Sokak Lambası
Yaşadığım kadarını yaşayacağımdan emin olmaya çalışmak düşmüştü payıma. Çok bir şey beklememiştim hayattan. Sık sık mola verdiğim yaşamıma, kahve söyleyebileceğim ücra bir kahvehanenin müdavimi olmak yeterdi.Düşününce hiçbir şey beklememiştim aslında. Rekabet duygusu erkenden öldürülmüş hırslarımı, yalanlarla sıvazlayabileceğim kağıt ve kalemi kahveye iliştiriverirse çaycı çocuk, lüksümü elde ettim diyebilirdim. Yaşanmamış bir hayatı yazarak, elde edilmemiş hatıraların terbiyecisi olup, vadesi vedaya yaklaşmış kırışıklarımdan çocuk gözlerimi ölüme açardım ve biter giderdi işte. Yaşadığım kadarında pek bir şey yoktu,yaşayacağımdan ne bekleyebilirdim? Yazmak, yalandan da olsa yaşamak sayılabilirdi. Sahi sayılabilir miydi? Bin yılda unutulacak bir roman bırakmak geride bin yıl yaşatır mıydı beni? Yahut bin yıl okunacak bir roman yazacağıma kendimi inandırabilir miydim? Gücüm tükenmişti artık. Kazanılamayacak savaşlarda savaşmaktan yorulmuştum. Kanamıştım da üstelik. Sahiuğruna savaşılacak bir barış yoksa kan dökmeli miydim? Kan dökerek kanatılmış zaferlerin hikayesiyle büyümüş çocuktum ben. Bir şey bekliyorsan bedelini ödemek gerekirdi, bedeller ise en nihayetinde kanamak ve kanatmak demekti. Ben artık dünyanın ihtişamına gözlerimi kapatmıştım doğrusu. Belki tembellikten belki de yaşama tutkusunu geç keşfedeceğimden aldığım nefesi sevememiştim. Yalnız, her zevkin tadı bir sonrakini arzulayana dek sürerdi bu kadarını tecrübe etmiş ve bir şafak vakti anlatmıştım o kıza “acı gerçeklere silgi çek tatlı yalanlarla boğul kurtulana dek” ve dönüp bön gözlerle o kız bana “ama yalanlar gerçek değildir ki” demişti. “Öleceksin ve yaşadığın her şey bir yalan gibi silinecek. Etkilerin bir süre devam edecek ve son anlarında herkes ölmeni bekleyecek” demiştim kızın yüzüne, gerçeğin ne kadar acı olduğunu tokat gibi göstererek. Onkoloji bölümünde yatanlar bir şeyi iyi bilmelidirler umuda ne kadar tutunursan tutun ölümün soğuk nefesi her oyunu bozmak için yakınlarında olacaktır. Kazanamayacağın savaşa girmenin onuruna inanmam derdim çoğu zaman. Ama bazen savaşın tek amacı savaşın içinde olduğunu unutmaktır. Unutmaksa Tanrı’nın bize bahşettiği belki de en büyük lütuftur. Yalnız, geçmişte kalanı unutmak kolay olsa da yalnızlığın kulağıma her gün fısıldadığı cümlelerle yalnızlığımı ve giderek yalnızlaşacağımı unutmak imkansızdı. Yalnızlıkla vermek istediğim savaşı kazanamayacaktım fakat ışığı yalnız etrafını aydınlatan ve bir vakitten sonra kimsenin uğrayıp faydalanmayacağı bir sokak lambasıydım ben. Işımaya çalışmaktan başka çarem yoktu..
