- 1703 Okunma
- 11 Yorum
- 1 Beğeni
NİCE KADINLAR
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Kanepeye uzanıp tam karşımda duran kadife koltuğu seyrediyorum. Onu neden kullanmadığımın sebebini sanırım o benden daha iyi biliyor. Bunun sebebini bir tek Hafız çözemiyor. Ya da biliyor da işine geldiği gibi davranıyor. Sütünü içtikten sonra uzanma vaktinin geldiğini hiç unutmadan koltuğa atlıyor, hamur yoğurur gibi kol hareketleriyle yerini düzeltip tembeller gibi boylu boyunca uzanıyor. Defalarca kovmama rağmen koltuğun Sema, Deniz veya Irmak için ayrılmış özel bir alan olduğu kuralını takmıyor. Bir kediye basit bir davranışı bile öğretemediğime göre bana yapacak tek şey kalıyor. Koltukla aynı kahverengi tonu olan tüyleri her gün gırgırla almak. Aşklarımın hepsinin de aynı koltuğa oturmaktan zevk aldıklarını bilmem işimi şikâyet etmeden, belki zevk alarak yapmamı sağlıyor. O koltuğa oturan sevdiğim bütün kadınlar aynı hareketi yapıp aynı şeyi söylememiş miydi? Gözlerini odanın boyası solgun duvarlarına, kendi yaptığım hayattaki zıtlıkları anlatan tabloya, eski ama zarif perdelerimin üstünde gezdirip “Sade ve huzurlu bir evin var.” dememişler miydi? İşte, bir anlamda bana gurur katan bu koltuk hep az yıpranmış bir şekilde hazır durmalıydı. Fakat elimden geleni yaparak her şeyi daha da berbat etmiş olabilirim.
Sema’yı kim unutabilir ki? Onu bir elbise mağazasının vitrinin önünden içeriyi seyrederken görmüştüm. Dikilmeyi sıkıcı bulmuş olacak ki otobüs durağına yönelmişti. Sonra oturup çantasından çıkardığı şiir kitabını okumaya başlamıştı. Arada bir düşünceli bir şekilde kafasını bir çiçeğin Güneş’e döndüğü gibi zarif bir görüntü sunarak gökyüzüne bakıyor, bir şeyler keşfetmiş gibi gülümsüyor ve bir müddet sonra tekrar kutsal işine dönüyordu. İnsan şiir okuyan bir güle âşık olmaz da ne yapar? Sonra otobüse binip gitmişti de on dakikalık bir dalgınlıktan sonra bir şeyler yapmış olmadığımı düşününce oturup ağlamak istemiştim. O hafta boyunca aynı saatte, aynı durağa gidip onun tekrar gelmesini beklemiş ve onunla tanışmanın yolunu en ince ayrıntısıyla hesaplamıştım. İnsanın bir şeyi içten istemesiyle aklın şaşırtıcı biçimde çözümler bulduğunu okumuştum bir yerlerde. İçimdeki bu ümidi her saat, belki her dakika tazeliyor ve elimde bir şiir kitabıyla o muhteşem ana hazırlıklı durmaya özen gösteriyordum. Şiire ciddi olarak ilgim böyle başlamıştı işte. Daha sonraları ilk şiir denememin bir akrostiş şiir çalışması olduğunu öğrenince bana bayağı gülmüştü Sema. Gülmüştü çünkü çocukça olduğunu artık ben bile biliyordum. İşte şu koltuğa otururken Hafız kucağına atlayıp ilgi dilenciliği yapmıştı. Hafız’ı kırmadan nazikçe sırtını, boynunu kaşıyarak severken; uzaya, sonsuzluğa hayranlık duyduğu kadar şiire mahkûm olduğunu söylemişti. Ben “Çok garip, ben de kelimesi kelimesine aynı şeyi düşünmüştüm!” deyince o “Bunda şaşıracak ne var? Yürekler bir olunca ağızlar da bir olur.” demişti. Bir akşam beni koltuğa başımı dayamış ağlarken bulunca neden ağladığımı sormuştu. Verebilecek makul bir cevap bulamadığımdan geri dönüp o günden sonra kaybolmuştu.
