş:
— Defol git buradan…
Öksüz çocuk gider gibi yapmış, gitmemiş.
Cüzdanından para çıkarmakla uğraşan savcının önünden, tezgâhta gazeteye sarılı pidelerden birini alıp kaçmış.
Fırıncı kaçırılan pidenin yerine, savcı beye parasız bir pide daha vermiş. Öksüz çocuk adına, kendisinden özür dilemiş.
Savcı Bey, öksüz çocuğun yaptığına çok kızmış… “T.C. Savcısının bir ekmeğine kimse el uzatamaz,” demiş…
Fırıncının ekmek vermesi, özür dilemesi, öfkesini dindirmemiş…
Elindeki pidelerle hükümet konağındaki makamına gitmiş. Karakol komutanı başçavuşu çağırmış.
Öksüz çocuğun yakalanmasını ve getirilmesini emretmiş.
Başçavuş önde, jandarmalar arkasında büyük suçlunun(!) peşine düşmüşler… Bir ekmek hırsızı öksüz çocuk çarşıda, sokaklarda aranmış.
Uzun aramalardan sonra öksüz çocuk yakalanmış.
Kollarına kelepçeyi vurmuşlar… Kâhta sokaklarında yaya yürütülerek Savcı Beye götürmüşler…
Savcı Beyin öfkesi geçmediğinden, öksüz çocuğun canı yanmış…
“Atın nezarete” diye komutana emir vermiş. Öksüz çocuğu nezarete atmadan, onlar da canını iyice yakmışlar.
O geceyi nezarette geçirdikten sonra, öbür gün ikindiye doğru öksüz çocuğu bırakmışlar.
Öksüz çocuk ile Mahmut, aynı mahallenin çocuklarıydı.
Evleri birbirine yakındı. Aralarında yaş farkı olduğundan, arkadaşlıkları yoktu. İkisi de birbirlerini iyi tanıyorlardı.
Mahmut, “sen iyilik yap at denize, balık bilmezse Halik bilir” düşüncesi ile büyütülüyordu…
Yardımlaşma, paylaşma, sevgi, saygı, komşuluk, sadakat, vefa kelimelerini teorik ve pratik olarak öğreniyordu…
Pratikte uygulanmayan teorinin, beş para etmeyeceğini biliyordu.
Mahmut ortaokulu bitirdi.
Besni Öğretmen Okulu sınavlarını kazandı. Besni’de, ders kitaplarından çok; şiir, hikâye, roman, tarih ve bilimsel eserler okumaya başladı…
Okuduğu kitaplardaki bütün kahramanların, bir ortak özelliği vardı: Yurdunu, yurdunun insanlarını, yeryüzünde yaşayan diğer insanları, hayvanları ve doğayı sevmek...
Bu kahramanlar, haksızlıklara ve kötülüklere boyun eğmeyen, direnen ve direnmeyi öğreten tiplerdi…
Şehirli, köylü İnce Memetler Mahmut’un kahramanlarıydı…
Bu kahramanlar, her zaman ve her koşulda iyiyi, doğruyu ve güzel olanı savunurlardı… Yoksulun, kimsesizin ve haksızlıklara uğrayanların safında yer alırlardı… İdealist, hümanist kişiliklerdi…
Mahmut, okuduğu bu kitapların kahramanlarından çok etkilenmişti…
Komşusu öksüz çocuğu düşünüyordu. Öksüz çocuğa sahip çıkılmazsa, sonunun kötü olacağına inanıyordu.
Bu hayat tarzının sonucu belli; Ya birini vurup zindanlara düşecek ya da biri onu vuracak, toprağa düşürecekti…
Öksüz çocuğa üçüncü bir seçenek sunmak gerekti...
Bu da öksüz çocuğa sahip çıkmakla, elinden tutup doğru yola yönlendirmekle olabilirdi…
Mahmut bir öğrenciydi. Bir öğrenci bu durumdaki çocuğa nasıl yardımcı olabilirdi… Yaz tatili gelene kadar, öksüz çocuğu kurtarmak için birçok hayal kurdu. Hayali olarak onlarca çözüm üretti…
Nihayet yaz tatili geldi.