********
Körebe oynar gibi,gözlerin sıkıca bağlandığı biroyunda kollarımı yalnızlığa savuruyordum yıllar sonra hâlâ. Dostoyevski’yle canlanan Raskolnikov’un Napolyon gibi hissetmek istemesine benziyordu her kadının cümlelerinde aşkı arayışım. Bu sefer yakaladım dediğim her defasında havaya savrulan kollarımın bedenimi çekip tökezlettiği adımlarla ilerliyordum hayatta. Yalnızlığın kokusu kendi kokuma o kadar benziyordu ki günden güne,yalnızlık alışılmışlığı aşmıştı “yalnızlık” aynada ardımdan sarılan yüzdü artık. Şiirlerde şairleri terk eder ya, umutla körebe oynarken sürekli ebe olmaktan yorulmuş olmalıydım. “Yeter artık” diye kükreyerek dizlerimin üstüne çöküp umudumu terk etmeye yeltendiğimde ve artık boşluğu dövmek için sıkılmış yumrukları havaya savurduğumda bir ah işitti kulaklarım. Boşlukta salınan kollarım birisine çarpmıştı. Cesareti tükenmiş belleğim açamazdı gözbağını. Aşkım hiç tatmamıştı kalp ağrısını. Aşka inanmam diyerek çıktığım aşk arayışında kendini kandırmışlığın bedelini ödeyemezdi gözlerim. Her yazar romanlaştırılası bir aşk ister oysa yazardır romanı aşklaştıran. Kokusu değişti ortamın. Gülleri ayaklar altında ezerken bile güzel kokarlar ya tükenmişliğimden fırlatılan yumrukların dövdüğü cesedin aşk olduğunu kokusundan anlamıştım. Her korkak gibi bilmediğim tanımadığım şeyden korkmasamda aşklaştıramayacağım bir romanın kırılma sahnesinden,çaresi tükenmiş ve sonu erken getirilmiş cümlelerimin vazgeçemeyeceği bir hikayenin kanamasından, üstelik küçücük bir kızın ettiği “ama yalanlar gerçek değildir” cümlesiyle başlayan arayışımda kızın haklı çıkmasından korkacak kadar yazardım ben. Ve ben sonum olacağını bildiğim buen tatlı en serin gölgeden güneşi seyredemezdim.Aşk güneştir evet. Güzelliğini bir şekilde bildiğin, rengarenk arzı onunla seyredebildiğin içini ısıtan fakat asla çıplak gözle bakacak dermanı gözlerinde bulamadığın, baktıkça gözlerini acıtan fakat onun dışında her şeyi onun nuruyla seyrettiğin güneştir. Hemen hemen herkes yaşayacağı ömrün son üçte birlik döneminde ihtiyardır. Kimilerine yaşayacağı ömrün bilgisi “şu kadar ömrün kaldı” denerek ‘bahşedilir!’ ve ömrünün baharında ihtiyarlıklarıyla yüzleşmek zorunda kalırlar. İhtiyardım bende. Gözlerimi açsam göreceklerimi biliyordum. Sesinden tanımıştım güneşi, benim yaşlarımdaydı. Gelin görün ki ben ondan kırk yıl yaşlıydım. İniltisi devam ettikçe içim parçalandı kaçmak istedim. Dizlerimin üzerinde doğrulacak dermanı bulsaydım eğer, giderdim.
Aşkın incinmiş iniltisine dayanamayan“umut” yırtarak açtı gözkapaklarımı. Ellerimle kapattım gözlerimi. Ellerimi çekti gözlerimden ve direnmekten vazgeçerek açtım gözlerimi. Kamaşık gözlerimi yakan güneşe iyice diktim gözlerimi ve gözlerini seyredaldığımda güneşin, ısınmaya başladı kalbim. Kışın son günlerinde açan güneş gibi kıpır kıpır içime can akıyordu. Isındıkça kalbim, aşkın acıtacağına inanarak boş laflarla kendini geri çekmeye çalışsada bedenim, buz tutmuştu ellerim, güneşe uzanıverdiler. Ellerimde güneş yanıkları bırakacak gündüz gözüyle bile turuncu parlayan “korun” saçlarını okşadım. Avuçlarımda kordan kalan ve zonklayan ağrı; en leziz yemeğe davet edilen yılların açlığıyla saldıracak evsizin iştahını körükleyen Pavlov’un çanından başka bir şey olamazdı. Açtım. Aşka aç, köpekler gibi salyalar akıtarak tutmak istedim kemiklerini. Bir bir ellerimle tanımak istedim sevgili sahibimi. Yılların bekleyişinin neticesinde mahvolmuşluğumda bulmuştum onu. Tüm doğa olaylarının nasıl gerçekleşeceğini meleklerine Tanrı benim cesedimüzerinden anlatıyor gibiydi. Hem onunla Hareket ve heyecan gelmişti bedenime hem de toplu kıyımları başlamıştı vücudumun. Bir kamerada volkanik patlamayı izlemek kadar estetikti onu bulmak ve o volkanın dibinde ki köy olmak kadar korkutucu. Ah an an anlatmak isterdim her rengini, her sevişimi. Bir cesetten aşık çıkartmak kolay iş değilmiş. Benim baharı çoktan kışa dönmüş ömrümde bedenimden hayatın çekildiğini ve son nefesimin son zamanlarına geldiğimi bir doktorun donuk dudaklarından öğreneli on küsur yıl olmuştu. Ve şimdi beni içten içe yiyip bitiren kanserin yanına birde yaşama tutkusu eklenmişti.
