- 858 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
AKŞAMDAN GECEYE SESLER (Öykü)
Gündüz hava kuru ve sıcaktı. İnsanlar iki günden beri sıcaktan kavrulmuş ve bunalmışlardı. Gündüz saatlerinde öğle sıcağında dışarı çıkılmaması tavsiye ediliyordu. Ama o, sıcağa ve tavsiyelere aldırmayarak dışarı çıkmış, gezip dolaşmıştı. Bu nedenle de yorgundu. Akşamın olmasını dört gözle bekliyordu. Bir an önce yatmak istiyordu.
Akşam yemeğinden sonra bir ağırlık çökmüştü vücuduna. Yorgunluğun da etkisiyle uykudan ölüyordu. Ama nasıl uyuyacaktı. Çünkü çok fazla gürültü vardı. Bir terasa çıkıyor bir odaya giriyor, uyuyabileceği biraz da olsa sesin onu rahatsız edemeyeceği bir yer arıyordu. Hava sıcak olduğu için tüm odaların penceresi açıktı.
Uykusuzluğa daha fazla dayanamıyordu.
“Böyle olmayacak. Uyumalıyım.”dedi, kanepeye uzandı. “Tabi, uyuyabilirsem... Bu gürültüden uyunabilirsem!”dedi. Ama yine de gözlerini kapadı. Fakat uyumak mümkün gibi değildi. Uyuması için her zaman sessiz bir ortama ihtiyaç duyardı. Gürültüden asla uyuyamazdı.
Sanki bu akşam tüm sesler anlaşmışlar gibi bir araydılar. Biri bitse diğeri başlıyordu. Sanki her yerde her şeyde ses vardı. Kulakları zonklatan müzik sesi, yoldan geçen arabaların motor sesi, bağıra bağıra konuşan bir erkek sesi ve arada bir de olsa uçak sesi.
Akşamdan beri aralıksız süren müzik sesi normalin birkaç katı daha fazlaydı. Sanki müzik bu akşam gürültünün de temel sesiydi. Müzik de öyle bildiğimiz pop yada rock gibi gürültülü müziklerden değildi. Böyle olsa, zaten bu müzikler böyle, deyip sineye çekerdi, ama değildi. Şu an biri Türk Sanat Müziği dinliyor, ama ses çok fazla açıldığından rahatsızlık veriyordu. Hele vakit geç olunca hiç çekilmiyordu.
“Akşam oldu hüzünlendim ben yine...”
Belki birazdan sesini kısar ya da kapatır diye sabretmek başka çare olmadığını düşündüğü için bekliyordu. ‘Adam içiyor mudur nedir, hep aynı efkarlı parçaları dinliyor.”dedi içinden. Herhalde akşamcıydı ki saatlerdir bu tarz müzik çalıp duruyordu.
Uyuyamadı; zaten hem sıcaktı hem gürültü vardı. Kalktı, terasa çıktı.
Bir kişi yüksek sesle bir şeyler anlatıyor, dinleyenler ise alçak sesle arada bir şeyler soruyordu. Konuşmasına bakılırsa bağırarak konuşan kişinin kulakları ağır işiyor olmalıydı. Sözlerini art arda sıralıyor, keyifli keyifli konuşuyordu. İster istemez bu sese kulak verdi:
“Şu Vega yıldızı, şu çok parlak olan Venüs, şu kızıl olan da Mars...” Anlaşılan astronomiye meraklı biriydi konuşan.
Bu sırada bir ses tüm sesleri bastırdı. Bir araba Yaprak Sokak’tan Esat Caddesine gürültüyle çıktı. İster istemez ağzından birkaç kötü söz çıktı, o kadar.
Terasta oturduğu sürece hava akımından dolayı sıcaklık bir nebze de olsa az hissediliyordu.
Terastan geleni geçeni seyretmek keyifli oluyordu. Her çeşit insan geçiyordu çünkü. Bu sırada yürüye yürüye giden iki kişinin tartıştıklarını duydu. Aşağı baktı. Genç bir kızla genç bir erkek bilinmeyen nedenden dolayı tartışıp duruyorlardı. Ama konuştukları anlaşılmıyordu. Çünkü müzik sesi her şeyi bastırıyordu. Uzun süre onları seyretti. Gelen geçen de bir süre onlara baktı, sonra yollarına devam ettiler. Çok geçmeden onlar da kendiliklerinden birbirilerine bağırıp çağırarak ayrıldılar. Biri yokuş yukarı gitti, diğeri geldiklere yere doğru dönüp gitti.
Biraz sakinleşir gibi oldu ama uykusu hiç geçmiyordu. Terasın demir korkuluklarına her iki elini de üst üste koyarak dayadı, onun üzerine de başını koydu, biraz kestirmeye çalıştı, ama boşuna yüksek ses her şeye engeldi. Bir süre daha sağa sola bakındı durdu. Ama olmadı.
