- 771 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KONSOMATRİS
KONSOMATRİS
Hava öylesine soğuktu ki donmamak için sıkı sıkı sarılmıştı yorganına. Koca bir poşet torbanın da içine girmişti üstelik. "İyi ki bu barakayı bulmuşum. Yoksa bu kışı zor geçiririm" diye geçiriyordu içinden.
Tek gözlü bir barakada yaşıyordu yaklaşık bir yıldan beri. Şehrin biraz dışında terk edilmiş iki gözlü bir viraneydi yaşadığı yer. Çatısının bir bölümü de çökmüştü üstelik. Neyseki yerleştiği odanın kiremitleri sağlam sayılırdı. Sadece duvarların birinden sızıyordu çok yağdığı zaman yağmur. Pencerelerde cam falan da yoktu. Kapısı da çökmüş doğru dürüst kapanmıyordu bile. Naylonlarla kapatmıştı pencereleri. Kapıya ise bir battaniyeyle çözüm bulmuştu. Ufacık bir de bahçesi vardı yirmi beş otuz metre kare kadar. Yıkılan taşları toparlayıp duvarını örmüş, içindeki döküntüleri toplamış az da olsa güzel bir görüntü kazadırmıştı bahçeye. Bir köşeye ise ufak bir karık yaparak maydonoz ve soğan ekmişti. Bu yıl bol bol yemişti yetiştirdiği yeşillikleri. Bir de taş ve tahtalardan oturacak bir yer ayarlamıştı kendisine. Yıldızlı gecelerde geç saatlere kadar oturup yıldızları seyrediyordu büyük bir keyifle.
Dilenerek sürdürüyordu yaşamını. İyi kötü doyuruyordu karnını. Aslında pek de bir şey yediği de yoktu. Sadece içmek istiyordu. Bir iki şişe şarap bulabildiği günler en mutlu günleriydi. Çünkü ne soğuk, ne kimsesizlik ne de yalnızlık. Unutuyordu her şeyi sızıp uyuduğu zamanlar.
Tek dostu sokak köpekleriydi. Akşam karanlık çöktüğü zaman gözü kapıda dostlarını bekliyordu. Bazen onlar için yiyecek bir şeyler de topluyordu çöplüklerden. Dostları da biliyordu bunu. Aç kaldıkları zaman erkenden düşüyorlardı barakaya. Eğer varsa Aysel’in yüzünde bir gülümseme hemen kuyruklarını sallayarak başlıyorlardı şaklabanlığa. Bir an önce kalkıp duvarda ki çivide asılı poşeti indirmesini bekliyorlardı. Eğer kalkıp da yönelirse poşetlere keyiften havlayıp üzerine atlıyordu dostları. Yemeklerini yedikten sonra da yatağın bir köşesine ilişiyorlardı. Aslında onların sıcaklığı da gidiyordu hoşuna. Hiç olmazsa soğuğa karşı bir sığınaktı dostlarının tüylü vücutları. Dostlarıyla konuştuğu da oluyordu. Anlatıyordu aklından geçenleri onlara. Bir de karanlığı seviyordu. Gizliyordu karanlık tüm pislikleri. En büyük pislik olarak da kendisini görüyordu.
Adı deli Aysel’e çıkmıştı. Herkes onu deli Aysel olarak tanıyordu. Böyle tanınmak hoşuna da gidiyordu. Sadece çocukların kendisini kızdırmasından şikayetçiydi. Çok kızdığı zaman eline geçirdiği taşlarla kovalıyordu çocukları. Dilenciydi ama pek de çok para toplayabildiği söylenemezdi. Bir kaç kişi vardı onu tanıyan. Ya şarap parası veriyorlardı ya şarabı kendileri alıyordu tanıdıkları. Ulu orta içmezdi şarabını. Erkenden gelir barakaya, özenle açardı şişeyi, keyifle içerdi can suyunu. Kırklı yaşlardaydı. Neredeyse her içmesinde kırk küsur yıllık hayatını titizlikle geçirirdi hafıza süzgecinden. Birinci şişeyi bitirip de ikincisini yarıladığı zamanlar, ya hıçkırıklar içinde ağlamaya başlıyor ya da gecenin sessizliğini yırtarcasına haykırarak şarkılar söylüyordu. Keşkeleri esir alırdı benliğini böyle zamanlarda. Tüm pişmanlıklarını haykırırdı şarkılarıyla gecenin derinliklerine. İsterdi ki pişmanlıkları duyulsun, yayılsın gece rüzgarıyla, ders olsun birilerine. Bir de babası aklına düşerse o anlarda; hıçkırıkları ağıtlara dönüşürdü. Kendi ölümüne yakılan ağıtlardı onunkisi.