Seferini kaçırmış her yolcu gibi denk geleceği otobüse bindiği takdirde otobüsün neye benzediğini umursamadan şükretmeye hazırdım bende. Aldığım biletin gününü yanlış okuduğumu onun yolculuğu kalbime yanaştığında farkettim. Otobüsümü kaçırmamıştım, ben yanlış sefere atlamıştım. Büyük ikramiye için kalan son iki biletten sonuncu olanı almış ve bir önceki bileti alan arkadaşına ikramiye çıkmış kimseler gibi hissediyordum kendimi. O hazine benim hakkımdı yalnızca nezaket yaparak sıramı arkadaşıma vermiştim. Bunun karşılığını kimden isteyeceğimi bilemeyerek karışıklığına çözüm için tanrıya yalvarmıştım. Benimdi aslında o bilet, eğer ölmeseydim.. “Yaşadığım kadarını yaşasam yeter ha” dedim diye öfkelendim onu tanıdığımda kendime. Onun ellerinin güzelliği, onun gözlerinin sıcağı onun aşkının kucağı amaben yasak meyvesiydim Adem’in. O da beni ısırmak için hazırlanan Havva. Ben ölecektim. Onu zamanında tanısaydım belki de ölmez hatta kanser bile olmazdım. Onunla geçirdiğimiz her geçen gün ona yaşatacağım ızdırabı düşünmeye başladığımı fark ettim. Ölüme giderken yaşamın en tatlı parçalarından birine tutunmuştum, hunharca buna sarılıp yalnız ölmeyebilirdim. Öleceğimi bir insana söylemekten hiç bu kadar çekindiğimi hatırlamıyorum. Normalde öleceğimi söylemek tüm tartışmaların sonunu getiren güçlü bir silahtır. Yaptığım her yanlışı doğru gösterebilir ölmek. Oysa herkes ölür. Fakat ben hayatımda ilk kez öleceğimi bir insana söylemek istemiyorum. Eğer öleceğimi söylersem beni terk edeceğinden korktuğumdan da değil üstelik. Öleceğimi söylediğim halde kalırsa eğer, bana acıdığını düşüneceğimden. Eninde sonunda ona öleceğimi söylemem gerekecekti. Bir parça daha ertelemek ve plan yapmak için bulabildiğim her fırsatla kendimi kandırıyordum. Onunla alabileceğim her bir nefes yaşadığım her şeyden kıymetliydi. Sanki ona öleceğimi söylemezsem ölmezmişim gibi hissetmeye bile başlamıştım. Diyorum ya aşkın kıyılarını onunla aşındırmaya başladığımız şu son zamanlarımda yaşama öyle bir tutkuyla bağlandım ki bir süre daha ölmezsem kendi ölümüme ağlayacak duruma gelebilirdim.
