Musa Efendi ( Öykü )
On dokuzuncu asrın sonlarına doğru, Osmanlı İmparatorluğunu zor günleridir. Bir taraftan isyanlar bastırılmaya çalışılırken, diğer taraftan toprak bütünlüğü için değişik cephelerde savaş devam etmektedir. O yıllar mevsimlerin kurak geçtiği, Anadolu da kıtlığın yokluğun baş gösterdiği yıllardır. Halk iaşe tedarikinde sıkıntı çekmekte, kilerinde bulunan erzakı da idareli tüketmek bir yana öğün atlatarak ilaç niyetine ayakta kalmak için azar azat tüketmektedir.
Şehirler küçük ve sakindi, iç içe dar sokaklarda sağlı sollu sırt sırta vermiş çoğunluğu toprak damlı ve tek katlı, etrafı duvarlarla çevrilmiş geniş avlulu evlerden ibaretti. Musa Efendinin evi bu evlerden değildi, benzemiyordu da. Musa Efendi seksen küsur yaşlarında, çevresinde sözü dinlenen ilmiyle, hoş sohbetiyle itibar gören, şehrin ileri gelen eşraflarındandı. Asmalı Sokağının başında cumbalı büyükçe bir konakta yaşıyordu. Asmalı sokakta bulunan evlerin hepsinin avlusu önde evler berisinde, Musa Efendinin konağı sokağa cepheli, avlusu ve kocaman bahçesi berisindeydi. Avlunun biraz ötesinde korunaklı ve bakraçlı derin su kuyusu, sol tarafında zer zeminli kileri, fazla eşyaların saklandığı deposu. Sağ tarafında halayıkların yaşadığı müştemilatı, bahçenin sonlarına doğru ahır ve samanlığı vardı. Musa Efendinin kalabalık bir ailesi, damatları gelinleri ve otuza yakın torunu vardı. Oğulları ile birlikte ailecek konakta yaşıyorlardı. Damatlar bayramlarda çocukları ile gelir el öperler, hayır dualarını alır bayram ziyaretidir der müsaade isteyerek konaktan ayrılırlardı.
Musa Efendi, kızlarının evlendikten sonra sık sık baba evine gelmelerini pek istemezdi, bunu açık açık yüzlerine karşıda söylerdi. Gözünüz gönlünüz yuvanızda olsun aman ha der tembihlerdi. Ben zaman zaman ziyaretinize gelir sizi hoşnut eder varsa ihtiyaçlarınız gizliden karşılarım derdi. Hiç bir zaman damatlarının yanında, kızlarına ve torunlarına bahşiş dışında, maddi yardımda bulunmazdı. Yüz bulup alışkanlık haline getirmesinler diye.
Musa Efendi, bir bayram arifesinin sabahında halayıklarından Ali ve Davut ağalara, küfelerini yanlarına almalarını söyledi. Bayram ihtiyaçlarını temin etmek için beraber kapalı çarşının yolunu tuttular. Bedestenden küfeler dolusu erzak aldılar. Yine aynı geldikleri gibi o dar sokaklardan yürüyerek, Musa Efendi önde, Ağaların sırtlarında lebalep dolu küfelerle evin yolunu tuttular. Musa Efendi Asmalı Sokağa gelmeden iki sokak aşağıda ki Serin Sokağın ortalarında bir evden ağlamaklı bir bir ses duyar gibi oldu. Sağ elini kulağına götürerek ağıt sesi duyduğunu halayıklarına işmar ederek sizde duyuyor musunuz dedi. Halayıklar evet duyuyoruz çocuk sesine karışan sanki iniltili bir kadın ağlamasına benziyor dediler. Hacı Musa Efendi onlara, yükünüzü indirin soluklanın dedi. Sesin geldiği yöne doğru yürüyerek büyükçe bir yıpranmış ahşap deve kapısının önünde durdu. Emin olmak için kapıya kulağını dayadı. Halayıklarına dönerek evet bu evden geliyor sesler dedi. Kapının pirinç tokmağına vurdu. İçeriden gelen ağıt sesinin kesildiğini duydu, ısrarla kapının tokmağını vurdu. İçeride bulunan her kimse kapının üzerinde bulunan küçük kapının sürgüyü açma sesi duyuldu. Hafiften kapı aralandığında, kapı aralığından ağzını yaşmağı ile kapatmış gözleri ağlamaktan kızarmış burnunu çeken genç bir gelin göründü.
- Buyur dede birini mi ardın dedi.