Ameleydi babası Hasan. Namuslu bir adamdı. Uzun süre çocukları olmamıştı. Aysel’in doğduğu gün nasılda ağlamıştı mutluluktan. Riskli bir doğum sonrası ameliyathaneden çıkan doktorun "müjde, nur topu gibi bir kızın oldu" sözlerini duyduğu anda dizlerinin bağı çözülmüş, boğazında düğümlenen hıçkırıklar bendini yıkan seller gibi sınır tanımaz olmuştu. Mutluluk yaşlarıydı gözlerinden dökülenler.
Her şeyini yavrusuna adamıştı. En güzel bebekleri, en pahalı oyuncakları alıyordu yavrusuna. Öyle bir alıştırmıştı ki kızını güzel şeylere, zamanla isteklerinin altından da kalkamaz olmuştu.
Mahallenin en güzel kızıydı Aysel. Zemherinin ayazında baharı yaşatacak kadar güzeldi çağla rengi gözleri. Hele bir de alımlı alımlı yürürken ve rüzgarda savruldukça başak renkli saçları ne yürekler yakardı. Çok güzeldi. Öylesine güzeldi ki bir bakışıyla hoplatırdı yürekleri. Böylesi bir güzelliğe yakıştıramıyordu yaşadığı hayatı. O saraylarda yaşamaya layık biri olarak görüyordu kendini. Gözü hep yukarlardaydı. Bu nedenle okumayı da bırakmıştı ortaokuldan sonra. Bu isyanı zamanla babasına nefrete dönüşmüştü. Ne yapsın zavallı Hasan. Nerdeyse kızı için çalışıyordu. Her dediğini yapmaya uğraşıyor, her istediğini almak için çırpınıyordu. Ama yine de yaranamıyordu kızına. Ancak çok pahalı bir şey alabilirse yaklaşabiliyordu yavrusuna. Televizyonlarda magazin proğramlarında dizilerdeydi hep Aysel’in gözü. Her bir proğramın kahramanı görüyordu kendisi. Çok tatlı hayallerle kapatırdı gözlerini geceleri. Hiç uyanmak istemiyordu. Çünkü, utanıyordu amele Hasan’ın kızı olmaktan.
Bir gün komşu oğlu Ali ve ailesi görücü gelmişti Aysel’e. Ali genç yakışıklı efendi de bir çocuktu. Maddi durumları da fena değildi. İlk defa o gün şiddetli bir kavgaya girişmişti babasıyla. Şunları söylemişti babasına. "Süründürmek için mi getirdiniz beni dünyaya. Bıktım hepinizden, bıktım usandım artık bu hayattan. Ben layıkmıyım böylesi bir hayata. Benim yerim en pahalı en güzel yerler olmalı. Sakın bir daha böyle çulsuzları çıkarma karşıma. Bu güne kadar süründüm sayenizde. Bundan sonrada mı sürüneceğim. Ben yaşamak istiyorum sürünmek değil." Hiç bir şey söyleyememişti babası. Sadece elinin tersiyle yanaklarından süzülen yaşları silmeye uğraşıyordu gizlice.
