- 615 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
ŞEYTANIN TORUNLARI
Sevgili Dost, yazını okudum; nasıl olduğumu soruyorsun…
Yanıtım: Bülbülü altın kafese koymuşlar, ah vatanım! Demiş.
Babam demirci olduğundan, beni hep demir kafeslere koydular… Demir kafesler, irademi çelikleştirdi ama özlemimi kat kat arttırdı.
Öyle bir hale geldi ki yüreğim, bütün bülbüllerden daha içten ve daha yüksek bir sesle “ vatanım” (KÂHTA’M) diye haykırıyor…
Çocukluğumun etrafı bağlarla, bahçelerle çevrili gülistanını çok özlüyorum…
Bu gülistanın büyük bir çoğunluğu “ adam gibi adam” olan güzel insanlarını inan çok özlüyorum.
Çocukluğumun Kâhta’sı, güzel insanlarıyla, bağıyla, bahçesiyle, köyü, sokağı, caddesiyle hep gözlerimin önünde…
Hem de gece gündüz hayalimde ve düşümde…
Şiirlerime ve yazılarıma yansıyor bu özlemim…
Diyorsun ki:
—Kâhta’ya küçük Paris, derdik ama şimdi olmuş Kangenik…
Kangenik yoksuldu, bakımsızdı, sahipsizdi ama kalabalık ve karışık değildi…
İnsanlar birbirine yabancı değildi. Herkesin ayrı bir dünyası vardı.
İnsanlar birbirinin dünyasını karartmaya değil, aydınlatmaya çalışırlardı. Sevgi ve saygının ruhuna fatiha okunmamıştı.
Geldim, gördüm, şaştım, üzüldüm…
Laf aramızda, duygularım dokuz şiddetindeki bir depremde kırılan faylara döndü… Hüzünlendim. Hıçkırık bir yumruk gibi geldi, boğazıma oturdu. Ağladım. Sicim gibi gözlerimden yaşlar boşaldı. Gözyaşlarımı kimseye göstermemek için, insanların olmadığı tarafa doğru yürüdüm. Yılların acımasızlığına, cehaletin körlüğüne, çıkarcılığın arsızlığına ve vicdansızlığına lanet okudum…
Büyük çoğunluğun eğitimsizliğinden doğan duyarsızlığı, ilgisizliği ve bir de saflığı yüzünden, küçük Paris Kangenik oldu.
Şeytanlar saf insanların yoğun olduğu mekânları seçerler…
Kâhta’da şeytanların çoğalması ondandır…
Benim insanlarımın büyük çoğunluğu erdemlidir… Onların güzelliğini şeytanlar tahrip edemez…
Sevgili Dost, şeytanlar yüreğindeki güneşe yine gölge düşürmüşler. Tatlı canını üzme sen, gölgeler gelir geçer.
Şeytanlar canını sıktığı zaman bir ormanı düşün... Büyük bir orman... Ormanın içindeki binlerce yemyeşil ağacı düşün…
Bu güzelim ormanın içinde aslını yitirmiş, kurumuş ve odunlaşmış ağaçlar olacaktır…
Çürümüş ve odun olarak dahi kullanılamayacak ağaçlar olacaktır...
Aslını yitirmiş, çürümüş veya kurumuş bir kaç ağaç için ormana küsme, derim…
Yemyeşil yapraklar içindeki binlerce ağacı düşün…
Binlerce yeni filizi gözlerinin önüne getir. Gönlünü şen tut. Yeni filizler daha gür ve güzel olacaktır.
