TÜLAY'IN SARDUNYALARI... (2)
Tülay, haftada iki gün yedirdiği özel mamasından istediğini bildiği için Aşk’ın kur turlarını, nazlanışını anlıyordu. Gidip dolaptan yaş mamasını alıp tabağına koyarken neşesine diyecek yoktu. O yemeğini iştahla yerken yatak odasına geçti Tülay. gardorabından dışarı çıkarken giyecekleri elbisleleri seçerken kocası Kağan’a sesleniyordu:
- Aşkım haydi kalk artık. Çay demlendi, kahvaltı soframız hazır. Sen kalıp içeri geç, bende bugün giyeceğimiz elbiseleri hazırlayayıp geleyim hemen.
Kağan sıcak yatağından kalkmak istemiyor gibi yaparak yorganı tamamen üzerine çekti. Kafasını yorganın içine gömen Kağan:
- Ya aşkım azıcık daha uyusam olmaz mı? Gece ’’Güneş Ne Zaman Doğacak’’ filmini izledim sen uyurken. Anlıyacağın; biraz geç geldim yatağa seni uyandırmadan...
İşi ile uğraşan Tülay:
- Olmaaazzz, kalk haydi aşkım. Bugün biraz erken çıkıp gezelim Osmanbey’de, Nişantaşı’nda. Bak havada ne güzel.
- Anlaşıldı bebeğim, sen beni kesin kaldıracaksın! derken yatağında doğruldu, yorganı sol tarafına fırlatıp kaltı. Laobaya giderken kapı ardında asılı beyaz havluyu omzuna attı.
Oturma odasınadaki yemek basasının üzerine itina ile dizilmiş zeytin, Kars kaşari, bal, kaymak, bir tabağa dizilmiş domates, salatalık dilimleri ve sıcacık somun yenmeyi beklerken Kağan gelip oturdu masaya. Tülay çayları koyup geldi. Kahvaltısını uyku sersemliğini hala üzerinden atamamış Kağan kahvaltılıklardan atıştırırken:
- Aşkım nefis bir kahvaltı hazırlamışsın her zamanki gibi. Teşekkür ederim. Biliyor musun; seninle evlendiğime o kadar mutluyum ki... İyiki sevdmişiz birbirimizi.
- Abartma bitanem! Her zaman yaptığım kahvaltı işte. Her kadın kocasına hazırlar en güzel kahvaltı masasını...
- Yooo, öyle deme bebeğim! Senin gibisi zor vardır diye düşünürüm hep. Her şeyinle mükemmel bir eşsin sen bana... Seni çooookkkk, kocamaaannn seviyorum. Biliyon de miiii?
- Canımsın sen Kağan’ım. Bende seni çok seviyorum, ölürcesine, derken Tülay’ın gözlerine baharın nemleri düştü. Dugusallığı konuşmalarına düğüm atarken, ela gözleri Kağan’ın gözlerinde mühürleniyordu.
Keyifli konuşmalarla kahvaltı edilip sofra toplandıktan sonra Tülay:
- Canımın içi elbislelerimizi giyinip bugün erken çıkalım dışarı. El ele, göz göze dolaşalım caddelerde. Aşk ve sevgi nedir gösterelim bu yaşta gençlere.
- Hemennn aşkımmm, dedi ve bir çekirge hızında yerinden fırlayarak yatak odasına Tülay’la birlikte geçtiler.
Hazırlıklar tamamlanıp evden ayrılırlarken evin açık pencerelerini kapatan Tülay, sevimli kedileri Aşk’a dönerek:
- Bebişim biz gidiyoruz. Biz gelesiye kadar sen uslu uslu otur, tamam mı? diyerek başını okşadı, tabağına kuru mamasını bırakıp. suyunu kontrol etti.
Tülay’la Kağan el ele tutuşarak merdivenlerden inerken alt kattaki yaşlı Ermeni kadın ev çöplerini apartman kapıcısı alması için kapı önüne bırakırken selamlaştılar. Otuz yılı aşkın Ermeni komşusu Figen’e:
- Madam, biz Osmanbey tarafına geçiyoruz. Bir isteğin varsa getirelim mi?