Geceleri çok geç saatlerde gidiyordu eve. Kimseyi de dinlediği yoktu. Taverna müzikhol mekan mekan geziyordu. Uyuşturucu da kullanır olmuştu. Nihayet Murat çıkmıştı karşısına. Murat İstanbul’da yaşıyordu. Çok para harcamasından zengin biri olduğu belliydi. Kendisinden epey büyük de olsa memnundu Murat’la birlikde olmaktan. Bir sabah arkasından bir mektup bırakarak ayrılmıştı hücre olarak gördüğü baba evinden. Murat’la birlikde yaşamaya başlamıştı. Her gece barlarda sabahlıyorlardı. Mutluydu. Bir gün Murat arkadaşı Metin’le gelmişti eve. Metin’in parmağına taktığı pırlanta yüzük muhteşemdi. Murat bir işi olduğunu bahane ederek terk etmişti evi. Metin’le baş başa kalmıştı ve o geceyi Metin’le geçirmişti. O gece bir düzmeceydi. Murat kendisini beş bin liraya satmıştı Metin’e. Sabah uyandığında çok üzgündü. İlk defa baba evini özlediğini fark etmişti. Ama parmağına takılan pırlanta yüzük muhteşemdi. Metin çok zengindi. Ona Bebek’de deniz manzaralı bir daire tutmuştu. Evliydi Metin. Hiç de önemli değildi. Sık sık yurt dışına çıkıyordu ve çoğu zaman onu da götürüyordu yanında. En pahalı otellerde kalıyorlardı gittikleri yerlerde. Ama mutlu olamıyordu bir türlü nedense. Doğup büyüdüğü küçücük evin sıcaklığını bulamıyordu hiç bir yerde.
Metin’de kullanıyordu uyuşturucuyu. Sık sık uyuşturucu partilerine katılıyorlardı. Öylesi rezillikler yaşıyordu ki utanmaya başlamıştı insanlığından. Bu tür partilerde karşılaştığı kişiler onun gözünde zengin, parasının haddini hesabını bilmeyen, doyumsuz, insana benzeyen yaratıklardı. Sevgiden, duygudan yoksun, her türlü rezilliği yaşam olarak kabullenmiş bir garip yaratık olarak görüyordu etrafındakileri. Her türlü ahlaksızlık renk katıyordu bu süslü püslü insanların hayatına. Bir gün böyle bir partide Metin bir arkadaşıyla sevişmesini istemişti hem de gözlerinin önünde. Karşı çıkıp direnince ikisi bir olup bir güzel dövdükten sonra tecavüz etmişlerdi kendisine. Ertesi gün Metin cebine bir miktar para koyup kovmuştu Aysel’i yaşadığı evden.
Bir otele yerleşmişti. Hala güzel ve alımlıydı. Öylesine yalnızdı ki. Tutunacak bir el, sığınacak bir yuva arıyordu özlemle. O günlerde Ahmet çıkmıştı karşısına. Sıkı sıkı sarılmıştı Ahmet’e o lanet olası güne kadar. Bir akşam vakti Ahmet üç kişiyle gelmişti eve. İçki sofraları kurulmuştu. Gelenlerden biri sürekli taciz ediyordu kendisini. Ahmet oralı bile değildi. Her göz göze gelişlerinde sırıtıyordu Ahmet. Artık taciz sarkıntılığa hatta saldırıya dönüşmüştü. Ahmet’de dahil dört erkek aç kurtlar gibi geliyorlardı üzerine. Eline geçirdiği bir vazoyu Ahmet’in kafasına indirerek kurtulmuştu ellerinden. Sokağa zor atmıştı kendini o gece.
Sabaha karşı sahilde bir banka oturup denizi seyretmeye koyulmuştu. Deniz ve hayat. Özdeşleştirmişti her ikisini de o gece. Denizde yükselen azgın dalgalar hızla kıyıya vuruyor alıp götürüyordu bir şeyleri. Hayat da öyle değilmiydi. Deniz gibi yutmamışmıydı kendisini. Boğulmamak için mücadele etmek gerektiğini düşündü bir süre. O anda meydan okumuştu hayata. Boğulmayacaktı.
