- 627 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Mavi
Mavi
Kırlangıç
Ruhu daraltan sokağın başucunda bir adam elinde fötr şapkasıyla kaderin haciz memuru gibi bekliyor. Öyle ya, verilen her şeyin verilecek bir hesabı, verilemeyen hesabınsa ıstırabı var. Elif gibi incecik bir kız; uzunca, kupkuru sarı saçları dökülüyor omuzlarından. Adamın gözlerinde şeytani bir parıltı belirmiş. Halinden zahir de zehir bir kin ve olunmaz şeytani bir hastalık yayılıyordu, kime mi? - İyi olan her şeye. Kız dudaklarını kıpırdattığında, nedir ki başka okuyabileceğim ‘‘ Yapamıyorum ‘‘. Adam elinin tersiyle vurdu‘’ Yapacaksın, sanki ilk, köpek gibi yapacaksın, ‘‘ . Kız başını kaldırmaya korkuyor, dudağından kaldırıma damlayan kana bakakalıyor. Kırmızı ateş gibi, dağılıyor su gibi, kuruyor da toprak gibi. Adam kızcağızı yakasından tutup kaldırdı, otelin kapısından içeriye savurdu. Belinden kemeri çıkarttı, cansız gibi duran kızın sırtına vurdukça vuruyordu. ‘’Ah’’ bekliyor, ‘‘yapma’’ bekliyor, kızdan tek soluk çıkmıyordu. Sanki acıyı çeken adamdı, sükût kelama, kırbaca galip geliyordu. İçeriden pespaye giyimli, her yanı sarkık, yaşlıca bir kadın çıktı. ‘ Lanet herif, öldüreceksin‘ . Adam mağlup bir komutan gibi başı yerde, söverek ayrıldı. Kadın keseceği koyuna ot vermekten çekinmemişti.
Nedir ki bu hale sebebiyet, evveli var tabi ki, evveli.
Babası meçhul olan kızımız annesiz doğuyor dünyaya, mekân farklı bir haneydi, alabildiğine kerih. Ardından kimsesizler vatanına yavru bir sokak köpeği gibi sırılsıklam bırakılmıştı. Adı rahmet dahi gazap kusmuştu, bir çiğnemlik bedeni tiril tirildi. Dalından düşen her yaprakla günler, mevsimler bitiyordu. Kızımız yetişiyor, saçılıyor, parıldıyordu. Tarifinden aciz kaldığım, yeşilin büyülü yanını devşiren gözleri herkesi ayrı imrendiriyordu, ama bilinmiyor ki güzellik ıstırapta taşıyordu. Çok sayfalar açılıp kapanırken kızımız bir yüksekokulda talebe olmuştu, hepimiz gibiydi, hayat kitabını okuyordu.
Karşısına bir genç çıkmıştı koyu mavi gözlü, simsiyah saçlı, bembeyaz tenli, ortaca boylu. Bir kere, iki kere göz göze geldiler. Gözlerde iştiyak bedenleri çekmişti. Genç adam, kızın masasına elinde iki çayla gelmişti. Yabancılıkta uzaklaşan gözler, eller, hayaller bir çay bardağında karışmıştı. Aşk şeker olmuştu, fedakârlıksa çift saplı bir çay kaşığı. Söz sözü mü açıyor, yoksa gönlü mü kestirmek zor. Önceleri kaçan bakışlar şimdi en derinlerde buluşuyordu. Mekân alabildiğine soğuktu ama gençler birbirlerinin göz bebeklerinde ısınıyordu. Gel zaman git zaman sokak ortasında genç adam bir anda elini uzattı. Ya çekerse, ya olmaz derse, kaçırdığı ne olurdu ya da sarıldığı? Ama sıcaklığı, tutulan elini değil kalbini ısıtıyordu. Artık kendini daha yakın, daha da yakın hissediyordu. Neydi ki bir yabancıyı bu kadar yakın kılan? Önceleri anlayamadıkları şimdi yaşadıkları oluyordu. Günler haftaları kovalıyordu? Yetişemediğimiz kaçkın mıydı zaman yoksa dolduramadığımız kırık bir bardak mı? Onlar için zaman yalnızca kaçıyor, dakikaların, saatlerin hesabı takvimler olmasa hiç bilinmiyordu. Bir an geldi, yaşamadığımız ne kaldı diye düşünerek buluşuldu. Kızımız korkuyor, ürküyordu. Genç adam ihtirasla aşkın gereği, zaruri bir ihtiyaç kabul ediyordu. Donuk bakışları birbirini yokluyordu. Ya da üçüncü bir bakış ikisini yokluyordu. Arzulara elini uzatan kolunu kaptırıyordu. Sıcacık yaz günü, bu andan sonra kabul olunmazsa olmaz gibi gelen teklif dudaktan dudağa sunulmuştu. An bitmiş, heyecan bitmiş, tutkunun bedeli tek taraflı ödenmişti. Genç adam muzaffer bir kumandan mı? Yalan! Kızımız çölde susuz kalan bedeviye bir armağan mı? Yalan!