Gece saat on bire doğru yatmak için içeriye yatağına gitti. Kendini bu saate kadar zor tutmuştu. Artık dayanamaz hale gelmişti. Bakalım uyuyabilecek miydi. Hiç olmazsa deneyecekti. Pencereyi de kapıyı da sıkı sıkıya kapadı. Şimdi ses daha az duyuluyordu. Uyunabilirdi. Ama bu kez sıcak onu uyutmadı. Terlemeye başlamıştı. Baktı olmayacak, kalktı kapıyı açtı. Sesin tonu biraz artmıştı. Ona da çare aradı. Mutlaka uyuyacaktı. Başka çaresi yoktu. İnat etmişti çünkü. Sesleri duymamak için başının üzerine ne bulduysa koydu. Çok geçmeden uykuya daldı. Uyumasıyla uyanması bir oldu. Birden irkildi. Büyük bir gürültü duymuştu. Terasa koştu: Aşağı baktı: İnsanlar birbirlerine bağırıp çağırıyordu. Aşağıdan gelen taksi ile yan yoldan gelen özel araç kafa kafaya gelmişler ama çarpışmamışlardı. Herkes birbirini suçluyordu. Tüm sokak balkona çıkmış onları seyrediyordu. Herkes gibi kendi de onları seyretti.
Ta akşamın erken saatlerinde başlayan müzik sesi hâlâ devam ediyordu.
“Öyle zor, öyle zor ki seni içimden atmak...”
Tekrar uykuya dalmaya çalıştı. Bir ara dalar gibi de oldu. Ama tekrar irkilerek uyandı. Rüya gibi bir şey gördü. Acaba kâbus muydu? Bu kadar gürültüden ve sıcaktan kâbus da görmüş olabilirdi. Güya, biri onu boğmak için boğazından sıkıyordu;“Hayırdır inşallah!” dedi kendi kendine. Düşünmeye başladı, ama bir yorum getiremedi.
O an yine büyük bir gürültü koptu. Ne oldu diye, kulak kabarttı: Belediyenin çöp arabası çöpleri alıyormuş.
“Gecenin geç vaktinde bu saatte çöpleri almak da ne mantıksa...”dedi, çöp arabasına öfkelendi. Demek kendini uykudan uyandıran bu arabaydı. Araba yine büyük bir gürültüyse hareket geçti, az ilerideki çöpleri aldı. Sonra bir ilerideki çöpleri almaya gitti.
Artık sinirleri iyice gerilmişti. Terasa çıkıp bağırıp çağırmak istedi. Ama kime, kimlere nasıl bağırıp çağıracaktı, bilmiyordu. ‘Artık kesin şu sesi! Uyumak istiyorum’ dese, kim ve kimler aldırırdı ona.
O an kadın ve erkek kahkaha sesleri bir an gökyüzüne doğru yankılandı. Coşkulu seslere bakılırsa yan apartmanda bir âlem vardı.
Bir an için rüzgâr çıkar gibi oldu. Ama hemen geçip gitti. Perdeler hafifçe yerinden oynamıştı. Hepsi o kadar.
Ama şarkılarda bir değişme yoktu, aynen devam ediyordu:
“Bu gece benim gecem, cama vuran her damladan...”
Bu kez kahkaha atan bir erkek sesiydi.
O sırada yolda çok hızlı giden bir motosikletin gürültülü motor sesi tüm sesleri bir süreliğine bastırdı. Ardından yine müzik sesi:
“Bu gece benim gecem...”
Rüzgâr yine esti. Perdenin dalgalanması öncekine göre biraz uzun sürdü. Demek ki, hava biraz serinleyecekti.
“Yeşil ördek gibi daldım göllere” şarkısı rüzgârın sesiyle birbirine karıştı.
Bu sırada bir araba yavaşça geldi geçti.
Odaya girdi. İçerinin havası biraz değişmişti. Ama yeterli değildi. Serinlemek için tekrar terasa çıktı. Şu an ışık yanan tüm evlerde televizyonlar açıktı. Hatta evlerin perdeleri bile açık. Terasla karşı apartmanın aynı hizaya geldiği dairenin odasında bulunan herkesin ne yaptığını görülüyordu. Biri televizyonun karşısına geçmiş, kanepesinde uyukluyordu. Onun bu gürültü içinde uyumasına imrendi.
Müzik sesi bu kez alkış sesleriyle kesildi. Şimdi Bülent Ersoy konuşuyordu:
“Benim çocuklarım...” diyor, bir şeyler söylüyordu. Ardından da şarkı söylemeye başladı:
“Benim gönlüm sarhoştur yıldızların altında...”
Demek yan apartmandaki komşu akşamdan beri televizyon seyrediyormuş.