Kollarım ona çarptığından beri üç ay başı geçirdik beraber. Talihin bize kurduğu senaryonun başlangıcında, üç muhteşem ay. Senaryo devam edebilecek olsaydı eğer, tarihin gördüğü en tutkulu aşklardan bir tanesi olacaktı aşkımız. Ben yazmaktan vazgeçip sadece yaşayacaktım. Demiştim ya romanı aşklaştıran yazardır diye. Tutkumuzu romanlaştırırdı bu sefer aşkımız. Onunla geçirdiğim saniyelerden çalmamak için bir roman yazmasam da bir romanda ki gibi yaşayabilirdik. Olması gereken her şey romanlarda ki gibi hayatımızda olurdu. Mesela kavga ettiğimiz vakit köşe başında yavru kediyi andıran sevimliliğiyle bir kız çocuğu beliriverirdi aniden “abi be şu güzelim ablaya bir çiçek alasın baksana nasılda kızmış sana” derdi. Ben çiçeği alırdım, o da dayanamazdı atlardı kollarıma. Daha mutlu olamayız dediğimiz bir vakit, şair leyla sokakta içilmiş birkaç bira ve beraberinde yapılmış dünyanın en tatlı sohbetinden sonra mesela, falcı beliriverirdi birden sokak ortasında. Tarot açtırırdık kadına, sevgilim dünyayı çekerdi bense güneşi aşıklar kartını pis sırıtışıyla açardı çingene. Sonra o başını göğsüme yaslardı minnetle, bense erkeğin tanrılaşmasını seyrederdim cesedimde. Vaktimiz olsaydı eğer, beraber çıktığımız maceralarımızda tanıştığımız insanlarla muhabbet ederken ben cümleye başlardım o cümleyi tamamlardı. Gözlerine bakıp şükrederdim. Ellerimi tutar ağlama derdi mutluluktan ağladığımı bildiği halde. Kırlara giderdik herkesten uzağa, ben olanca beceriksizliğimle papatyadan taç yapardım ona o da bir prenses naifliğiyle uzatırdı alnını. Önce alnını öper sonra tacını takardım. Tam o anda bir yağmur yağmaya başlardı günahlarınız bağışlandı der gibi. Rahmetten kaçılmaz arabamız olduğunu unutup koşarak sığınacak delik arardık. Hasta yatağında nazlanırdı iyice içimize işlemiş bir yağmurdan sonra, ben onu iyi edeceğimi söyleyerek kandırır yemeğe çıkartırdım. Zorla yedirirdim her lokmayı. Sonra o mucizevi bir şekilde iyi olurdu bende şifalı eller diye dalga geçerdim. Aşkımızı her yere göstermeye çıktığımız gezilerden birinde onun ayakkabılarını bağlamak için eğilirdim ve yerde bir 10cent bulurdum bir mucizeyi tadar gibi mutlu olurduktürkiye sokaklarında cent bulduğumuz için, o 10 centicebimize koyup yola çıkınca bir dilek kuyusu çıkardı karşımıza. Biz hiç ölmemek sonsuza dek birbirimizi sevebilmek için o 10centi kuyuya atarak dilek tutardık. Sarhoş olurduk bir meyhanede, masada suratlarımız birbirine dönük ellerimiz hala kenetli sızar kalırdık. Meyhaneci bize kıyamazdı üstümüzü örter ve biz ayılana dek başımızda beklerdi. Resmimizi çekerdi karısını hatırlayan yaşlı bir beyefendi, o resim o meyhanenin hikayesi oluverirdi. Gittiğimiz her yere not bırakırdık bizi anlatan. Her şey bir roman gibi olurdu diyorum ya, her terminalde başka rolleri oynardık. Kimi zaman tenekeden yüzükler alıp evli çiftler olurduk. Kimi zaman nişanlıyız derdik. Kimi zaman o gezmeye gelmiş Türkçe bilmeyen turist olurdu hiç konuşmazdı ben onun tercümanlığını yapardım. Bir gelinlikçinin önünden geçerken yahut, içeri dalardık ve evleneceğimizi anlatırdık. Düğün tarihini sorardı bize yardımcı olacak abla ve biz tarihi bir ağızdan farklı tarihler olarak söylerdik utancımızdan yerin dibine girsek bile yardımcı olacak abla ses etmez bizde bir an evvel çıkmanın yolunu arardık dükkandan. Sonra güneş batarken bir ağaç altında aptallığımıza kahkahalarla gülerdik. O yetinmezdi kafasına koyardı gelinliği giymeyi, başka bir zaman başka bir yerde dersini almış her akıllı öğrenci gibi rolümüzü muhteşem oynardık. Tezgahtar abla gelinliği satmak için ne kadar muhteşem durduğundan bahsederdi. Ben bu yalanlara kanmazdım gelin görün ki Gerçekten muhteşem dururdu her şey onun üstünde. Herkesten uzak,mekanda kaybolmuş çiftler olurduk biz. Kaybolup aç kalırdık. Parasını kaptırmış yabancı numarası yaparak karnımızı bedavaya doyurmaya çalışırdık misafirperverliğiyle ünlü ülkemde.Birileri bizi tanır kovalardı belki de biz kovulmaktan da zevk alırdık. Girdiğimiz her delikten hatıra niyetine hırsızlıklar yapardık. Bu hayatı, zaman ikimizin dışında kimse için akmıyormuş gibi yaşardık. Sonra bir gün ben otuz beşime geldiğimde ona evlilik teklif ederdim, o ağlardı. Öyle basit bir teklifte olmazdı hani. Evlenirdik sonra, çocuklarımız olurdu. Ben çocuklarımızı çok sevmezdim karımonları bendençok seviyor diye. Kıskanırdım çocuklarımı. Her zaman hayalini kurduğumuz gibi ergenlik çağına geldiklerinde çocuklarımızın psikolojisini bozardık. Yaşlanırdık, hastalanırdık, kırışır ve yıpranırdık. Bizi tanıyanlar münasebetsizlikle suçlarlardı ama nasibetsiz ihtiyarlar olduğumuzda bile herkes bizi severdi. Beraber ölmek için dualar ederdik. Bir sabah o benden önce ölmüş olurdu. Sıkıca sarardım onu beklerdim ve gözyaşlarıyla hissederdim Azrail’in benim içinde geldiğini. Az sonra onunla bambaşka bir aleme gözlerimizi açardık. Çocuklarımız cenazemize ağlayamazdı, biraz huysuzluğumuzdan kurtulduklarına sevinerek birazda mutlu öldüğümüzü bildiklerinden.