Uyandığında, gece sağ yanında uyuya kaldığı genç adamı hiçbir yanda bulamamıştı, kuşku sol yanını kemiriyordu. Zindan mı burası, neden güneş görülmüyor. Odada yere serili yatak, kirli bir çarşaf, bir yastık, köşede duran içi boş dolap ve diğer köşede küçük bir sehpa bulunuyordu. Gecemi bağlamıştı gözlerini, yoksa kendimi, körü körüne geldiği kapıya dayanmış, yumrukluyor, bağırıyordu. Telefonunu arıyordu, köşe bucak. Duvarlar yüzüne ‘‘ Yok’’ diyor, o korkuyordu. Lâhzaya sövüyordu, zaman ilahınızdır diyenlerden habersiz. Kader’e sövüyordu ‘’ Başınıza gelen musibet sizdendir… ‘’ hitabından habersiz. ‘‘Hayır, hayır …’’ dudakları mırıldanıyor, o mavi gözler, o kölenim diyen bakışlar yapmaz, yapamaz diyordu. Genç adamın adını çığlık çığlığa anıyordu, gelir mi sanıyordu? Duyar mı sanıyordu? Kim bilir ne bekliyordu? Terler boşalıyor, biri boğazına yapışmıştı, kim? Bakıyor ki kendi elleri. Titreyen elleriyle kendini de bıraktı, boşlukta yok olmak ister gibi. Gözyaşları dudağının kıyısında garip bir tat bırakıyor sonra yanağından akıyor ve sağ omzuna damlıyordu. Bir gözyaşı olmak isterdi, sevinçle yahut hüzünle dökülen ama çok geçmeden tuzunu bırakıp, buharlaşıp biten. Saatler geçiyordu o saatten habersizdi. Ona bir gün geçti gibi gelmişti. Bir anahtar sesi duyuldu. Kapı yavaşça açılıyordu. Gözleri kapıdaydı, bir soluk gelsin ve ‘‘ Şakaydı hepsi’’ desin yahut başka bir şey söylesin ama bir şey söylesin, affını istesin, üzülmüşsün diyerek gözyaşlarını silsin. Sahte umutlar mutlu yapardı, gerçek olanın tokadıysa acımasızdı. İki adam girmişti, tanımadığı, kahkaha ata ata. Biri sarhoş belli, zor yürüyordu, diğerinin ise ifrit gibiydi gözleri. Kız kapıya doğru koşmaya çalışıyor, ifrit belinden çekerken sarhoşun salyası tenine değmiş, kapı kapanmıştı. Çok garipti, çığlık çıkmıyordu, bağırmak istiyordu ama tek bir ses yoktu. ‘’Bir kâbustu, şimdi uyandı ,’‘diyeceğimi sanmayın, insan ölüm uyandırana kadar uyuyor.
