- 629 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
ÂŞIKLAR BABAMA SIĞINDI
Yine 1960’lı yıllar…
Sevgiyi saygıyı yitirmemişti kullar…
Bir kardeş gibi korunurdu yetimler, dullar…
Önce insanlık gelirdi, sonra paralar, pullar…
Doğruluktu, dürüstlüktü, güzellikti, hoşgörüydü öğütlenen, gösterilen yollar…
Aile terbiyesiyle eğitilmişti eller, beller, diller…
Dayanışma ile aşılırdı en zor haller…
Dedesi, nenesi, babası, anası ve çocuklarıyla dünyada örnek gösterilecek güzellikteydi aileler…
Ne mutlu bize ki böyle bir Kâhta‘da doğduk, büyüdük…
Beynimize kazıldı o güzel günler…
Bütün cemreler düşmüştü.
Kış mevsimi çizmelerini giyip, Kâhta’mızdan göçmüştü.
Uykuya dalan kutsal topraklar uyanmış, yemyeşil bir örtüyle örtünmüştü.
Renk renk çiçekler, güller mis gibi kokularıyla Kâhta’mızın havasını güzelleştirmişti…
Bütün çabama rağmen bu yaşıma kadar Türkçesini öğrenemediğim, önümüze önlük bağlayıp, ekinlerin arasında bıçakla topraktan söktüğümüz o güzelim lüz börekleri (katma) yemek menümüze girmişti.
Sabah erkenden kalkmış, Şexbaba yolunda Ali Kömür’ün bağını geçince başlayan ekinlerin arasına dalmıştım.
Bir aileye yetecek kadar lüzü toplamış, getirip anneme vermiştim.
Okula giderken ‘‘canım annem, okul dönüşü börekler hazır olursa sevinirim’’ demiştim.
Okulda, lise mezunu vekil öğretmenimizin derste anlattıklarını dinlemiyordum…
Aklım fikrim bu yıl ilk defa yiyeceğim lüz böreklerindeydi…
Altında meşe odunun yandığı sacın üzerindeki nar gibi kızarmış böreği düşünüyordum.
Son derste dakikalar geçmiyordu… Açlıktan midem kazınıyordu…
Havada boğucu bir sıcaklık vardı… Bu son saat, bu son kırk dakika bir türlü bitmiyordu.
Kulağımız hademenin havaya kaldırarak çalacağı zili bekliyordu.
Nihayet zil çaldı.
Kubilay İlkokulu çocuk sesleriyle doldu.
Biz çocuklardan önce vekil öğretmenimiz derin bir oh çekti. Hepimizden önce o sınıftan çıktı.
Koridor, bahçe çocuklarla doldu. Bahçe kapısından caddeye siyah önlüklü, beyaz yakalı çocukların koşuşu başladı.
İlçenin tek ilkokulu Kubilay İlkokuluydu… Her mahalleden çocuklar geliyordu. Dağılırken de ayrı yönlere yöneldiler.
Evlerine doğru güle oynaya gittiler…
Bir an önce eve gitme arzusundaydım.
İki arkadaşla lafa daldık. Dış kapıya doğru yavaş yavaş yürüyorduk.
Bahçe kapısına gelince, Nusret Yücedağ’ın babası Hasan Amca’nın, evlerinin kapısına sırtını dayadığını gördüm.
Sevecenlikle dağılan öğrencileri izliyordu. Gözlerinden sevgi, şefkat akıyordu.
O gün Hasan Amcayı sevmeye, saymaya başladım…
Hala severim, saygı duyarım. Bir gün yüzüne söyleme fırsatım olmadı. Karşılıklı oturup sohbet etmeyi çok isterdim…
Kısmet olmadı. Ayrı mahallelerde ikamet ediyorduk.
‘‘Ne güzel insansın Hasan Amca’’ demeye bile utandım…
Yıllar sonra vefatını duyunca çok üzüldüm… Yürek dile geldi: “Kâhta’m bir güzel insanını daha yitirdin… Bir gül daha soldu.”
Camii mahallesine gidecektik. Döndük yönümüzü. Askerlik şubesinin yanındaki arsaya ( cami yapılmış şimdi) girdik.
Arsanın orta yerinde Kâhta’mın gülü MEJO ile karşılaştık. Ellerimizle bir şeyler anlattık. Tekrarladı. Karşılıklı gülüştük.
Askerlik şubesinin önünden, sonradan Merhaba otelinin yapıldığı sokağa girdik.
Fotoğrafçı Celal eve yemeğe gelmişti.