Madam Filiz:
- Teşekkür ederim canım Tülay’ım. Güle güle gidip, güle güle gelin. Benim yerimede çay, kahve için, dedi onları güler yüzle uğurlayarak.
Bozkurt mahallesi ile Eskişehir mahallesini ayırt eden Ülkü sokak’tan yukarı ana caddeye doğru ele ele tutuşarak giderlerken komşu esnafları ile selamlaşıyor, hal hatır sorarak gönüllerini alıyorlardı. İki mahallenin ayrım hattı Ülkü caddesinin kendi oturdukları evin hizası Bozkurt mahallesine, aynı caddenin karşısındaki evler Eskişehir mahallesine aitti. Yıllardır birbirleri ile iyi ilişkilerde bulunan komşulukların pek çok güzellikleri sanki gerilerde kalmışcasına solgun ve yabancı yüzlü insanların iki mahalleye yerleşmeleri o eski nezihliğine sanki kara bir perde çekilmiş gibiydi. Eski dost insanların varlığıda olmasa selamı dahi para ile satacakların çoğunluğu huzursuzlaştırıyordu mahalleyi. Yılların ütücüsü Zeliha hanımın iş yerinin önünden geçerken dar kaldırımda elini kolunu salaya sallaya yürüyen uzun , iri yapılı siyahi adamın Tülay’ın omzuna sinesini çarptırıp geçerken kapı önünde dikilen Zeliha hanım:
- Çüşşş be! Önüne bahsana ayı! Kadının omzunu parçalayacaktın. Hangi Afrika ormanlarında büyüdün sen, derken sinirleri tepesindeydi. Hoşnutsuluğu hat safadaydı yüz ifadelerinde.
Zenci adam geriye gönerek:
- Soryy, ben az bilmek Türkçe, diyebildi. Başını çevirip, hiç bir şey olmamış gibi yoluna devam etti.
Türlay, omzunu ovuştururken Kağan zencinin arakasından baka kaldı. Zeliha hanım Türlay’ın yanına gelerek:
-Tülaycığım, çok acıdı mı? Ya bunlar hergün böyleler. Son zamanlarda o kadar çoğaldılarki mahallemizde, Kurtuluş’ta. Buralarında tadını, tuzunu kaçırdılar. Nerdeeee yirmi, otuz senenin nezihliği? Bir bizim burası kalmıştı batırılmadık, burayıda birilerinin sayesinde hallettiler ya! Bravo!...
- Yok bir şeyim Zeliha’cığım. Sert dokundu. Sanırım önüne bakmıyordu, Caddede çok dar olunca gelip vurdu. Ne yapalım oldu bi kere... Görünmez kaza diyelim artık, dedi Tülay. Hal hatır sorgusundan sonra yoluna devam ettiler.
Ana cadde Kurtuluş’a vardıklarında köşe başındaki fırıncının önünde durarak otobüs durağına baktılar. Durakda simitçiden başka bir kaç kişi daha vardı. Otobüsün beş dakika önce duraktan kaltığını düşünerek beklemenin gereksiz olduğunu bilenTülay:
- Aşkım, sanırım otobüs gitmiş. Şimdi beklersek yarım saatte anca gelir. Biz en iyisi mi yürüyerek gidelim. Zaten gideceğimiz dört durak. Ne dersin?
- Tamam bebeğim, yürüyelim. Geze geze göz banyosu yaparız. Elinin ve yüreğinin sıcaklığında otobüsle gitmekten bin kez daha candır seninle yürümek, diye latife yapıyordu Kağan çok sevdiği aşkına.
