- 775 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kâr ederken zarar etti İrecep…
Recep, köyden çıkalı çok uzun yıllar olmuştu. İlkokuldan sonra ayrıldığı köyüne eş, dost ve akrabalarını ziyaret amaçlı uğrasa da ticari ilişkisi hiç olmamıştı. Aslında köyünü çok sevmesine rağmen, mesleği icabı memleketin çeşitli il ve ilçelerinde memurluk yapmış, cezaevi müdürlüğünden emekli olduktan sonra da Elbistan’a yerleşmeye karar vermişti.
Yirmi yedi yıllık birikimini, yaptıracağı eve harcama düşüncesi bile Recep’e ayrı bir huzur veriyordu. Bu huzuru, ev bahsi açıldığında yüzüne yansıyan tebessüm ele vermekteydi.
Bugüne gelinceye dek, kiracılığın getirdiği her türlü meşakkate katlanmış, kalıcı bir komşu tutamamanın yanı sıra, devlet lojmanlarındaki komşuluk ilişkilerinin resmîlik ve soğukluğunu da iliklerine kadar hissetmişti.
Onun için, yaptıracağı evin sağlamlığı kadar korunaklığı da önemliydi.
“Ev bir defa yapılır” diyordu. Olmuşken yeteri kadar geniş olsun, gün gelir oğlan-kız evlenir, bayramlarda bir araya geldiğimizde kimse ev darlığından sıkışıklık yaşamasın fikrinden yola çıkarak çizdirdiği plana edeceği masraf tahminlerinin üzerinde çıkmış, elinde kalan paranın çatıya yetip yetmeyeceği hususunda tereddütte düşmüştü.
Bir gün, Şekerbank’ın arkasındaki çay ocağında Duran, Gazi, Sıddık ve bir grup arkadaşıyla otururken aklındaki çözümü hazırda olanlarla paylaşır.
“Arkadaşlar, benim evden malumatınız var. İşin sonuna geldik, fakat kesenin de dibi göründü. Çatıya gerekli kereste için köyden selbi almak suretiyle maliyeti biraz düşürebilirim diye düşünüyorum. Siz ne dersiniz?” diye sorar.
İlk sözü Duran alır;
“Ula emmoğlu, Eldelek’ten alacağın ağaçları bir hızarcı götürüp kestireceksin. Arkasından bir traktör bulacak, ağaçları daha önceden tuttuğun işçilere yükletip Elbistan sanayisine getirerek istenilen ölçülerde doğratacaksın. Bu dediklerim de her şey yolunda giderse… Sen ömrünü kurallara riayetle geçirmiş bir adamsın. Köyden alıp çatı yaptıracağım dediğin şey senin yapabileceğin işlerden değil. Belki bir başkası kâr edebilir, ama sen devlet memurluğundan emekli bir adamsın, bu iş sana göre değil. Bana sorarsan bu sevdadan vazgeç derim” der.
Masada bulunanlardan Sıddık’sa öyle düşünmemektedir:
“Ula gardaşım, neden adamın önünü kesiyorsunuz? Geder, altı selbi alıp kestirir. Benim de motura yükler getiririz. Buncacık işi uzattıkça uzattınız.
Bunları söylerken de farklı bir fikir beyan etmenin rahatlığı çaycıya seslenişinden hissediliyordu.
Bunları neden mi söylemişti Sıddık?
Hemen belirtelim.
Sıddık yıllardır “Köyde ekilmeyen tarla kalmasın!” parolasıyla, ekemeyenlerin tarlalarını kiralayarak eker, ekenlerinkine ortak olur. Ekim ayında başlayan buğday, arpa türü; ardından mart’ta mısır, pancar, ayçekirdeği daha sonra mercimekten tutun da nohuda varıncaya kadar her türlü hububatı meydana getirmek için gecesini gündüzüne katmasına rağmen bir türlü amaçladığı kârı yakalayamaz; buna rağmen, her defasında gelecek seneye taşıdığı hayallerinin peşinden coşkun bir su gibi akıp gider…
Bu durumun farkında olan –Sıddık’ın kaynı– Gazi söze karışıp;
“Eyi gözel diyon da, bu Recep senin dediğin işlerin adamı dâal. Ömrü boyunca yapmadığı bir işi yapıp da kâr ettim diyen olmuş mu heç? Bence heç uğraşmasına gerek yok. Getsin sanayiye, hızarcılardan alsın, ağrımaz başını ağrıtmasın derim” der.