Deniz’e, tevafuka bakın ki sahilde otururken rastladım. Beş yaşındaki kız kardeşini dolaştırırken yorulup tam benim oturduğum bankın sağındaki banka oturmuştu. Hayatta gizemli şeyler olduğuna inanmam için gönderilmiş bir peri olabileceği geldi aklıma. Üstünde beyaz bir buluz ve ona uyumlu açık mavi bir etek vardı. Kardeşi de kendisi gibi cazibeli bir derinlik barındıran mavi gözlü ve açık teninden sanki ışık fışkıran, Romalıların melek tasvirlerinden fırlamış şipşirin bir şeydi. Denizin sesiymiş gibi denizle bütünleşen martıları görünce nerden aklına geldi de tutturdu “Abla bana masal anlat!” diye? Herhalde ablasının dizlerinde uyumak istiyordu. Hemen hemen herkesin yaptığı, çocukları yalvarmaya sürükleyen naza gerek görmeden bir masala başlamıştı ablası. Kulak misafiri olduğum bu doğaüstü olayı izleyip sonuna kadar kulak kabartarak dinlememi kimse kınayamazdı. Belki de asıl etkilendiğim şey mutlu sonla biten masallar anlatmasıydı. Masallarında kurbağa mutlaka prense dönüşüyordu ya da köylü genç prensesine kavuşuyor ve sonsuza dek mutlu oluyorlardı. Kim bilir, belki de büyüleyici sesiydi asıl vurulduğum! Öyle bir sesti ki kendisinden salındığı yüze doğru sonsuz bir çekim oluşturarak bakıp afallamaya çağıran bir merak uyandırıyordu insanın içinde. Uzun uzun bakmıştım da bir an göz göze gelince istenmeye gidilen kızlar gibi yüzüm al bir elmaya dönmüştü. Gülümsemişti sonra dünyanın yaşanılabilir bir yer olduğunu hissettirmek için. Tanışmamız öyle başlamıştı bir Eylül ikindisinde. Yine bir Eylül akşamında koltuğa oturmuş ne söyleyeceğimi merak ederek yüzüme bakıyordu. “Galiba ben asla mutlu olamayacağım.” demiştim de o günden sonra onu bir daha görmemiştim.
Irmak, annesini kaybetmiş bir çocuk kadar hüzünlüydü. Çünkü gerçekten annesini kaybetmiş ve çocuk kalmıştı. Ortak noktalarımız ne de çoktu onunla! Benim de annem ölmüştü. İkimiz de içimizdeki siyahı gözlerimizle dış dünyaya bulaştırabilen melankolik varlıklardık. Ölmüş annemden bahsetmemi isterdi sürekli. Kendisiyle beraber ağlayacak birini aradığı için tanışmamız zor olmadı. Hafız’ı bir kartonun içinde parka çıkarmıştım. Fakat tasması olmadığı için bir türlü kartondan çıkarmaya cesaret edemiyordum. Çünkü biliyordum ki dışarı salsam açık mekân zehirlenmesine kapılacak, belki bir kelebeğin peşine takılacak ya da telaşlı insanlardan ürkecek, kaçıp bir otomobilin altında yufkaya dönecekti. Bunu göze alacak kadar cesur değildim. Hafız dünyada sahip olduğum nefes alan tek varlıktı. Onu kaybetmenin korkusu ve bir canlının en doğal hakkı olan özgürlüğe olan inancım arasında ikilemde kalmıştım. Kartondaki deliklerden pençelerini uzatıyor, cevap gelemeyince kartonun birbirine geçirilmiş parçalarını tırmalayıp açmaya çalışıyor, yalvaran bir çocuk gibi miyavlıyordu. Orada başını iki eli arasına koyup anılarla uğraşırken uzaktan yüzümdeki çaresizliği fark eden Irmak, bir çırpıda yanımda belirmişti. “Korkma, ama ağla!” demişti. “Rahatlarsın!” Şaşkın bakışlarımın arasında kartonu açıp kediyi sıkıca tutarak çıkarmış, boynuna dayayarak ağlıyor, kediyi okşayarak sakinleştiriyordu. Ne zaman annemi anmaz oldum, o da gelmez oldu.