Senaryo bu değildi ama. Benim ölümüme ramak vardı. Yaşanacak hatıralarımız epi topu iki yıl kadardı. İkinci ayımızdı onu öptüğümde. Öpmek, ona ait olduğumu ona hissettirmek asla istememiştim. Tutamadım kendimi. Dudağını kenarlarından öptüm ben devamını o getirdi. Ölümümü daha da zorlaştırmak adına dudaklarından zehir diye kana kana içtim bende. Her yudum, her an ölümden soğuttu beni. Artık ona bir yaşam borçlu hissediyordum kendimi. Onun safiyetine dokunmamıştım, belki öptüğü bilmem kaçıncı erkektim. Ama benim kadar kimseyi sevmediğini gözlerinde görüyordum. Ölüme koşan her ihtiyara mucizeler verir ya Allah, onun kaderini onun kalemini anlamaktı benim mucizem. Onun dilinden konuşuyor, beraber mucizelere tanıklık ediyorduk. O benim serin sularıma kendini bırakmak için son hazırlıklarını yapıyordu. Durduramıyordum bense kendimi. İdam mahkumuna son yemeğinden vazgeç denilebilir mi? Diyordum işte kendime.her gün gözyaşlarıyla uyuyordum. Gözlerimi ise ona açıyordum ve mutluluğun ölümümü zorlaştıracağını bile bile daha çok bağlanıyordum. Mutluydum, ölümümden önce ki son ayrılığımızın vakti gelmişti. Ailesi ile tatile gitmeden evvel ki son zamanlarımızdı, bir birimizin olmak için yeminler ediyorduk. O beni ailesinden bile çok sevdiğini söylüyordu, bense susuyordum. Ona seni ölümden çok seviyorum diyemezdim. Öleceğini bilen herkes hayatla bağlarını kopartmaya çabalamalıydı benim gözümde, ben başarmıştım. Ama şimdi onun dışında sevdiğim tek şey ölüm kalmıştı. Ben susuyordum bende seni çok seviyorum diyebiliyordum sadece. Ben susuyordum o anlıyordu bir şeyleri. Onu terkedeceğimi zannediyordu, sıkıldığımı düşünüyordu. Oysa bir Carravagio tablosunda ki kesik baştım ben, bir zaman sonra iyice çökecekti bedenim, dirayeti kalmayacak, bir hastane odasında sabahlayacaktım. Onun tazecik ömrüne hastane kokularındaAzraili benimle beraber gözleme vazifesini tattıramazdım. Bazen aşkın kendisi aşıklardan çok daha büyüktür. Bizimkisi de öyleydi sanki biraz. Kanser hastasının son sigarasıydı o ve beni o tüketsin isterken; Onunla yeşerdim, umutlandım, tutuklandım, hayata bağlandım ve kanser içimde aşkıyla büyüdükçe sanki aşktan beslenirmiş gibi daha hızlı büyüyordu. Ameliyat olmam gerekecekti. Yada ölmem..