- Yok kızım, bu evden bir ağıt sesi geliyordu, beni yolumdan etti gidemedim bir türlü sen miydin evladım dedi Musa Efendi.
- Yok dede ben değildim bilmem ki kimdi.
Gelinin gözlerine baktı, ağlamaktan kızardığını gördü ve o olduğundan emindi, ısrarla
- Evladım saklama, sendin ağlayan gözlerin öyle söylüyor.
Yok ben değilim dediyse de gözlerine hakim olmadı, yağmur gibi boşaldı yaş gözlerinden.
- Evladım ben senin deden yaşındayım sen benim torunumdan da küçüksün. Hadi nedir derdin söyle evladım. Bak söylemezsen ilahi huzurda iki elim yakanda senden davacı olurum dedi.
Musa Efendi, deve kapısı üzerindeki aralanan kapının aralığından giriş avlusunun ilerisinde bulunan salaş tek katlı evden cılız altı ila dört yaşlarında büyüğü oğlan iki çocuğun ağlayarak analarına doğru yürüdüklerini gördü.
- Bu çocuklar niye ağlıyorlar peki evladım diye sordu.
- Dede bu çocukların babası yemenden dönmedi yetimler. Bize göz kulak olacak kimsemiz de yok. Çocuklar aç, günlerdir ocakta su kaynatıp soğan haşlayıp zorla yedirdim şimdi yine haşladım yemiyor, anne ekmek istiyorum diyorlar. Unum yok ki onlara ekmek yapayım, onun için ağlıyorlar. Büyük olanın aklı yetiyor isterim diye ağlayınca küçüğü de ona uyup ağlıyor.
Musa Efendinin gözleri doldu, belli etmemek için elinin tersi ile sildi ve halayıklarına dönerek,
- Küfe deki erzakları girin içeri hanım evladımın göstereceği münasip bir yere boşaltın hadi bakayım aslanlarım dedi.
- Ama dede ben hak etmedim ki nasıl kabul ederim
- Hak ettin evladım fazlasıyla hem de fazlasıyla, adını bağışlar mısın dedi.
- Gülsüm
- Bak evladım Gülsüm, sana bir daha söylüyorum, şu andan itibaren Allah’ın huzurunda yemin ederim ki sen benim evladımsın. Şimdi çocuklarını yanına al çarşıya gidiyoruz.
- Ali, Davut ağalar bizi takip edin dedi.
Beraberce yine çarşıya gittiler, çocukların ne ihtiyacı varsa, Gülsümün ne eksiği varsa fazlasıyla aldı Musa Efendi. O dar sokaklardan Serin Sokağındaki deve kapılı Gülsümün evine geldiler. Musa Efendi, avcı yeleğinin koyun cebinden çıkarttığı para kesesinden beş altın çıkarıp Gülsüme verdi.
Bak evladım, zaman zaman bu Ali ve Davut ağabeylerini sana göndereceğim, onlar senin ve çocuklarının ne ihtiyacı varsa temin edecekler. Yine tekrarlıyorum sıkıntını saklar söylemezsen İlahi Huzurda iki elimin yakanda olduğunu senden davacı olacağımı unutma. Hadi şimdilik Allah’a emanet ol dedi ve huzur içinde halayıkları ile birlikte konağının yolunu tuttu. Gülsüm bu alicenaplığı için her defasında aynı duayı etti, Allah’a yakardı.
Bu yardımlaşma devam ede dururken, Gülsüm Davut efendinin oğlu Zabit ile evlendirildi. Doğan iki erkek çocuğunun birinin adını Hacı, diğer çocuğunun adını da Musa koydu. Musa Efendi, Davut Ağanın ölümünden sonra oğlu Zabiti yerine halayık olarak aldı. Aynı konakta uzun yıllar maaile mutlu yaşadılar. Gülsüm, ömrü boyunca dede dediği Hacı Musa Efendi için duasını hiç esirgemedi.
Yirminci asrın ilk çeyreğinden, yani Cumhuriyetin ilanından sonraki yıllarda devrimlerin etkisiyle kahve hane kültürü değişmiş, modern kıraat haneler açılmıştı. Hane yerine salon kelimesi kullanılıyor kıraat salonu deniyordu. Bu salonların bir tarafında günlük gazeteler ya da kitaplar okunuyor, diğer tarafında üzeri yeşil çuha kaplanmış masalarda, isteka denen sopalarla renkli topların ittirilerek bilardo oyunu oynanıyordu. Gençler bu düzenlemeye bayılmışlardı, bilardo masası başında arada bir istekalarının ucunu çivit mavisi küp tebeşire sürterken bilmiş havalarında ki duruşlarına diyecek yoktu.