Gökyüzü pırıl pırıl, yıldızların büyük çoğunluğu net görünüyordu. Erkek sesi hala yıldızları anlatıyordu. O da merak etti, gökyüzüne baktı. Çok parlak olan Venüs’ü, kızıl olan Mars’ı buldu ama Vega’yı bulamadı. Vega’yı sorsam mı acaba, dedi içinden. Yakışık alır mıydı. Vazgeçti. Gecenin bu saatinde sormak olmazdı. Pırıl pırıl gökyüzüne yine bakmaya devam etti. Bir süre sonra yeni yıldızlar keşfetti:
“Aaa!” dedi, hayretler içindeydi. Küçükayı ve Büyükayı yıldız kümelerini görmüştü.
‘Okulda coğrafya dersini boşuna okumamışım. Demek ki yıldızlar hakkında ben de bir şeyler öğrenmişim.’ dedi. Akşamdan beri ilk kez gülümsedi. Oysa güleç yüzlü bir adamdı, ama bu akşam güleç yüzlü olmanın imkanı yoktu.
Gökyüzünün güzelliğine hayran kaldı. Adeta gönlü sarhoştu. Oldukça keyiflendi. Hele bir de güzel şarkıların olması keyfine keyif kattı:
“Benim gönlüm sarhoştur yıldızların altında...”
Şimdi o da müzikten hoşlanmaya başladı. Az öncesine kadar kızdığı müzikten şimdi keyif almaya başlamıştı. Hatta şarkıya eşlik ediyordu.
“Benim gönlüm sarhoştur yıldızların altında...”
Uykusu da kaçmıştı. Buzdolabında rakı var mı acaba, diye düşündü. Varsa içecekti.
‘Hiç olmazsa bir duble içsem, iyi olur.’diye aklından geçirdi. Mutfağa gitti, buzdolabının raflarını karıştırdı. Buldu. Şişeyi ışığa doğru tuttu. Yeni Rakı şişesinin dibinde az da olsa vardı.
“Bana yeter!” dedi alçak sesle ama keyifli.
Rakısını, suyunu, bardaklarını, beyaz peynirini, karpuzunu da yanına aldı, salona geçti. Televizyonu açtı, aynı programı buldu. Şarkılara eşlik etmeye devam ediyordu. Önce rakı bardağına rakıyı koydu, sonra suyu. Diğer bardağa da suyu doldurdu. Beyaz peyniri ve karpuzu güzelce dilip tabaklarına dizdi. Televizyonun karşısına gelecek şekilde kanepesine geçip oturdu. Soğuk rakısını yudumladı, ardından soğuk suyunu içti. Derin bir “Oh!..”çekti. Sonra beyaz peynirden bir parça aldı. Sonra karpuzun tadına baktı. Artık keyfine diyecek yoktu. Şarkıları dinledikçe sakinleşmeye başladı. Yarı uyur yarı uyanık bir vaziyette şarkıları dinliyordu.
Müthiş bir ses duydu. İrkildi. Ses dışarıdan geliyordu. Hızla terasa çıktı; bu defa bir uçak sesi. Uçak alçaktan uçmuş, terasa çıktığı tarafın tam tersinden gidiyor. Bu uçağın uyuyanları uykudan uyandıracak, hatta irkiltecek kadar yüksek sesle gelip geçişi, insan haklarına ne kadar saygısızlık diye düşündü:
“Gece yarıları, uçak kaldırılmasa ya da şehir üzerinde geçmese olmaz mı.” İşte tam da bunları düşünürken, bu kez bir araba uçaktan aşağı kalmamacasına yüksek ses çıkararak Yaprak Sokak yokuşundan Küçükesat’a doğru çıktı. Bir şey var mı diye terasın kenarına kadar koştu. Arabanın arkasından ağız dolusu okkalı bir küfür savurdu; bir daha savurdu; bir daha. İçi rahatladı.
O da ne! Hiç ses yoktu. Sessizlik! Müzik sesi kesilmişti, araba sesi de yoktu uçak sesi de. Her yerde sessizlik vardı şimdi. Ama ne zamana kadar sürecek bu sessizlik. Ses her an yine başlayacak diye çok korktu. Bekledi. Ses çıkmadı. Bir süre daha bekledi. Yine ses yoktu.
Sessizlik hayat demekti, sessizlik düşünmek demekti, sessizlik başkalarının haklarına saygı göstermek demekti...
Terasta oturmaya karar verdi. Gitti içerden rakısını ve mezesini alıp geldi. Rakısından bir yudum daha içti. Mezesinden aldı.