Öyle özlemişti ki ailesini, hele çilekeş babasını. Eve dönüp babasına sarılmak, af dilemek, uysal bir kedi gibi ayaklarının dibine uzanmak, şefkatle saçlarını okşatmak geçivermişti aklından. Nankörlüğüne ağladı. Ne yüce bir insandı babası. Sırf onu mutlu edebilmek için gece gündüz çalışmıştı. Akşama kadar amelelik yapıyor, nerdeyse sabaha kadar da ne iş bulsa sarılıyordu sırf bir tek yavrusunu mutlu edebilmek için. Hiç bir isteğini de geri çevirmemişti. O anda yerine getiremese de isteklerini en fazla üç gün içinde mutlaka gerçekleşiyordu dilekleri. Nasıl da ezmiş nasıl da kırmıştı babasını. Bunları düşünürken gözlerinde yoğunlaşan yaşın yanaklarından aşağı süzüldüğünü hissetmedi bile. Biliyordu ki babası onu affedecek yüreğinin derinliklerine sokacaktı. Ama gidemezdi. O tertemiz insanların içine bunca pisliğiyle giremezdi. Ne kadar da özlemişti bir zamanlar hücre olarak gördüğü sıcacık evini. Bir de Ali düşmüştü aklına. Yakışıklı terbiyeli çocuktu Ali. Aynı mahallede büyümüşlerdi. Sokakta karşılaşıp göz göze geldiklerinde Ali’nin yüzünün kızarmasına defalarca tanık olmuştu. Böyle hallerde Ali göz ucuyla bir selam verip başını öne eğerek devam ediyordu yoluna. Ali’nin iyi bir eş, iyi bir dost olacağından emindi. Ali’yi düşündüğü anda okkalı bir küfür dökülmüştü dudaklarından. En ağır küfürleri ediyordu kendisine. Mutluluk neydi? Para, pul, şan, şöhretmiydi mutluluk? Hepsini görmüştü şu son bir kaç yıl içerisinde. Yoksa sevgimiydi neydi mutluluk? Başını koyabileceğin sıcacık bir omuzmuydu? Belki de güvendi. Arkanızda dağ gibi birilerinin olmasının verdiği güvenmiydi yoksa ? Yoksa birlikte gülmek, birlikte ağlayabilmekmiydi mutluluk denen şey, dostça paylaşımmıydı? Tüm bunları düşünerek günün ilk ışıkları düşene kadar oturmuştu sahilde. Güneşin denizde oynaşını seyretmişti bir süre. Tüm pisliklerinden sıyrılıp oynaşabilseydi güneşle birlikte. İçine bir ferahlık düşmüştü o gün nedense. Sonra ayaklanıp bir saat kadar yürümüştü sahilde. Çok yorgundu. Ağır ağır adımlarla bir otelin yolunu tutmuştu karmakarışık duygular içinde.
Epey kalmıştı yerleşmiş olduğu otelde. Sabah erken saatlerde çıkıyor karanlık düşmeden dönüyordu otele. Bir miktar parası vardı. Şimdilik yetiyordu parası. Üstelik takıları da vardı. Ama ne kadar yetecekti. Çalışması gerektiğini düşünüyordu.
Bir süre sonra Esma isimli bir kadın düşmüştü otele. Esma akşam saatlerinde çıkıyor, sabahın ilk ışıklarıyla dönüyordu otele. Bazı akşamlar, ya merdivenlerde ya da otelin herhangi bir yerinde karşılaşıyordu Esma’yla. Selamlaşmaları zamanla arkadaşlığa dönüşmütü. Esma bir barda konsomatristi. Geceleri çalışıyordu. Sessiz bir kadındı Esma. Ama gerçek bir dosttu. Hayatıyla ve geçmişiyle ilgili tek bir kelime çıkmıyordu ağzından. İş konusunu açmıştı bir gün Esma’ya. Aralarında şu konuşma geçmişti o gün. Esma ona; "istersen patronla görüşebilirim senin için. Güzel alımlı kadınsın. Sanırım becerebilirsin konsomatrisliği. Konsomatrislik sabır ister. Ciğeri beş para etmez sarhoşların mezesi olursun. Göze alabileceksen tüm bunları konuşurum patronla " Demişti. Kabul etmişti Esma’nın teklifini. Esma konuşacaktı patronuyla.