Yıllar Sonra
İğrenç geçen dün gecesinin ardından sabaha mutlu uyandı. Rüyalarını kolay kolay hatırlayamayan biri olmasına rağmen bu gece ki aklında kalmıştı. Rüyasında çocuk olduğunu, bir kumsal boyunca tanımadığı bir adamın elinden tutarak sevinçle gezdiğini gördü. Rüyanın ardından sahile gitme fikri aklında iyice yer etti. Aslında epeydir sahile gitmeyi planlıyordu ama fırsat olmamıştı. ‘’Nasip bugüneymiş’’ diye düşündü. Banyoya gitti, aynada kendini izledi; makyajı akmış, saçları dağılmıştı, alt dudağında küçük bir şişlik vardı. Duş aldıktan sonra yatağın ucuna, aynanın karşısında oturdu, beline dek uzanan saçlarını yavaş, yavaş taradı. Ardından dolabı açıp ne giysem diye bakındı. Mevsime uygun iki elbisesi vardı, biri papatya işlemeli mavi, diğeri ise beyaz. Eli maviye gitti, sonra elini ateşe değmiş gibi çekerek beyaz olana götürdü. Maviden çekindiğinin farkındaydı, zaten dolabında o elbisesinden başka mavi hiçbir kıyafeti yoktu. Tabuları bazen yıkmak lazım diye düşünerek inadına mavi elbiseyi aldı. Giyindikten sonra şöyle bir aynada kendine baktı. Elbiseyi beğenmişti, ona taze, masum bir hava katmıştı. Aşağıya indi, giriş katında ki büfeden arka tarafa açılan kapıyı araladı. Kiler olarak kullanılan penceresiz odanın ortasında iki masa birleştirilmiş, altı tane kız ve yaşlıca bir kadın kahvaltı yapıyordu. O da masaya geçti, kendine açık bir çay doldurdu, ekmekle biraz peynir ve zeytin atıştırdı. Sahile gideceğini söylediğinde bazı kızlar ona takılmıştı. Biri ‘ O denizciye gidiyorsun dimi kız?’ demişti. Otelden gülümseyerek sevinçle ayrılmıştı. Otelin bulunduğu sokaktan dışarıya ana caddeye oradan üst geçitle sahile gitti. İyi ki bu elbiseyi giymişim diyordu çünkü kimse ona rahatsız edici bakışlarını yöneltmemişti. Ne zaman dışarı çıksa ( Hep bir arkadaşıyla çıkıyordu) esnaftan, minibüs şoförlerine kadar herkes rahatsız ederdi, bazı gençlerin açıktan sırnaşmalarını duyardı. Şimdiyse kendini şehrin temiz aile kızlarından biri gibi görüyor, en azından öyle göründüğünü düşünerek seviniyordu. Üst geçit merdivenlerinden aşağıya inerken yüzüne vuran hafif kuzey rüzgârı kendisine uzun zamandır tatmadığı bir rahatlık vermişti. Merdivenlerden sonra yumuşak koşu parkurundan bir metre geride kahverengi, kitap şeklinde tasarlanan banka oturdu. Denizin doğuda ve batıda görünen son kısımlarına dek bakındı, ardından gözünü tam karşısına gökyüzü ile denizin birleştiği ufka çevirdi. İki mavinin buluştuğu belirsiz çizgi kendisine ebediyeti hissettiriyor, kalbinde o ebediyet duygusundan mutluluk değil bir burukluk hâsıl oluyordu. ‘’Saadet nedir, nerededir, ulaşılabilir mi? ’’ Okuduğu son romanda bilge karakter şöyle diyordu: ‘’ Gabriela, saadeti arıyorsan beklentisiz olacaksın’’. ‘’Denizin ötesinde bir şehir var ardında başka bir şehir, hiç birinde o saadet var mıdır? Peki, ötelerin ötesinde, cennet dedikleri yerde? ‘’. Kulağına martıların sesi gelmişti, sanki onlar cevap veriyordu, o anlayamıyordu.