Mahmut, Kâhta’ya dönmeden kesin kararını vermişti: Olanaklar zorlanacak, olanaklar yaratılacak, öksüz çocuğun okuması sağlanacaktı.
Öksüz çocuk okutulursa, hem kendine hem de topluma yararlı bir birey (insan, vatandaş) olabilirdi…
Mahmut Kâhta’ya döndü. Sabah namazında, babası ile birlikte demirci dükkânına gitti. O gün, ikindi vaktine kadar körük çekti, balyoz salladı.
O gün yapılacak İş bitti. Mahmut, babasından izin aldı.
Dükkândan çıkıp Merdik’lerin oteline doğru yürüdü.
Otelin önünde öksüz çocukla karşılaştı.
Hal hatır sorduktan sonra, öksüz çocuğu otelin altındaki kahvede çay içmeye davet etti.
Birlikte kahveye girdiler. Duvarın dibindeki bir masaya oturup çay istediler.
Çaylar geldi.
Çaylar içilirken, Mahmut düşündüğünü söyledi:
— Seni okula göndermek istiyorum. Gitmek ister misin?
Öksüz çocuk şaşkın, öfkeli öfkeli Mahmut’un gözlerine baktı:
—Mahmut Ağabey! Seni tanımasam, benimle dalga geçiyorsun, diyeceğim. Açlıktan midem davul çalıyor… Sen okuldan bahsediyorsun. Beni okula göndereceğine, kalk karnımı doyur, yeter.
Mahmut düşündü. Öksüz çocuğa “aç mısın tok musun?” sorusunu sormadan, okuldan bahsettiği için kendine kızdı.
Öksüz çocuğa hak verdi:
—Kalk lokantaya gidiyoruz. Karnındaki davulun sesini susturalım. Belki o zaman benim dediklerimi anlarsın.
Birlikte lokantaya gittiler.
Öksüz çocuk, aç kurtlar gibi gelen yemekleri süpürdü. Canının istediğini istediği kadar yedi.
Öksüz çocuk yemek yerken, Mahmut da içi eriyerek onu seyrediyordu. Ağlamamak için kendini zor tutuyordu.
Tanrım, kimseyi öksüz ve çaresiz bırakma diye dua ediyordu…
Öksüz çocuk karnını doyurdu. Suyunu içti.
Mahmut:
—Karnındaki davul sustuysa, kahvede bir çay daha içelim, dedi.
Birlikte kahveye döndüler. Aynı masaya oturdular.
Çay içilirken, Mahmut okumanın faydalarını anlattı. Öksüz çocuğa bütün ihtiyaçlarını karşılayacağına söz verdi.
Okullar açılana kadar, bu kahvede okuma yazma öğreteceğini söyledi:
— Babamın dükkânında işim bitti mi burada buluşuruz, dedi.
Öksüz çocuk gülerek:
— Aç karınla kafam çalışmaz. Her gün karnımı doyurursan, okuma yazmayı öğrenirim. Korkma, her gün bu kadar çok yemek yemem. Bu gün karnım çok açtı. Onun için çok yedim.
Mahmut, öksüz çocuğun şartını kabul etti.
Mahmut’un iki ay tatili, demirci dükkânı ile kahvede geçti.
Öksüz çocuk adını, soyadını, çevresindeki varlıkların adını, rakamları, yazıp okumaya başladı.
Okullar açılmadan bir hafta önce Hafız’ın oğlu Ahmet Koyuncu ile Mahmut, ellerine bir tepsi aldılar. Esnafları tek tek gezerek, öksüz çocuk için kalem, defter, silgi, açacak, yaka, önlük, çorap, gömlek, pantolon, ayakkabı istediler.
Esnaflar hemen hemen aynı şeyi söylüyorlardı:
— Öksüz çocuk adam olmaz. Boşuna kendinizi yoruyorsunuz.
Mahmut ile Ahmet ısrar edince, sizin hatırınız için deyip dükkânlarında bulunanlardan bir şeyler verdiler.
Mahmut ile Ahmet, o gün öksüz çocuğa bir yıl yetecek kadar eşya topladılar.