Mahalle meydanına açılan sokağın köşesinde açılan kıraat haneyi, Gülsümün Zabitten olan büyük oğlu Hacının oğlu Mahmut açmıştı. Kıraat hanenin içerisinde, çay ocağı yanında Mahmut’un çalışma masası, masanın arkasında duvarda Atanın mareşal üniformalı posteri, önünde yerde küçük bir halı, karşılıklı konulmuş üzeri geyik postuyla kaplı tahta koltuklar vardı. Çay ocağının diğer yan tarafında kıraat salonu, kıraat hanenin diğer yarı kısmında da üç adet bilardo masası, çepeçevre dizilmiş seyirci iskemleleri vardı.
……………………
Çalışma masası önünde bulunan tahta koltukta, altmış beş yetmiş yaşlarında, orta yaş görünümlü temiz giyimli, saçları ağarmış bir adam oturmuş nargilesini fokurdatarak içiyordu.
Arada bir kıraat hane sahibi Mahmut yanına geliyor hatırını soruyordu. Nargilesini marpucunu siliyor, tömbekisini yeniliyor közlüyordu. Bir ara kıraat hanenin kapısı açıldı. İçeri saçı sakalı ağarmış ileri yaşlarda bastonla ilerleyen iki ihtiyar girdi. Şöyle bir bakınarak etrafı süzdüler ve o çalışma masasının önünde tahta koltukta oturan nargilesini tüttüren adama doğru ilerlediler. Önünde durup selamladıktan sonra sırayla bayramlaşıp elini öpüp hayır dualar ettiler. Oturan adam berhudar olun evlatlarım dedi ve avcı yeleğinin cebinden iki Reşat altını çıkartarak onlara verdi. Bu arada, Mahmut, dedem benim hakkım bakimi dedi. Adam elbette evladım dedi.
Bilardo oynayan gençler olan biteni an be an izlemişlerdi. İçlerinden külhanbeyi görünümlü olanı oturan adama doğru ilerleyerek,
- Utanmıyorsun be adam, baban yaşındaki bu yaşlılara elini öptürmeye, bahşiş vermeye.
- Adam, evladım neyine gerek git sen oyununu oyna dedi
- Külhanbeyi genç, bak utanacağı yerde hala konuşuyor diyerek adamın üzerine yürüdü ve elindeki istekayı kaldırdı. El öpen yaşlı adamlardan biri külhanbeyi gencin kolunu tutarak vurmasını engelledi.
- Ne yapıyorsun be evlat o gördüğün adam babaannemizin babası bizim dedemiz dedi.
- İnanmıyorum benimle dalgamı geçiyorsun dedi külhanbeyi.
Torun Mahmut, gençlere doğru ilerleyerek evet dedi bu gördüğünüz adam benim dedem. Elini ilk öpen bu adamın adı Hacı benim babam olur, diğeri de Musa amcam anladınız mı şimdi dedi. Gençler hayret bakışları arasında bilardo masalarına doğru ilerlediler. Mahmut önce oturan dedesinin sonra da babasının ve amcasının ellini öptü. Gençler oyunları bittiğinde hesap öderken, Mahmut Ağabey biz pek anlamadık ama bir gün bize anlatırsın diyerek kıraathaneden çıkıp gittiler.
Mahmut başka bir gün bu hikayeyi gençlere başından sonuna kadar ne varsa anlattı. Gençler rahmetli babaannem Gülsüm Hanım biz torunlarına şöyle derdi.” Ben ölürsem zor günlerimde hızır gibi yetişen, bize atalık yapan, kendi evlatlarından ayırmayan Musa Efendi hiç ihmal etmeyin hatırını kırmayın, eğer ben ondan önce hakkın huzuruna kavuşursam ona sahip çıkın. Eğer ki ihmal ederseniz huzuru ilahide iki yakanıza yapışır sizlerden davacı olurum. Tanıdığım günden beri, günde beş vakit hep aynı duayı ederek, Allaha onun için niyazda bulundum dedi”
Nasıl bir duaydı babaanne dediye sorduğumda,
“Allahım Hacı Musa kulundan razı ol, onun yaptığı iyiliğe karşılık, ona öyle bir sağlıklı ömür ve ki benim torunlarım elini öpsün demişti. 250915 mcicek