Ona anlatmak zorundayım artık öleceğimi. Koca bir ameliyatı gizleyemezdim. Yahut Türk filmlerinde ki gibi onu sevmediğime inandırıp çekip gidemezdim. Ailesine benden bahsetmişti bile tatile çıkmazdan evvel. Hatta tanışmak istemiş annesi. Bir parça daha devam edersek ölümümü kaldıramazdı. Birde bunu düşünmek vardı şimdi. Öleceğimi söyleyecektim ama o bunu nasıl kabullenecekti sahi ben nasıl hala kaldırabiliyorum kabulleniyorumanlayamıyorum öleceğimi. Hem öleceğimi anlatmalı hemde hayatımdan uzaklaştırmalıydım. Bunu yapmanın en basit yoluydu sevmediğime inandırmak ama bu yanlıştı. Bu yalandı. Bir çıkar düşünmek için yırtarken zihnimi ailesi ile istanbula geleceklerini öğrendim. Temmuzun yirmi dördünde, ailesi ile istanbul’a gelecek tatilden evvel şehrime şeref verecek. Geçirdiğimiz üç ay başından sonra araya giren yirmi günde onu nasılda özledim. Geleceğini duyduğum günden beri onun için ne yapsam nasıl mutlu etsem hangi kıyafetleri giyip saçımı ne yana tarasam diye telaş içerisindeydim. Vakit en çokta benim bildiğim gibi hızla akıp gitti. Mucizeler yaratamadım o gelene kadar. Ama en azından heyecanımı ona aktarabildim. Her gerçek aşık gibi o da bununla fazlasıyla yetindi.
Bugün geleceklerdi fazla görüşemeyiz beş dakika görüşebilsek kardır diyorum. Ailesi her ne kadar benimle tanışmak istese de tanışmadıklarından olsa gerek görüşmemize izin vermiyorlar. Bir cadde ismi söyledi Ortaköy’de, orada olacakmış ve bakkala gittiği zaman biz görüşecekmişiz. Lisedeki çiftler gibi. Bunun bile gözüme ne kadar tatlı göründüğünü anlatamam size. Nasıl heyecanlandığımı tahmin edemezsiniz. Beş dakika bile olsa ‘onu’ görecektim. Ona öldüğümü söyleyecektim. Başka bir yerde yapamazdım bunu. Yüzyüze olmalıydık ve İstanbul’un desteğini arkama almalıydım. Yanıma bir defter aldım, bir de kalem. Onun ismini yazdım deftere ve bir de hikaye iliştirdim, sonunu kendi takdiriyle ister mutlu ister mutsuz değerlendirebileceği şekilde. Dediği gibi bir bakkalda buluştuk Ortaköy’ün daracık sokaklarından bir tanesinde. O evden içecek almaya diye karşı bakkala izin alarak çıktı bende o bakkala girdim. Küçük bir kucaklaşma ve birbirimize birbirimizi sevdiğimizi anlatan birkaç cümleyle hasret gidermeye çalıştık. Dilim tutuldu bahsedemezdim. Onun güzel yüzüne ölüyorum diyemezdim. Ağlatamazdım onu cesaretim yoktu. Alelacele ayak üstü lafladık ve çekti gitti kaldıkları eve. Sokağın sonuna doğru yürüdüm ve bir banka oturdum. Uzunca bir süre sokağı izledim. Defteri kalemi elime aldım ve bir şeyler yazmaya çalıştım. Aşk insanları şair eder mi bilmiyorum. Aşk ve ölüm bir araya gelince benim yalnızca nutkumu tıkıyor. Gözyaşlarım damlıyor mürekkep niyetine sadece birde terliyorum fazlaca, heyecanlanmış olduğumdan olsa gerek. Elimde kalem, deftere hiçbir şey yazamıyorum. Ellerimde hala sıcaklığı var. Ellerimde hala saçlarının izi gözlerimde onsuz geçecek bir ölümün korkusu. Hala kokusunu alabiliyorum dere boyu caddesinde onun. Her yerde o var. Yemyeşil meşelerle dolu bir cadde burası, insanlar bir yere yetişecek karıncalar gibi harıl harıl hareket ediyorlar. On beş milyon nüfusun çorbasını yapmaya çalışıyor gibi İstanbul, herkes bir o yana bir bu yana savruluyor. Bir tek ben zamanı ve mekanı dondurmuş duruyorum o bankta. Ben durdukça