Dalgın bir halde dururken ayaklarının dibine, açık mavi renginde küçük bir top yuvarlandı. Topun peşinden de üç dört yaşlarında sevimli bir çocuk dibinde bitti. Çocuk, Sofya’ya kabına süt döküleceği an sahibinin gözlerine bakan bir kedi kadar uysal bakıyordu. Sofya çocuğun gözlerinde yıllar önce gördüğü maviyi görmüştü; derin mi derin. Ürkmüş, duygulanmıştı, gözleri doluyordu.
- Gel
Çocuk tedirgin bir halde yaklaştı, Sofya çocuğun başını okşuyor, yumuşacık yanaklarında elini gezdiriyordu.
- Adın ne senin
- Yusuf
- Ben… Ben de Sofya
Sofya biraz ilerisini işaret ederek ‘’ Geç şöyle’’ dedi. Yusuf’a topu yuvarlamasını işaret etti. Yusuf topa vuruyor, Sofya banktan ona doğru yuvarlıyordu. Yusuf her vuruşunda gülüyor, Sofya’da onunla çocuklaşıp gülüyordu. Sofya’nın annelik hisleri biraz depreşmişti. İçinden ‘’ Bir gün benimde çocuğum olur mu?’’ diyordu. Çocuğun küçük adımları, topu yetiştirebilmek için kaldırdığı küçücük bacağı ve bütün hareketleri masumiyet karinesi olarak göze çarpıyordu.
Oyunları sürerken aralarında bir gölge belirdi. Sofya çocuğun topu atmasını bekliyordu. Önce Yusuf sonra Sofya gölgenin sahibine döndü. O mavi. Yıllar önce gördüğü koyu mavi, çocuğun gözlerinde gördüğü mavi, aynı mavi üzerinde üç farklı çehre sıralanmıştı. İrkilmişti ama belli etmiyordu.
-Bende nerelerde bu diye arıyorum.
Çocuk babasının kollarına atıldı, sonra işaret parmağıyla Sofya’yı gösterdi. Adam bir yanıyla çocuğu tutarken boştaki elini uzatarak ‘‘ Merhaba ‘‘ dedi. Sofya şâşaalı bir duruş takınarak karşılık verdi:
- Merhaba
- Umarım sıkmamıştır sizi
- Hayır, çok güzel eğleniyorduk
Adam bunu söylerken Sofya’nın gözlerinde beliren çocuksu ışığa şaşırmıştı. Yusuf oyuna devam etmek istediğini söyleyerek dudak büküyordu. Adam olur mu diye Sofya’ya baktı.
- Olur
Yusuf kollarını Sofya’ ya doğru uzattı. Sofya adamdan çekinmesine rağmen Yusuf’u koltuk altlarından tutarak aldı, birazcık kaldırdıktan sonra yere bıraktı. Adam Sofya’nın gözlerinde yine bir parıltı fark etmişti. Bu sefer çocuk safiyeti değil, annelik şefkati gibi bir şeydi. Dünyada sadece ikisi varmış gibi Yusuf’la Sofya yeniden oyuna durmuşlardı.
Adam denizin kıyısına kayalıklara doğru indi. İki kayanın arasına bir taş yardımıyla sıkıştırdığı oltasını takılan balık var mı diye yokladı. Oltanın sıkıştığı üstteki kayaya oturdu. Çantasından geçen hafta birbirine girmiş olan yedekte ki misinayı çıkarttı. Bir o ucundan çekiyordu bir diğerinden, bir düğümü çözerken başka bir yer düğümleniyordu. Misinada ki düğümleri çözdükçe aklına Sofya geliyordu. ‘’ Kim bilir kimin nesi, Yusuf’la ne güzel anlaşıyor’’. Son düğümü çözdüğünde aklına merhume eşi Meryem gelmişti. ‘’ Meryem… Dört yıl oldu ama hala alışamadım yokluğuna. Neden bu kadar acele ettin ki? Bir ara demiştin ya ’ Kendimi bazen bu dünyadan değilim gibi hissediyorum’ diye, ondan mıydı acelen? Dayanamaz mıydın, kocan Yakup ve oğlun Yusuf için? Ya da Allah öyle yazdı öyle oldu mu diyelim? ’’ Misinayı çözme işini bitirdiğinde kulağına simitçinin sesi gelmişti.‘‘ Simitçiii, tap taze simitlerim var’’
- Abi simidim tazedir, ister misin?