Sonra Atilla İlhan gelmeye başladı. Onu aniden evde, koltuğun üstünde kurulmuş görür ama şaşırmazdım. Şaşırdığım şey koltukta uyuyan Hafız’ın üzerine oturduğu halde ne o ne de Hafız rahatsızlık göstermiyorlardı. O geldikten sonra evde bir misafir varsa misafirin aniden kaybolup gittiğini sonradan fark ediyorum. Yine de ona fazla kızmıyorum. Kasketini hafif sağa, gözlüğünü burnunun üst kısmına kaydırıp bana hep aynı şiiri okur ama onu pek dinlemem. Daha doğrusu işime gelmez. “Sen başka şiir yazmadın mı Atilla Ağbi?”diyorum. O da bana “Bu sorunun cevabını sen de biliyorsun, ama seni ilgilendiren şiir bu.” diyor ve şiirini okumaya başlıyor: “Ne kadınlar sevdim zaten yoktular ” diye başlar, daha şiirin ortalarındayken sözünü kesip “Evet Atilla Ağbi, Böyle bir sevmek görülmemiştir.” diyerek onu kızdırmaya çalışırım. Üstüne fazla gitmem şair ve ölü olduğu için. Ona “Atilla Ağbi sana mı kalmıştı tarihin en yürek burkan şiirlerinden birini yazmak? Buna hakkın yoktu!” derim. “Ben ne yapabilirim ki?” der. “Biz şairler gerçeğe ışık tutmak zorundaydık. Ben yazmasam mutlaka başkası yazardı. Belki de o kişi sen olurdun.” diyerek haklılığını ispat etmek ister. Ben de “Hiç uğraşma, bu şiirini onaylamadığımı sen de biliyorsun!” derim de Atilla Ağbi daha çay bile içmemişken aniden ayağa kalkar, kapıda durup “Kendini bu kadar kaptırmamalısın! Dışarı çık, gerçek aşklar bul kendine, yoksa sana yazık olacak!” deyip çekip giderdi. Arkasından inadına seslenirim, ama duymazlıktan gelir. “ Hepsi de var Atilla Ağbi, hepsi de şuramda! ” diyerek beni anlaması için çabalarım. Gönlümü rahatlatmak için bile olsa dönüp bakmaması beni nasıl da yaralar! Yavaş yavaş sönükleşen bir sesle “Hepsi de var işte!” diyerek koltuğa çöker, yazı unutmaya çalışan Eylül gibi ağlarım.
Yahya OĞUZ
YORUMLAR
zarif bir yazı. kırılgan bir tarafı, düşüp kırılması muhtemel vazo gibi. fazla düşünüp onu tahrik etmemeli ve olağan haline bırakılmalı. sade güzel.
Yahya Oğuz
çok teşekkür ederim.
Yahya Hocam
Yazınızı gün içerisinde okumak için çok gayret gösterdim ancak fırsatım olmadı.
Yeni okuya bildim yazınızla birlikte yapılan yorumları da okudum çok beğendim. Nasıl bir ruh haliyle kaleme aldınız bu yazınızı bizler bilemiyoruz ama şunu söylemek isterim ki yazınız aşkın çıkmazın da melankolik duygu karmaşasını çok güzel anlatmış ve tabi ki güne de çok yakışmış
Kaleminize emeğinize sağlık
Saygı sevgilerimle
Yahya Oğuz
Çok güzel bir paylaşım okumaktan mutlu olduğum.
Can-ı gönülden kutlarım Yahya bey.
Saygı ve selamlarımla...
Yahya Oğuz
Uzun kurguları sevmiyorum. Kitabın sayfa numaralarını bile vererek kurgu ekleyenler var. Uzun okumalar için sırada bekleyen onca kitap var ki rafımda.