Diğerlerini de dinleyen Recep, kararını destekleyen arkadaşlarının sözlerini dikkate alarak, ağaç işini köyden halletmek suretiyle yaklaşık beş yüz lira kâra geçeceğini hesaplar.
Böylece, işin yönü belli olur.
Köyde satılık ağacı olduğunu öğrendiği Kahraman’la altı selbi pazarlığı yapıp parasını peşin veren Recep, altı ağaç sahibi olarak şehre döner ve Sıddık’a durumu özetledikten sonra “Haftaya ağaçları kesip getireceğim, traktörü gönderirsin gayrı” der.
Sıddık da “Hay hay, başım gözüm üstüne; sen hızara verdirince bana haber elet. Evvel Allah Hızır gibi yetişirim” der.
Kendince motor işini de halleden Recep, bir yandan bu işlerin söylendiği gibi zor olmadığını düşünürken, bir yandan da içinden “Adamın yaptığı jeste karşılık motorun yakıtını da koruz artık” diye geçirmekteydi.
Sabah erkenden kalkarak hızarcıyı yanına aldığı gibi köyün yolunu tutan Recep, ağaçların bulunduğu mevkiye vardığında köylülerin bir kısmının henüz sıcak yataklarında bir sağa, bir sola dönüp durduklarını söylesek yalan olmazdı…
Hızarcı, benzinini ve yağını koyduğu motorun kasnağına dolanmış ipi çekerek hızarı çalıştırdı. Bismillah diye vurduğu ilk selbinin içinin boş olduğunu söylemesi karşısında ilk şaşkınlığını atlatan Recep’in gözünün önüne, bu işlerin söylenildiği kadar kolay olmayacağını savunan çay ocağındaki arkadaşları gelir…
Ağaçlar kesilmiş, yükleyecek kişiler ayarlanmıştır, Sıddık’ın söz verdiği traktör beklenmektedir artık.
Yeterince beklenilmesine rağmen gelmeyen traktörün sahibi telefonla neden gelmediği sorulduğunda,
“Şu anda bent basıyoruz. Traktörün bugün işi var. Yarına da gelip gelemeyeceği işin bitmesine bağlıdır...” mazereti öne sürülür ve bundan ötürü kusura bakılmaması söylenir.
Kuru bir özürle geçiştirilen Recep’in morali bozulsa da kendi kendini teselli etmekten de geri durmaz;
“Adamın malının ortağı değiliz ya… Zaten hatır için gelecekti…”
Vakit geç olduğundan yükleme işinin o gün yapılamayacağını anlayan Recep başka bir traktör bulmak üzere işi tatil eder.
Ertesi gün, bulduğu başka bir traktörle ağaçların başına varan Recep, tomrukların eksildiğini görmesine rağmen kimseyi suçlamama adına suskunluğunu bozmaz.
Yükleme işine başlayan işçiler, Recep’in vereceği paranın kendilerini kurtarmayacağını söyleyerek fiyatın artırılmasında ısrar ederler. Bu da tatlıya bağlandı derken, motorcu da aynı hileye başvurarak motor kirasının artırılmasını sağlar.
Recep başına geçtiği işe hiç yaklaşmaması gerektiğini mırıldansa da kulak kabartanların çok da umurunda olmaz.
Her aşamasında iki katı fiyat ödeyerek marangozlar sitesine indirdiği ağaçları biçtirirken, yanlış ağaçları kestirdiği haberi gelmesin mi?!..
Nasıl olur?..
Ağaçları Kahraman’ın babası İsmail dikmiştir. Üstelik, hiçbir tarlaya sınırı olmayan mezarlıktan geçen su arkının başındadır. “Bunda da bir hayır vardır” diyerek iyiye yormaya çalışsa da, başına bela açacak yeni bir püskülün kendisine doğru adım adım yaklaştığının farkında değildir.
“Ağaçlar benimdi” diyen Hacı Ahmet dayının iddiasına göre, İsmaillere ait tarlayı satın alırken ağaçları da içinde kesmiş, her ikisi için de para ödemiştir. Oysa pratikte bunun olmama ihtimali daha yüksektir. Tarlayla ilişkilendirilebilmesi için, en azından tarlaya gölgesi düşecek kadar yakın olması gerekirdi. Ancak, Hacı Ahmet dayının iddiasını çürütecek olan –tarlayı satan– İsmail dayı hayatta olmadığından, öne sürülen farklı fikirler hep havada kalmaktaydı.