Mahmut, öksüz çocuğu yanına alarak Atatürk İlkokuluna gitti. Öğrenci, öğrenciye veli olamaz diye kaydını yapmadılar…
Mahmut, öksüz çocuğu okula yazdırmakta kararlıydı. Öğrenci veli olamıyorsa, öğrenci olmayan birini bulmak gerekiyordu.
Mahmut her dara düştüğünde, imdadına Hızır gibi yetişen bir akrabası vardı: Hamit Evci...
Kültürlü, sevilen sayılan değerli bir insandı…
Mahmut, Hamit Evci’ye durumu anlattı. Öksüz çocuğa veli olmasını rica etti. Hamit Evci hiç nazlanmadan öksüz çocuğu okula götürüp kaydını yaptı.
Öksüz çocuk dokuz yaşında okullu oldu. Öğretmeni büyük diye sınıf başkanı yaptı. Öksüz çocuk sevinçten uçuyordu. Mahmut okulun ilk haftası öksüz çocukla birlikte okula gidip geldi.
İkinci hafta Mahmut’un Okulu açıldı. Besni’ye gitmeden önce sevdiği, saydığı insanlardan, öksüz çocuğa yardımcı olmalarını rica etti.
Öksüz çocuk Atatürk İlkokulunda okurken YİBO’ya gönderildi.
İlkokulu, ortaokulu ve liseyi bitirdi.
Daha ortaokulda okurken, terzi Halil’in oğlu boyacı Hacı, öksüz çocuğu yanına çırak olarak aldı. Birlikte boya, badana işi yaptılar.
Liseyi bitirdiğinde, öksüz çocuk da usta boyacı olmuştu.
Mahmut, Diyarbakır’ın Lice ilçesinde Milli Eğitim Müdürlüğü yaptığı sırada, çok sevdiği değerli insan, Hamit Evci’nin vefat ettiğini öğrendi.
Haberi aldığı gün, Kâhta’ya geldi. Birkaç gün Kâhta’da kaldı.
Mahmut, cenaze evinden çıktığı bir gün, beş on adım atmadan öksüz çocuk ile karşılaştı.
Öksüz çocuk, büyük bir saygı ile Mahmut’un elini öpmek istedi. El öptürmeyi sevmeyen Mahmut, öksüz çocukla kucaklaştı.
Sohbet ettiler. Öksüz çocuğun şu sözleri onun için en büyük ödüldü:
—Mahmut Ağabey, senin sayende okudum. Hayatım kurtuldu. Bu gün kendi evim var. Evlendim. Dört çocuğumuz oldu. İşim var. Mutluyum. Buyurun bize gidelim. Konuğum ol.
Mahmut, öksüz çocuğa teşekkür etti. Yanından ayrıldı.
Mahmut, öksüz çocuktan ayrıldığında, kendi kendine konuşuyordu:
— Düşen insanların elinden tutmak gerekir. Düşene bir tekme de sen vur diyen zihniyet, çarpık bir zihniyettir.
İşte size öksüz çocuk örneği… Düşenin elinden tutunuz…
Mahmut, Su kulesine doğru giderken, o günleri yeniden yaşıyordu…
YORUMLAR
Çok güzel Hocam. Sizinle biz de o zamanlara ve mekanlara yolculuk yaptık. İnsanların duygularına ortak olduk. Kah güldük, kah burnumuzun direği sızlayıp gözlerimiz buğulandı ama mutlu sonla da çok mutlu olduk.
Merhamet gösterip elinden tutulmayan bir öksüzün, bir insanın nasıl olup da adım adım düşkünlüğe, oradan da caniliğe doğru yol aldığını çok güzel gözler önüne serdiniz. Adaletli, sosyal bir devlet de olsa yaşadığımız, galiba en olması gerekenler bu vicdanlı, adam gibi adamlardır toplumun bel kemiğini oluşturanlar. Allah onları toplumdan eksik etmesin.
Her ne kadar eğitim bir toplumun en olmazsa olmazıysa da vicdansız bir insan "savcı" olsa ne olur; “T.C. Savcısının bir ekmeğine kimse el uzatamaz.” diye kostaklanıp durur.Oysa biliriz ki vicdansız insan kostak değil, olsa olsa despot olur.
Kalemine, yüreğine sağlık hocam.
Sağlıcakla,