Kendisine bakan simitçiye ‘’ Gel’’ dedi. Bir kaç simit ve üç meyve suyu satın aldı. Yusuf’la Sofya’nın yanına doğru çıktı.
Yanlarına çıktığında çocuğun Sofya’ya ellerini uzattığını, bir şeyler oynadıklarını gördü. Oyunlarını biraz seyretti. Yusuf’u epeydir böyle mutlu görmemişti. Oyunlarında yakaladığı ilk boşlukta ‘‘ Buyurun’’ diyerek Sofya’ ya poşetten bir simit uzattı. Sofya biraz önce Yakup’un oyunlarını izlediğini fark etmemişti, kendisine uzanan eli görünce garipseyerek bakındı. Yakup da Sofya’nın haline şaşırmıştı. ‘’ Öyle dalmışlar ki oyuna, beni hiç fark etmemiş.’’ Sofya kendine uzatılan simidi alıp Yusuf’a verdi. Yusuf elinde simitle öyle tatlı bakıyordu ki ona eşlik edebilmek için o da aldı. Sofya ile Yusuf bir bankta oturuyordu, Yakup’ta yanlarındaydı. Sofya kendi simidine hiç dokunmadı. Biraz sonra da kendi simidinden parça parça Yusuf’ vermeye başladı. Yusuf başka çocuklarda gördüğü, anne dedikleri, her zaman onları sahiplenen, kollayan, müşfik varlığın nasıl bir şey olduğunu ilk kez hissediyordu. Bu an hiç bitmesin, simit bitmesin, gün bitmesin, bu kadın kimse hiç gitmesin istiyordu. Yusuf simidini bitirmişti. Yanlarına Yusuf’un yaşlarında bir kız çocuğu gelmişti. Yusuf’un biraz ötesinde duran topa bakıyordu. Oynamak istiyor, biraz da çekiniyordu. Yakup küçük kızı fark etmişti. Yusuf’a ‘’ Al topuda arkadaşınla şurada oynayın’’ dedi. Yusuf topunu alıp Sofya’nın arkasına doğru saklandı. Oynamak istemiyor gibiydi. Sofya küçük kızı yanına çağırdı, adını öğrendi, biraz konuştu. Sonra Yusuf’a ‘’ Hadi onunda canı sıkılmasın, birlikte oynayın’’ dedi. Sofya çocukların dilinden anlıyordu. Yumuşak, naif telaffuzuna karşı koymak kabil değildi. Yakup vahiyle gelen meleğin huzurunda ki bir peygamber gibiydi. Meleği ilahi bir hazla seyrediyordu. Yusuf ile küçük kız topun peşine uzaklaşmışlardı. Sofya başını Yakup’a doğru çevirdi, göz göze gelmişlerdi. Yakup utanarak gözlerini kaçırdı, yüzü git gide kızarıyordu. Sofya onu öyle görünce gülmemek için kendini zor tuttu. Yakup kendine kızıyor, içinden ‘’ Ah Yakup, liseli âşıklar gibisin, şu düştüğün hale bak’’ diyordu. Sofya ortamı rahatlatmak istemişti. Yusuf hakkında bir kaç şey sordu, arkası kendiliğinden gelmişti, Yakup’un meydanda işlettiği küçük kitapçıdan, Yusuf’un annesinin vefatına kadar birçok şeyi konuşmuşlardı. Meryem hanımın vefatı bahsinin ardından aralarına bir sükût düştü. Yakup konuyu değiştirmek ister gibi “Biz her fırsatta buraya geliyoruz, deniz Yusuf’a da bana da iyi geliyor. “ dedi.
- Haklısınız, çok güzel burası.
- İlk kez geliyor gibi söylediniz.
- Evet, öyle.
Sofya başını önüne eğmişti.
- Sizi üzecek bir şey mi söyledim?