insanlar hızlanıyor. Bir yerden sonra insanlar flulaşıyor hatta hızla giden bir arabada kesik yol çizgileri nasıl bütün görünürse İstanbul’da bu caddede de insanlar öylece görünüyor, yüzleri ayırt edilemiyordu artık. Yalnızca kararan havayı aydınlatan sokak lambalarını farkedebiliyordum ben. İstanbul beni çorbaya katmak için iyice sallanmaya başlamıştı. On beş milyon nüfusa bana mısın demedi de bir o gelince çalkalandı ya İstanbul alacağı olsun. Sokağın sonunda turistlereıncık cıncık takıları fiyatının on katına satan tüccarlar var. Yetmiyormuş gibi birde yabancılar geziyor şehrimde. Ben ağlayarak düşünüyorum. Düşlerken buluyorum kendi ölümümü. Onsuz geçecek bir ölüm diye mırıldanıyorum gene kendi kendime. Yukarıda bir evde oturuyor şimdi, nasılda içimde hissediyorum nurunu. Derken mesajı geliyor telefonuma “neredesin” demiş. “Aşağıda banktayım” yazıyorum. “Neden gittin” diye kızıyor bana hemen yukarı çıkıp “geldim” diyorum. “Bakkala gir” diyor. Kollarını boynuma dolayıp “seni çok seviyorum” diyor. Gözlerimi sıkıyorum, acıyorum gene kendime “bende seni seviyorum” diyebiliyorum sadece. Dursam yağmurlar yağacak gökten, gitmem gerek. Dursam ruhumu kollarına teslim etmek isteyeceğim, gitmem gerek, kalmak istiyorum.” Ailen görmesin” diyorum yalnızca. Omuzlarını silkip “görsünler karşılaştık deriz” diyor. “On beş milyonluk şehirde mi” diyorum? “Yedi milyarlık dünyada karşılaştık ya” diyor. Gülüyorum. Güldükçe içim acıyor, güldükçe Azraili hatırlıyorum. Bir anda gitmeliyim, veda etmemeli, geldiğim gibi bir anda gitmeliyim. Sarılıyor tekrar bana ve “haydi ben gidiyorum” diyor. Ben kalıyorum. Bakkal dönüyor etrafımda. Dünya dönüyor etrafımda. Ben bakkalda dikiliyorum, bir yerlerde depremler oluyor, bin kez ölüyor ihtiyar. Ben bakkalda durdukça Gökkubbenin rengi kızıla çalıyor. Ben durdukça yıldırımlar düşüyor İstanbul’a. Ben durdukça İstanbul ağlıyor ölümüme, ben durdukça tanrı iyileştiriyor kanserimi. Ben aşktan taş kesilmiş Adem o elmasına tutkulu Havva. “Öleceğim” diyorum. “Ben öleceğim”. Beni duymuyor. Durmaya devam ediyorum. Kapıdan kokusu giriyor sonra kendisi geliyor, kollarını boynuma dolayıp dudağımın kenarlarından öpüyor.” Çok sevenler böyle öper” diyor. Duruyorum ben kollarım taş kesilmiş, saramıyorum onu. “Ben” diyorum..“Ben gideceğim”. “Bende gideceğim” diyor gülerek, boynunu dudaklarıma yapıştırıyor, öpmemi istiyor. Öpüyorum. “Ben gideceğim diyorum”, “bekle beş dakika beraber çıkmayalım bakkaldan” diyor ve çekip gidiyor. Kalakalıyorum öylece yeniden bakkalda. Neden sonra “ne bakmıştın yeğenim” diyor bakkal amca. Ben birşeyler alıp geri banka iniyorum. Defterimi kalemimi açıyorum yazacak oluyorum. Bugün anlattığım her şeyi yazmaya başlıyorum.
Entelektüel top sakallı bir amca yanıma oturup, “kitap mı yazıyorsun genç?” diyor. “Hayır” diyebiliyorum. Top sakallı amca rahatsız ettiğini düşünerek yanımdan uzaklaşacak oluyor. Hemen davranıyorum “ama birşeyler yazıyorum” diyorum. “Ne yazıyorsun diye soruyor” bu defa. “Ben onu yazıyorum, yani bu caddeyi yazıyorum, hikayesi var mı bu caddenin?” Top sakallı amca bana gülüyor, “ne hikayesi evladım cadde işte” diyor. Teşekkür ediyorum ve amcadan yüzümü keskin bir şekilde çeviriyorum. Amca bu vaktin gitmek vakti olduğunu anlıyor kalkıyor ve gidiyor.