Hacı Ahmet dayı Recep’in aleyhine söylenip durmakta, tabiri caizse demediğini bırakmamaktadır. Sonunda canı daha da sıkılarak,yüksek sesle “Bu adam bu akılla nasıl cezaevi müdürlüğü yapmış?! Varıp –Recep’in eşi– Pakize’ye deyim de bu adamı tez günde boşasın!” diyerek sözü çoğaltmaktadır.
Olup bitenin baştan sona içinde olan, Hacı Ahmet dayının oğlu Gazi’nin “Gardaşım Recep, babamın elinden kurtulman için bu parayı vermen gerek” demesiyle telaşlanan Recep, Duran’a dönerek ne yapması gerektiğini sorar.
Toplum adamı olan Duran da
“İddianın aksi ispat edilemiyorsa doğru kabul edilmeli ve Hacı Ahmet dayının beyanı esas alınarak ağaçlarının parası ödenmelidir” şeklinde kanaat bildirince, Recep, içinden çıkılmaz bir hal alan bu duruma da razı olur.
Fakat bu kez de Gazi razı olmaz.
“Her ne kadar babam ağaçlar benim diyorsa da sen ağaçların parasını ödedin. Yeterince dökülüp saçıldın… Beş yüz lira ucuza mal edeyim derken bin lira fazlaya mal ettin. Şimdi bir de ağaçların parasını ikinci kez ödersen sana yazık olur. Babamı ikna etmenin tek yolunun iddia ettiği parayı vermekten geçtiğini biliyorum. İtiraz ettiğim babama para vermen değil, bu parayı senin ödemendir” deyince oradakiler birbirlerinin gözüne bakarlar.
Gazi, sözlerini sürdürerek;
“Bu parayı ben sana vereyim, sen de babama ver. Hem sen daha fazla zarar görmüş olmazsın, hem de babam dolandırıldığını düşünmez. Ne dersin?” dedi. Hazırdaki arkadaşların rahatladıkları hal dillerine yansımaktaydı…
Recep’se, çocukluk yıllarına dönmüş; yaşıtları ile akşam karanlığında minavara oynuyor; arkasından, geç yattığı gecenin sabahında inekleri sağan anasının, yularlarını çözerken, sığırları sığır yatağına ulaştıramayacağı için yardım istemek üzere “İrecepp!” diye ünlediği sırada yatağında genleşirken arkadaşlarına uzuneşek için verdiği sözü düşünüyordu…
İrecep’in bunca yıldan sonra kendi köyünde başına gelen bunca iş için bir şiir söylemesini isteyen Duran’ın ricasını kıramayan şair Mehmet Gözükara aşağıdaki koşmayı söyler.
Bakalım, âşık, bizim Recep’in bu alışverişinden arta kalan yakınmayı nasıl tasvir etmiş:
Zarar etti bizim Recep
Anlamadığı işlere
Gire gire battı Recep
Baskı yapınca dişlere
Kıra kıra battı Recep
Öfkesi kaldı yarına
Zararı gitti ağrına
Bundan ötürü bağrına
Vura vura battı Recep
Ticarette kâr amacı
Güder daim kardeş bacı
Eski hoca yeni hacı
Sora sora battı Recep
Müdürlük var ünvanında
Bu da iş miydi yanında
Siniri öfke anında
Gere gere battı Recep
İpliğini iğnesini
Kırmış bütün düğmesini
Gün görmemiş sinesini
Sere sere battı Recep
Al benize hâkim sarı
Çene çalar evde karı
Dert eyleyip yağan karı
Kara kara battı Recep
Sazak vurdu yel savurdu
Çiçek vurdu gül savurdu
Dolu vurdu sel savurdu
Yara yara battı Recep
Gözükara’lar yürekli
Lüzumu kadar gerekli
Kar edilmez ki sürekli
Ara ara battı Recep
“Doğru sarsılsa da yıkılmaz. Söz demir kertiği gibi olmalı. Öl söz verme, öl sözünden dönme...” gibi öğütleri göğsümüzde madalya gibi taşırken nasıl oldu da aynı şey üzerine farklı alışveriş yapmayı teklif etmekten imtina etmeyen bir toplum haline geldik?!.. Mevlana’nın yedi altın öğüdünü ne çabuk unuttuk, Şeyh Edebali’nin Osmanlı devletinin kurucusu ve damadı Osman Gazi’ye vasiyetinden bu kadar mı uzak kaldık?!
Son söz olarak “Her koyun kendi bacağından asılır” yerine, Recep’in yaşadıklarını anlatacak yeni bir söze ihtiyaç yok mu sizce de… Ne dersiniz?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.