Kalabalıklaşmaya başlayan kaldırımda el ele tutuşarak aheste adımlarla yürüyorlardı Ergenakon caddesine doğru. Yürümeyle onbeş dakikalık bir yoldu. Sevda yüklü konuşmaları ile yaklaşmışlardı caddeye. Yol üzerinde minikcik sarrafın önünde durdular. Minik vitrinde segilenen bol çeşil kolyeler, bilerzikler, yüzsükler gözleri kamaştıracak güzellikteydi. Tülay’ında sarrafı olan Suphi içeride müşterilerle ilgileniyordu. Kağan gözüne kestirdiği kolyeyi Tülay’a göstererek:
- Ne kadar alımlı değil mi aşkım? Sana çok güzel yakışır. Ne dersin, içeri girip bakalım mı daha yakından? Beğenirsen alayım.
- Ya aşkım ne gereği var, teşekkür ederim. Ama parmağımdaki alyansım birazcık büyük geliyor. Onu parmağımdan düğüreceğim diye korkuyorum. Gel onu küçülttürelim Suphi’ye, diyerek içeri girdiler.
Sarraf o kadar küçüktü ki; dört kişiyi bile zor alıyordu. Yılların sarrafı bu küçücük mekanında Kurtuluş’un saygın esnaflarındandı Suphi. Süryani bir ailenin çocuğu olan Suphi, mesleğini amcasından öğrenmişti. Amcası yıllarca sarraflık yaparken semt ahalisinin itimatını, güvenini kazanmış ama ne olduysa içine düşürdüğü ihanet onu sahtekarlığa, sahte altın satışına kadar götürmüştü. Çokca sahte altın satışı yaptığı sıralarda önceden yaptığı planı devreye sokarak, pılını pırtısını, parasını, altınını bir gecede Amerika’ya kaçırmış ve bir daha da dönmemişti. Sahtekarlığı ortaya çıktığında o kadar aramalarına rağmen bulunamamıştı. Suphi’nin ailesi bu yüzden rahatsız edilmişti. Onlarda mahçup olmuştu Kurtuluş’un güzide insanlarına. Sarraf’ın yeri Suphi’nin babasına ait olduğu için el koyamamıştı maliye. Bir yıla yakın boş kaldıktan sonra akrabalarının yardımı ile Suhhi yeniden sarraflığa başlamış, eski müşterileri bir hayli yıpratmışlardı onu. Zaman sonra Suphi’nin dürüst esnaflığı müşterilerin sevgisini kazanmıştı yeniden. Tülay’da çok sevdiği esnaflardandı Suhi. Onu ta küçüklüğünden tanırdı. Suphi’de ona karşı saygısını, sevgisini bir gram bile eksiltmemişti. Altınlarını, mücevheratlarını ondan alırdı Tülay.
Suphi, elindeki altın bileklikle ilgilenirken Tülay’ın, Kağan’ın girdiğini görünce elindekileri rafa bırakarak her zamanki sıcak gülüşü ile:
- Ablacığım hoş geldiniz. Buyurun oturun şöyle. Ben hemen bir şey ikram edeyim ablama, abime...
- Suphi zahmet etme oğlum. Evde yeni içtip geldik.
- Olmaz ablam, o zaman kahve ikram edeyim en köpüklüsünden... İki orta nasıl?
- Tamam, abinde orta sever.
İşyerindeki çağrıdan çay ocağına selenerek kahveleri ısmarlayan Suphi:
- Ablam buyur, isteğiniz?
- Parmağımdaki alyansım biraz büyük geliyor. Bunu biraz küçültelim Suphi. Korkuyorum parmağımdan düşecek diye.
- Tamam ablam, akşama doğru eve geçerken alabilirsiniz, dedi.