Sizin yazınızı çok beğendim ama. Kısa, duygulu, okurken içine çeken ama sıkmayan, bitse de kurtulsak dedirtmeyen çok akıcı bir kurgu.
Final de çok hoş: ''Yazı unutmaya çalışan Eylül gibi ağlarım''
Saygı dolu tebriklerimle.
Yahya Oğuz
güzel yorumunuz için çok teşekkürler, saygılar.
Böyle aşk temalı yazıları okumayı pek sevmiyorum.
Aşk romanlarını da hiç okumam aslında.
Nedenini bilemiyorum.
Vuslata eremeyen gençlik aşkımın acı bir hatırası galiba bu bana.
Anlayamadığım bir şey var.
İnsan,
nasıl olur da bir kaç kez sever.
Aşk,
bir kere yaşanır ve hep baki kalır bence.
Unutulur mu?
Unutulmaz elbet.
Ancak,
o olmadan da mutlu bir hayat sürmeyi başarabilir insan.
Sevgi ile aşk arasındaki farkı anlayıp,
her ikisine de gönlünde yer vermeyi becerebilirse.
Yahya Oğuz
güzel yorumunuz için teşekkür ederim, saygılar.
normalde böyle bir durumda erkeğe kızılır değil mi? zalim adam ne diye çapkınlık peşindesin, ne diye üzdün kızları falan filan..
ama bu yazıda kızmıyor insan, değişen sevgililer üzmüyor insanı. adeta gitmek onların fıtratında varmış, gitmek zorundalarmış, yoksa film devam etmeyecekmiş gibi...
evet atilla abi, o kadınların hepsi var, artık biz de şahidiz diyebiliriz.
elinize sağlık, çok güzeldi.
Yahya Oğuz
güzel yorumunuz için çok teşekkürler, saygılar.
Tek cümle: Çok etkileyici. Kurguya hayran kaldım. Som kısımda Atilla İlhan'ın olaya dahil olması çok iyi düşünülmüş. Yazıya esas rengini kazandırmış.
Gelişine yazılmış gibi bir hava var yazıda. Üzerinden bir kaç kez geçtiğinizi sanmıyorum. Bazı cümlelerde bozukluklar var. Fakat başta da dediğim gibi bunların hiçbiri çalışmanızın etkileyiciliğini bozmamış. Budur dediğim bir kaç yazıdan biri oldu yazınız.
Yerini de helalinden haketmiş görünüyor.
Tebrik ediyorum. Saygılarımla.
Yahya Oğuz
Aynur Engindeniz
Gerçekten çok güzeldi.
Tekrar tebrikler.
Aslında dün gece yatmaya hazırlandığım sırada okudum öyküyü. Hüzünlü atmosferine öylesine çekti ki beni, uzandığımda yatağıma aklımda öykü, bedenimi yalnız bırakan ruhumun peşine düştüm.
Duygusal cümlelerin yarattığı yalnızlık dolu büyülü ama hüzünlü atmosferi aklıma ne kadar da çok roman kahramanını getirdi…
Öyküde yalnızlığın hakimiyetine teslim olmuş, belki istemeden belki de istiyor gibi görünen kahramanın hüzünlü akıl oyunlarıyla, hayali/gerçek nice kadını bir bir yollayıp, hep yalnızlığı seçmesinde şiir ve Atilla İlhan’la kurduğu diyalog bir harikaydı.
Özgürlük ve bencillik arasında gidip gelmeler, tercihler bir de…
Bravo Yahya Bey, tebrik ederim.
Yahya Oğuz
Kahramanımız, ağlarken Hafız'ı da kucağına almayı unutmasın. Boylelikle ağlarken bari yalnız olmaz :-)
Tebrik ederim Yahya Bey, kalabalık bir yalnızlıği güzel anlatmışsınız.
Saygılar
Yahya Oğuz
Yahya Oğuz
güzel yorumunuz için teşekkürler, saygılar.