“Bugünün geleceğini hep biliyordum. Ben yaşamı çekilmiş bir cesedim. Seninle geçirdiğim her güne her saniyeye minnettarım. Yaşadığım kadarını yaşasam yeter derdim bir zamanlar. Şimdi bunun ne kadar aza kanaat olduğunu anlıyorum. Sen yaşadıkça büyüyen bir açlık, içtikçe susatan deniz suyusun. Hayatımdan seni uzaklaştıramayacağımı biliyorum. Bir umudum olsa inan bana sana koşardım, seninle yaşardım. Gel gör ki “kanser” sevgilim; Ses çıkarttığında fark edilip kafandan vurulacağın bir hapishane kaçışına benziyor. Hayatımdan seni çıkartmaya gücüm yetmez sevgilim. Beni affet ama bedenimden hayatı çıkartabilirdim. Hem anlamalısın, nerelere saklayacaktım zamanla çöken cesedimi. Senin tazecik belleğinin neresine sığdıracaktım ölüme giden kalbimi. Vadesi geldiğinde kopacak çığlıklarımı kaç yılda kazıyacaktın aklından. Beni affet senden sakladım. Beni affet geriye kalan iki yılımın biletini erkenden kesiyorum. Beni affet sana benimle ölümü yaşa diyemezdim. Beni affet “kanser” olduğum için affet. Sana hep söylemek istedim “ya bir romanda yaşatılacaktın, ya bir romanı yaşayacak” ben sana bir romanı yaşatamam sevgilim. Ama buraya bir hikaye bıraktım. Senin için bir de mektup yazdım. Üzgünüm, seni yaşayamadığım ve bensiz yaşayacağın her an için üzgünüm. Ellerini uzat güneşe orada senin için bekliyor olacağım. O vakte kadar, yani gözlerini bana tekrar açana kadar, sen beni anlamaya ve doyasıya yaşamaya çalış. Daha fazla hayatında olamazdım özür dilerim”
************
Mektubu defterin arasına iliştirdi. Defteri kapattı. Çantasının içine daldırdı elini. Babasından kalma işlemeli silahını çıkarttı, banka koydu. Defteri aldı, göğsüne sıkı sıkı bastırdı. Kafasını geriye attı, sokak lambalarını seyretti. Hava karardıkça karardı. Kimse kalmadı caddede. Bir tek kendisi ve sokak lambaları vardı. Oturduğu banktan kalktı silahını ve defterini de yanına aldı. Turuncu ve mavi iki gül almıştı çantasına onları da çıkarttı. Sokak lambasının demirine yasladı sırtını. Turuncu gülü ilk Kırıkkale’de görmüştü ve mavi güller ise genetiğiyle oynanmış olmalı diye düşündü. Kendi genetiği gibi bozuktu mavi gülün genleri de. Bir evsizi gördü kiremit rengi bir evin kapısına kedi gibi kıvrılmıştı. Cebinde ki son parayı çıkarttı evsizin kafasıyla mermerin arasına sıkıştırdı. Geri gelip yaslandı lambasına. Defteri açtı yeniden “bu caddenin bu sokağın bir hikayesi yokmuş. Bir kanserlinin aşka kendini kurban edişidir artık hikâyesi.” yazıp defteri kapattı. Çakısını çıkartıp avucunu kesti. Parmaklarıyla elinde ki kana batıra batıra yere “tanrıdan başka kime kızabilirsin?” yazdı ve elini silaha götürdü. Bir kurşun kafasında ki sokak lambasına sıktı. Silahı kafasına dayadı, herkes pencerelere çıkmıştı silah sesiyle. Işıkları açılmıştı her evin. Şakağına götürdüğü tabancayı herkesin izlediğinden emin olarak bekledi. Hikayesini herkes abarta abarta anlatacaktı, bu sokağın hayaleti o olacaktı artık. “Seni seviyorum”dedi. Sevgilisi yatağında hopladı. Sevgilisi cama koştu, herkes bir yerlere koşuyordu. Korktu, ağlamaya başladı, ruhu daraldı ve bir silah sesi işitti sevgilisi. Dizlerinin bağı çözüldü. Yığıldı kız olduğu yere. Cesedi yığıntı halinde sağa doğru çökerken incecik bir kan yol almıştı sakallarına doğru. Sanki canlıymış gibi,tonusunu kaybetmiş vücudu yere doğru biraz daha eğildi ve defteri elinden düştü kanserin. Rüzgar defter yapraklarını açtı ve kanı aktı bir sayfaya “Elveda sevgilim” yazıyordu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.