Kulak verdi dinledi, hiç ses yoktu. Bu kez her şeye daha farklı baktı. Ankara bambaşka görünüyordu şimdi: Her yer ışıl ışıldı. Çeşitli yerlerde rengarenk havai fişekler atılıyordu. Kocatepe Camii ile Ankara Kalesi görülüyordu. Çok daha ileride de Esenboğa Havalimanının ışıkları yanıyordu. Hatta o saatte havada süzülerek inmekte olan uçaklar vardı. Ama hiç ses çıkarmıyorlardı. Gökyüzüne iyice baktı: Gökyüzünün derinliklerinde, Ankara’ya uğramadan, üzerinden geçip giden, adeta yıldız kadar küçük uçakları gördü.
Bu terastan neler neler görmüştü yıllarca. Ulus’ta, Samanpazarı’nda nice büyük yangınlar görmüştü. Teras kat deyip de geçmeyin. En üst kat olmasının, kışın soğuktan yazın sıcaktan etkilenme gibi dezavantajları dışında, çevreyi seyretmek bakımından avantajları vardı. Yazın çok keyifli olurdu.
Onun terasında ağaçlardan bile yararlanılırdı. Terasın doğu tarafında altı kavak ağacı vardı ve hepsi de terasın boyunu geçmiş durumdaydı. Sabahları bu kavak ağaçlarının gölgesi çok serin oluyordu. Kimi zaman kahvaltılarını bu ağaçların serin gölgesinde yaparlardı. Ne keyifli olurdu ama. Terasın batısında ise bir kiraz ağacı vardı, ama bu kiraz ağacı daha terasın boyunu geçememişti. Birkaç yıla kadar, o da terasın boyunu geçerdi.
Şimdi yine bir rüzgâr esti; kavak ağacı dallarını hışırdatarak salladı, dökülen yapraklar terasta sürüklendi, odanın penceresinden giren rüzgâr, yine perdeyi dalga dalga dalgalandırdı.
Bu sırada içeriden bir tıkırtı duydu. Galiba birisi kalktı, dedi içinden; ayak sesi duyulur gibi oldu. Biri tuvalete çıkmıştır herhalde, dedi. O da ne, tuvalete kimse gitmiyordu, terasa doğru biri geliyordu. Hayır, terasa doğru değil, yatağına doğru geliyordu. Oysa o orada yoktu. Merak etti, sessizce karaltıyı izledi. Karaltının ona baktığı belliydi. Kimdi acaba? Karaltı yatağa baktı. Yatakta kimseyi göremedi, seslendi:
“Baba!” Oğluydu bu. On yaşındaydı oğlu.
“Baba!”dedi tekrar.
“Efendim oğlum!”dedi, terastan odasına geldi.
“Korktum baba! Sesler duydum.”
Anladı: Kavak ağacının sesinden ve yaprak hışırtılarından korkmuş olmalıydı. Pencereyi kapamak gerek. Biraz konuştu:
“Korkacak bir şey yok!” dedi. “Korkacak ne var oğlum. Bak, hepimiz buradayız.”
Oğlunun yatağına birlikte gittiler, onu yatağına yatırdı, sonra pencereyi kapattı:
“Eğer, yine korkacak olursan, hemen gel!”dedi.
“Tamam!”dedi.
Terasa tekrar çıktı, sandalyesine gidip oturdu. Rakı bardağına baktı, hiç kalmamıştı. Kalan birkaç damlayı da ağzına akıttı. Arkasından kalan mezeleri bitirdi. Biraz da kafayı bulmanın etkisiyle uykusu gelir gibi oldu.
Rüzgâr bu defa daha hızlı esti, kavak ağacının yaprakları daha çok hışırdadı, perdeler daha çok dalgalandı.
Ürperdi. ‘Rüzgârdan olsa gerek.’dedi. Biraz üşür gibi oldu.
Hapşırdı. “Grip oluyorum galiba!”dedi. Burnu akmaya başlamıştı.
Şimdi ne müzik sesi vardı, ne araba sesi, ne de insan sesi. Sadece insanı sakinleştiren ve derin uykuya götüren serin rüzgâr vardı.
Şu an Ankara’da gece yarısı ve her yer sessiz.
Her yer ay aydını, ama ortalıkta ay yok; ay, apartmanların arkasında anlaşılan. Sadece pırıl pırıl parlayan yıldızlar var.
Yine rüzgâr esti; yine kavak yaprakları hışırdadı, yine perde dalgalandı. Oğlu yine gelir mi, diye kulak kabarttı. ‘Gelmez!’dedi kendinden emin bir şekilde. Çünkü hem penceresi kapalıydı hem güvendeydi.
Esnedi. Saat 02.30 sıralarında yatağa girdi.
Rüzgâr yine arada bir esmeye devam etti, ortalık akşama göre bayağı serinlemişti.
Birkaç ev dışında hiçbir evde ışık yoktu artık, hiçbir yerde de ses. Evlerin camlarında adeta gecenin belli belirsiz gölgesi dolaşıyordu. Ankara şimdi ışıl ışıl, ama oldukça sessiz. Her şey derin uykudaydı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.