Kuruyacak ve çürüyecek birkaç ağaç, ormanın güzelliğini bozamayacaktır. Birkaç çürümüş, kokuşmuş ağaç için, ormana kızmak, küsmek bence yanlıştır…
Şeytanlar bir daha canını sıkarsa, yine ormanı düşün…
Ormanın içindeki binlerce hayvanı düşün… Renk renk, boy boy, çeşit çeşit kuşları düşün… Geyiklerin güzelliğini düşün… Tavşanların koşuşunu getir gözlerinin önüne. Bülbüllerin tatlı nağmelerine kulak ver... İpek gibi tüyleri olan sincapların ağaca tırmanışını hayal et…
Aslanların heybetli duruşunun nedenini, yorumlamaya çalış… Aslanlar, krallıklarını sahtekârlıkla elde etmezler… Aslanlara, kuvvetli oldukları için kral dendiğini anımsa…
Bizim ormanda kurt, çakal, tilki de var diyeceksin. Bütün ormanlarda kurt, çakal, tilki vardır. Hiçbiri ormanların kralı olmamıştır. Onlar için mideni bulandırmaya, canını sıkmaya, yüreğinin güneşini karartmaya değmez.
Bunları getirip oturtma göz bebeklerine. Kurtların ulumasına, itlerin ürümesine, çakal, tilki sesine kulaklarını kapat.
Bülbüllerin sesini dinle can kulağıyla… Yemyeşil yaprakların arasından, masmavi gökyüzüne elini salla. Baraj gölüne, sabah sabah inen güneşin ışınlarından, huzuru yakalamaya çalış.
Aysadık’a inen yolun başında dur. Aşağıya ve karşıya bak… Yeşil ve mavinin oluşturduğu o harika manzaranın güzelliğine teslim et kendini…
Şeytanlar bir daha canını sıkarsa, Kâhta’mızı büyük bir orman olarak getir gözlerinin önüne…
Kâhta içinde on binlerce ağzı var dili yok, yüreği tertemiz insanları düşün… Kimseye muhtaç olmamak için il il ekmek peşinde koşan, canlarımızı düşün…
Anneler, babalar genç oğullarını, kızlarını, küçücük çocuklarını alıp kaysıya, fındığa, mercimeğe, pamuğa niye götürürler?
Sen de iyi bilirsin ki, Kâhta’dan ayrılıp başka topraklarda ter dökmelerinin nedeni, onurluca yaşamak içindir…
Gurbet ellerine çıkan on binlerce Kâhtalı, namusuyla, şerefiyle yaşamak için ter döküyorlar…
Esnaflar sabahtan akşama kadar dükkânını bekler… Yine bilirsin ki bu sabırlı bekleyiş, onurluca yaşamak, kimseye el açmamak içindir.
Gönlü bol, kalbi temiz, “Adam gibi adam” olan köylülerimizi düşün…
Qeraş’ta, Elüt’te, Markik’te Kilisk’te, Keftire’de, Hamzeyin’de, Qerçor’de, Gigan’da, Biriman’da, Bersomik’te, Encuz’da ve diğer köylerimizde, mezralarımızda yaşayan insanlarımızın güzelliklerini gözlerinin önüne getir…
Kâhta merkezde, köylerimizde, mezralarımızda yaşayan insanlarımızın yüzde kaçı aslını yitirmiş, kişiliksizleşmiştir?
Ormanın içindeki korumuş, çürümüş birkaç ağaç, ormanın güzelliğini bozamaz.
Yozlaşmış, kıblesini para yapmış, insanlığını yitirmiş, her türlü pisliği meslek edinmiş zavallılar, Kâhta’mızın güzelliğini bozamaz.
Şanını, şerefini, tertemiz geçmişini lekeleyemez. Onlar ormandaki çürümüş ağaçlardır.
Beni maziye götürdün… Sana yaşanmış bir hikâye anlatayım.
Bu acı hikâye bile Kâhta’ya sevdamı engelleyemedi. Bir kaç tanecik “Şeytanın torunları” için, doğduğum topraklara hiç küser miyim?
Babam Yetim Mustafa, bütün olumsuz koşullara inat büyümüş, zanaat sahibi olmuştu. Kâhta’da Demirci Mustafa diye tanındı.
Oluk oluk akıttığı terlerle, Ulu Cami’nin önündeki çeşmeyi yaptı.
Çeşme yapımından yıllarca sonra çarşının ortasında bir kahvehanenin mülkiyetini aldı.
Tuttuğu işçilerle kahvehaneyi işletiyordu. Kendisi demirciliğe devam ediyordu. Bu kerpiçten yapılmış işyerini betondan yapmak için yıkmaya karar verdi ve yıktı.