Patronu bir gelsin de görelim demişti. Ertesi gün başlamıştı işe köhne bir barda. Kısa sürede aranılan bir konsomatris oluvermişti. Leş gibi içki kokan, dumandan göz gözü görmez mekanlarda sarhoş eğlendiriyordu sabahlara kadar. Kuytu localarda orasını burasını ellettiriyordu sarhoşlara. Baba parası yiyen ya da hazıra konanlara hiç acıması yoktu. Tüm cazibesini kullanarak adeta soyuyordu bu tür adamları. Evinde huzur bulamayan, normal hayatta çekingen olan, maço, romantik her türlü erkek düşüyordu bara.
İyi bir konsomatris olmanın yolu müşterisini iyi tanımaktan geçer. Her konsomatrisin geçmişinde ne acılar ne hüzünler vardır. Konsomatrislerin çoğu nefret eder erkeklerden. Sırf erkeklerden intikam almak için bu işi yapan kadınlar bile vardır konsomatrislerin içinde. Sadece para vardır bar hayatında. Sevgi sözleri verilir, ilanı aşklar edilir, randevular ayarlanır ama hepsi o gece orda kalır. Hele bir de acemi ve paralıysa müşteri konsomatris tüm cazibesini ve kadınlığını kullanarak söğüşler iliğine kadar adamı. İyi de para vardır konsomatrislik işinde. Kimi kadınlar akıllı ve bilinçlidirler. Hatırı sayılır bir servet edinirler bir kaç yıl içinde. Bilirler ki üç beş yıllık bir sıkıntının sonucu parlak bir gelecektir.
En çok maço kılıklı heriflerden nefret ediyordu. Bazıları elinden tutup zorla masaya oturturmaya çalışıyordu. Böyle durumlarda sık sık kavga çıkarıyordu. Bu nedenle uzun sürmedi bardaki işi. Müşteriyi memnun etmediği için konulmuştu kapının önüne. Artık bu hayatın bir parçası olmuştu. Başka şehirlere de gidiyordu. Bar bar, pavyon pavyon dolanıyordu. İyi de kazanıyordu aslında. Tek amacı bir kaç yıl bu işi yapıp bir ev almak, birikimleriyle gelecekte kimseye muhtaç olmadan yaşamaktı.
Psikolojik olarak da sarsılmaya başlamıştı. Alkole vermişti kendini. Sık sık halüsilasyonlar görüyordu. Bazı zamanlarda babası çıkıyordu karşısına barın bir köşesinde. Babasının o andaki bakışları bir hançer gibi parçalıyordu ciğerlerini. Böyle anlarda hıçkırırıklarla ağlıyordu durup dururken. Bir gece halüsilasyon halindeyken kendisine sarkıntılık eden müşterisine bir tokat atmıştı. Bunun üzerine adam elindeki falçatayı indirmişti yüzüne. Acı içinde kıvranırken eline geçirdiği bardağı saplamıştı adamın şah damarına.
On beş yıl ceza almıştı. Dokuz yıl yatacaktı hapiste. Yüzünde kalan iz nişanesiydi yaşadığı kirli hayatın ve bu izi taşıyacaktı ölene kadar. Her geçen gün uzaklaşıyor kopuyordu hayattan. Gün boyu hiç konuşmadığı zamanlar da oluyordu. Bazen aynanın karşısına geçip hızla aklaşan dağınık saçlarını seyrediyordu uzun uzun.
Hapisten çıktığında gidebileceği hiç bir yeri yoktu.Hafızası da bulanıklaşmıştı. Ne Hasan, ne Ali, Ne murat, ne Hüseyin, ne Esma ne de kim. Sadece anıları, ıssız sokaklar ve birlikde yaşadığı dostları kalmıştı hayatında.
DAVUT TUNÇBİLEK/ELMADAĞ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.