Bal sohbetler edilip az şekerli kahveler yudumlandıktan sonra akşama doğru görüşmek dileği ile sarraf Suphi’den ayrıldılar. On metre ilerideki köşeden dönünce Ergenakon caddesine adım attılar. Caddenin sol tarafı Ermeni mezarlığı, sağ tarafında ise bir binadan bozma; derme çatma bir cami. Minaresi bile olmayan camiyi halk kendi aralarında para toplayarak almışlardı onbeş yıl önce. Dışarıdan bakıldığında bir iş hanı havasın görünümünde. Vakit ezanı okunmaya başladığında cami olduğu anlaşılıyor oranın. Kağan, Kurtuluşun iki camisinden biri olan bu camide bazen cuma namazlarını kılmaya gelirdi. Bazende Şişili belediyesinin katkı ve destekleri ile inşaa edilmiş camiye giderdi. Kurtuluş’a müslümanlık sanki sonradan gelmiş gibi camiye ratlamak mümkün değildi yıllar öncesinde. En fazla kiliselerin, havraların bulunduğu bir semtti burası. Semtte dışarıdan göçler aldıkça kalabalıklaşmış, gayri müslimler arasında çoğalan müslüman Türkler camilerinide açtımışlardı.
Trafiğin sıkışık olduğu Ergenakon caddesinden karşı kaldırıma geçmek için hızlı adımlarla vasıtaların arasından bir yılan gibi sıyrılıp geçtiler. Ermeni mezarlığının ana giriş kısmına düşen dar sokaktan yukarı doğru yürüyorlardı belediye tarafından yapılmış küçük dükkanların kaldırımlara yaydıkları, askılara astıkları çantaları, ayakkabıları, elbiseleri, telefonları seyrede seyrede.. Eski postahane binasının önünden geçerken Tülay:
- Aşkım Osmanbey’e şuradan inelim. Yukarı, Cevhayire doğru yürürüz.
- Tamam bebeğim. Cevhayire girer mağazaları dolaşırız veya güzel filim varsa izleriz.
- Bana uyar aşkım, dedi Tülay.
Osmanbey’in caddesi o kadar genişti ki; o genişliğine bile insanlar ve araçlar dar geliyordu. İstanbul’un en cazip alış veriş merkezi sayılmasından dolayı günün her saatinde canlıydı. Teksilcilerin mesken tuttuğu, en meşhur markaların imalatlarının yapıldığı, dünyaya tekstil ürünleri pazarlayanların toptancıların oluşuda milletler arası bir özelliğide vardı buranın. Osmanbey’e sırtını dayamış Nişantaşı’nı dünyanın seçkin sosyetelerin bildiği, vazgeçemedikleri yerdi. Mal alış veriş trafiği oldukça maddi katkı sağlıyordu İstanbul’a, Türkiye geneline...
Devam edecek...
Zafer Direniş
...
26 Ağustos 2015 Salı 00.30 Lahey
YORUMLAR
dünyaya tekstil ürünleri pazarlayanların toptancıların oluşuda milletler arası bir özelliğide vardı buranın. Osmanbey’e sırtını dayamış Nişantaşı’nı dünyanın seçkin sosyetelerin bildiği, vazgeçemedikleri yerdi.
Evet benim de kıyafet seçimim yıllarca Osmanbey ve Nişantası'ndan vazgeçilmezim olmuştur. İki kızım da bu semtlere geldiğinde çok mutlu olurlardı.. Zafer bey keyifle okudum yazınızı ,özlemişim Osmanbey semtini.3 cü bölümden başlamıştım ,4 cü yü de okumak dileğimle...Tebriğimle...
Saygıyla...
direniş
varolasın
selamlarımla... uzaklardan...
Merhaba Zafer kardeşim,
Yazinin başlıği Tülay'ın Sardunyalari' olunca şöylecafcaflı bir sardunya resmi aradi gözlerim ö ce. Neyse, sonraki bölümlere koyarsin.
Yazıda tanık oldugum mutlu ailenin yanında, cadde ve sokak isimleri.
Bozkurt, ülkü, Ergenekon, bunlar günümüze gönderme mi diye soramiyorum
Selamlarim uzaklara. Tebrikler kardeşim.
direniş
Ergenakon Kurtyuluşta cadde ismi, Mahallenin adı Bozkurt mahallesi.. Yani hepsi de gerçek.. Kendimden yazmadım bunları...
Sardunyaları siteye koyamadım, sanırım siteden kaynaklanan bir durum diye diye düşünüyorum..
selamlarımla...
Diüer hikayeyi birince başlıyacağım yayınlamaya...