O yıllarda Kâhta’da çimento satan yoktu. Malatya’ya gitti. Kamyonlarla çimento getirdi. İnşaatın kaba ve ince işlerini bitirdi. Kahvenin ön tarafına da Malatya’dan buzlu cam getirmişti. Onları taktırdı. Kahvehane hazır hale geldi.
Demirci Mustafa o günlerin bir gecesinde rüya gördü. Rüyasında aksakallı bir dede, evine gelmişti. Kendisine öğüt veriyordu:
—Mustafa, sen iyi insansın. Kahvehane işletmek sana yakışmaz. Yaptığın yer çok büyük. Sen orayı cami yap. İnsanlar içinde namaz kılsın. Sana dua etsinler.
Demirci Mustafa uyandı. İnançlıydı. Terbiyeliydi. Büyüklerine karşı çok saygılıydı… Aksakallı dedenin sözünü tuttu. Bin beş yüz asmalık bağını, bir dükkânını, yedi kat yün yatağını ve eşinin bütün altınlarını satarak yaptırdığı iş yerini, cami olarak bağışlamaya karar verdi.
Sabah kalktı. Abdest aldı. Evden çıktı. Sabah namazını kılmak için camiye gitti. Namazdan sonra demirci dükkânını açtı. Müftülüğün açılmasını bekledi. Müftü, mesai saati başlayınca geldi. Koltuğuna oturdu. Demirci Mustafa kapıya iki-üç kere vurduktan sonra, büyük bir saygı ile içeri girdi.
Elindeki anahtarı masaya indirdi ve söze başladı:
— Bu yeni yaptığım yerin anahtarıdır. Size veriyorum. Orayı cami olarak Diyanet’e bağışlıyorum. Halıların altına serilmesi için hasır siparişini verdim. Getirecekler. Birkaç halı da alacağım.
Müftü sabah mahmurluğu içinde, Demirci Mustafa’yı dinledi. Müftünün şaşkınlığı geçmeden, Demirci Mustafa , “Allah rahatlık versin” diyerek odadan çıktı.
Camiye, “MUSTAFA CAMİ ŞERİFİ” ismi verildi.
İçi düzenlendi. Caminin açılışının yapılacağı gün, müftü Demirci Mustafa’yı çağırdı.
Yeni imam atanana kadar ücret karşılığı “imamlık” teklif etti. Demirci Mustafa bu teklifi kabul etti.
Bağışladığı caminin dört ay imamlığını yaptı. Dört ay sonra imam atandı. O dört ay için Demirci Mustafa’ya hiç ücret ödemediler. O parayı kim yedi? Demirci Mustafa’nın eşinin dediği gibi, “ZEHİR ZIKKIM OLSUN” yiyenlere…
Aradan yıllar geçti. Demirci Mustafa’nın büyük oğlu Mehmet Cantekin, İstanbul’da, üniversitede okurken vuruldu. Cenazesi Kâhta’ya getirildi.
Bu olaydan üç ay sonra, Demirci Mustafa’yı müftülüğe çağırdılar. Demirci Mustafa, “hayırdır inşallah” dedi ve müftülüğe gitti.
Müftü efendi ve beş hacı sıcak çaylarını yudumluyorlardı… Bir sandalye göstererek “otur”, dediler.
Müftü ve beş hacı, “MUSTAFA CAMİ ŞERİFİ” camisinin, çarşının ortasında olduğunu, çarşının ortasında caminin olmaması gerektiğini ve günah olduğunu söylediler.
Bu camiyi satıp parasıyla su kulesi mahallesinde bir cami yapmaya karar verdiklerini açıkladılar. “Camiyi satabilmemiz için bağışlayan kişinin, senin imzan gerekiyor,” dediler. Hazırlanan kâğıdı gösterdiler.
Demirci Mustafa şaşırdı. “Allah Allah,” dedi. “Bu kadar yıl, çarşıda cami yaptım diye günah mı yazıldı defterime?”