- Yok, hayır sadece… Şey… Ben gitsem iyi olur.
Sofya çantasını eline almış kalkıyordu ki öteden bir çığlık duydular. Yakup telaşla çocukların yanına koştu. Sofya’da onu takip etti. Yusuf boylu boyunca yerdeydi. Küçük kız elinde ki topla ürkek ürkek bakıyordu. Yanlarına bastonuyla gelen yaşlıca bir adam Sofya’ya ‘’ Kızım, onları izliyordum, oğlan topun peşine koşarken takıldı, düştü, ah garibim’’ diye ahu vah etti. Yakup yüzünden kanlar akan, baygın çocuğu kucakladı. Arabaya doğru koşuyordu, Sofya’da yanındaydı.
On dakikayı geçmeden hastaneye vardılar. Acil girişe geldiklerinde hemşire sorular sormaya başladı. Yakup ‘’ Oyun oynarken düştü, başını yere vurdu’’ dedi. Yusuf’u sedyeyle ameliyathaneye almışlardı.
Sofya sandalyeye oturmuş, dolu gözlerle Yakup’u izliyordu. Yakup bir saat neredeyse hiç durmadan elleri arkasında ileri geri dolanmıştı. Her şey üzerine üzerine geliyor gibiydi. Bazen elleri titriyor, vücudunda bir gerilme hissediyordu. Duvarları yumruklamak, hıçkıra hıçkıra ağlamak ona kolay olan gibi gelmişti, gözyaşlarını içine kusarak dimdik duruyordu. Hayata tutunmasına sebep olan tek varlık oğluydu. Zihninde bir şeyler canlandı, gözlerinde bir durgunluk belirdi. Bu koridor aynı koridordu, yıllar önceki duvarlar aynı duvarlardı. Karısını kaybettiği, çocuğunun hayata gözlerini açtığı gün ki duvarlar. O garip gün, neye sevinecek neye üzülecekti? Yaratıcı alarak vermişti sanki. Şimdi ise Yakup’un alacağı hiç bir şey yoktu, kaybedeceği ise her şeyiydi. Kader zerre planında makro âlemi şekillendiriyordu, biz her şeyi kalıbımız kıyasında gördüğümüz pencerede değerlendiriyorduk. Sofya Yakup’un yanına gitti, kolundan tutarak sandalyeye oturttu. Yakup ‘’ Ya ölürse… ya ölürse’’ diye mırıldanıyordu. Sofya adamın önüne geldi, dizlerini biraz bükerek eğildi. Yakup’un ellerinden tuttu ‘’ Hayır, öyle düşünmeyin, iyileşecek ‘’. Yakup koyu mavi gözlerini Sofya’ya çevirdi. Ona inanıyordu. ‘’ İyileşecek …’’
YORUMLAR
Öykülerde, eğer çok aklımı zorlamazsa içeriğe değil biçime, üsluba önem veririm. Üslup ise kelimelerle ilmek ilmek işlenen bir oya gibi eserin asıl gücüdür. Gerçekten üslubunuz harika. Seçtiğiniz kelimeler, cümlelerde kullanmanız şahaneydi ve dönüp bir kez daha okuma arzusu uyandırdı bende.
Baba oğul üstünden Yakup ile Yusuf göndermesi hoş olmuş. Yusuf’un kıssasını getirdi aklıma. Sofya ismi de bir gönderme miydi?
Kelime haznemde hiç olmamış kelimelerle tanıştım yine. Ne okuduğum sayfalarda ne de okutulan mekanlarda bulunmamışlığımdan olsa gerek hala hem de çok sık rastlıyorum. Boşa dememişler öğrenmenin yaşı yoktur diye.
Fakat Sofya’nın, bir üniversitede öğrenciyken girdiği ilişki yüzünden hem de istemeden “kötü yola” düşmesi biraz zorladı aklımı. Polise gidemez miydi? Zira yaşadıklarından daha kötüsü gelmezdi başına, eğer polise gitseydi.
Kaleminize sağlık