Kuşkulanmıştı. Bir oyun seziyordu. Çözemiyordu. “Aileme sormadan o kâğıdı imzalamam,” dedi ve müftülükten çıktı. Düşüne düşüne evine doğru yürüdü.
Oğlu Mahmut Besni ilçesinde, öğretmen okulunda okuyordu. Eve yeni gelmişti. Babası içeri girince ayağa kalktı. Her zaman eve güler yüzle gelen babasının yüzü asıktı… Babasına sarıldı. Elini öptü.
Babasının yüzüne tekrar baktı ve sordu:
— Ne oldu baba? Hasta mısın?
— Yok. Hasta değilim. Hele oturalım.
Oturdular. Mahmut merakla babasına bakıyordu. Baba, konuşmasına başladı:
— Oğlum, dedi. Sen okumuşsun. Hala okuyorsun. Müftülükten beni çağırdılar. Çarşının içinde cami yapmak günahmış. Bizim camiyi satıp su kulesi mahallesinde cami yapacaklarmış.
— Kimler vardı? Kim saçmaladı bunları?
— Müftü, Hacı İ, Hacı M, Hacı Y, Hacı Ş, Hacı M.
Mahmut hacıların adını duyunca, içine kuşku düştü. Düşünmeye başladı. Bu hacılar üçkâğıtçı. Düşüncelerini babası ile paylaştı:
— Baba, Adıyaman’da camilerin büyük çoğunluğu çarşının içindedir. Besni’de de öyle. Adana’da kaç tane cami gördüm, çarşının içinde. Bunlar bize bir oyun oynamak istiyorlar. Baba, ben sana bir soru sorayım. Bizim cami kaç para eder?
— Çok iyi para eder. Pasaj yapılırsa, on tane dükkân çıkar. Çarşının içiyle su kulesi mahallesi bir olur mu? Bizim caminin parasıyla mahallelerde üç cami yaparım.
— Baba, gerçekten üç cami çıkar mı?
— Tabi ki çıkar. Sen ne düşünüyorsun?
— Baba, yarın müftülüğe git. Onlara diyeceğin şudur. Camiyi satın. Parasını bana verin. Ben o parayla üç tane cami yapacağım. Birinci cami su kulesi mahallesine. İkinci cami, cami mahallesine. Üçüncü cami, Kangenik mahallesine… Senin teklifini kabul ederlerse, kâğıdı yeniden düzenlesinler, sen de imzanı at. Kabul etmezlerse, kâğıdı imzalama. Onlara güvenmiyorum.
— Tamam oğlum. Çok iyi düşündün.
Bir gün sonra Demirci Mustafa müftülüğe gitti.
Mahmut, babasını müftülüğe yakın olan dükkânında, büyük bir merakla beklemeye başladı. Çok geçmeden babası döndü. O melek gibi insan, sinirinden titriyordu:
— Oğlum sen haklıymışsın. Siz paraya karışmayacaksınız, o para ile üç mahallede üç cami yaparım deyince, çıldırdılar. Biz parayı sana vermeyiz. Bir cami yeter. O mahallelerin camiye ihtiyacı yok, dediler. Bizim hazırladığımız kâğıdı imzala dediler. İmzalamadım, geldim. Caminin parasını yiyecekler.
— Baba, o parayı yiyecekler. Kendi yaptıkları hırsızlığı kapatmak için de seni suçlayacaklar, beni suçlayacaklar, Mehmet ağabeyimi suçlayacaklar. Bir taşla birkaç kuş vurmuş olacaklar… Bunlar “ŞEYTANIN TORUNLARI…” Her zaman dikkatli olmak zorundayız.
Sevgili Dost, çocukluğumuzda Kâhta’da bazı kişilere “hacı şeytan” derlerdi. Ben onlara o çocuk yaşımda, “ŞEYTANIN TORUNLARI” demiştim.
Allah, seni ve tüm güzel Kâhtalıları, “ŞEYTANLARIN VE ŞEYTANIN TORUNLARININ” şerrinden korusun…
Doğduğum topraklara olan sevdama bunlar gölge edemezler…