Kadir Türkmen önlüğünü çıkarmış, annesine veriyordu.
Ramazan Yıldırım (başkan) Asiye abla ile sohbet ediyordu.
Mehmet Hallaç yine hastalara iğne yapmaktan geliyordu.
Hami Çükgilin sokağının içinde Osman Kardeş, Hüdaverdi ile sohbet ediyordu.
Ali Tutuş annesine ne pişirdiğini soruyordu.
Sevgili Abdullah Terzi Amca, ellerinde sebze ve meyvelerle avlu kapısından içeri giriyordu.
Çok değerli aile dostumuz Osman Selçuk amca, tekel binasının önünde birkaç kişi ile sohbet ediyordu.
Çok yardımsever, çok iyi bir insandı.
Bedi Bıre avlusunu temizliyordu.
Ayzeri Hülle kapının önündeki gölgeye kilimi atmış, Hanım teyzeyle sohbet ediyordu.
Abuzer amcanın karısı, ayakta yün çorap örüyordu.
Bizim kapıya geldim. Kapının mandalını kaldırdım. Kapı açılmadı. Şaşırdım. Gündüz bizim kapı kilitlenmezdi, sürgülenmezdi. Kapıya arka arkaya yumruklar indirirken, “aney aney” diye bağırıyordum.
Annemin ‘‘geldim’’ sesini duydum.
İkinci katın hol kapısı açıldı. Babamın demirci dükkânında yaptığı dış kapı anahtarını, annem yukardan aşağı attı.
Anahtarı yerden aldım. Merakla kapıyı açtım. Koşarak yukarı çıktım.
Odaya girince şaşkınlığım daha da arttı.
Annem tahta divanda, pencerenin önünde oturuyordu. Odanın bir köşesinde beyaz tenli, kapkara gözlü, orta boylu, kırmızı güllü yeni fistanı, beyaz tülbendi ile bir serçe kadar ürkek bir abla oturuyordu.
Elleri koynunda köşede büzülmüştü…
Gözlerindeki kuşku dolu bakışları, endişeli hali, tehlikeli bir bekleyişin içinde olduğunu gösteriyordu.
Öteki köşede kızdan bir iki yaş büyük, beyaz gömlek, siyah şalvar içinde, ince, uzun boylu, kara gözlü, esmer, güneş yanığı yüzlü, nasırlı elleriyle bir köylü genç oturuyordu.
Onun yüzünde de tedirginliği belli oluyordu… Kuşku dolu bakışlarını gizleyemiyordu. Gencin ürkekliği kızın ürkekliği kadar değildi…
İkisini de ilk defa görüyordum.
Kimdi bunlar, neden bu kadar ürkek davranıyorlardı?
Bize gelen misafirler kendi evlerinde, kendi köylerinde buldukları rahatlığı bulurlardı.
Bizim evde zengin fakir, köylü şehirli ayırımı yapılmazdı. İnsana büyük değer verilirdi.
Bizi sevmeseler evimize gelmezlerdi.
Biz sevmezsek, evimize almazdık.
Ben ikisine de meraklı meraklı bakarken annemin sesiyle kendime geldim:
—Mutfağa git. Elini yüzün temiz yıka. Sofra bezinde börekler var. Küçük sitilde ayran var. Yemeğini ye de gel…
Mutfağa gittim. Elimi yüzümü yıkadım.
Sofrayı açtım. Bir elimle börek ısırırken, diğer elimle ayran sitilini, tasını sofranın yanına getirdim.
Annem geldi. Merak ettiğimi biliyordu. Onların yanında bir şey söylemek istemediğini anlamıştım.
Hemen anneme sordum:
— Anne kim bunlar?
— Misafirlerimiz. Mülk tarafındaki bir köyden.
— Niye öyle ürkek davranıyorlar?
— Oğlan kızı kaçırmış.
— Zorla mı?
— Hayır. Birbirlerini seviyorlarmış. Oğlanın babası yok. Annesi akrabalarıyla istemeye gitmiş. Vermemişler. Araya başka adamlar koymuş. Öksüz ve yoksul diye vermemişler. Bohçalarını alıp bize sığınmışlar.
— Anne, babam bu işi çözebilir mi?
— Allah yardım ederse çözer. Köylüler babanı severler. Kolay kolay kırmazlar. Kızın babası da, oğlanın annesi de bize gelir giderler. İkisi de iyi insanlardır... Kız tarafı şimdi öfkelidir, kızgındır. Mantıklı karar veremezler. Araya iki-üç gün girsin, baban kızın babasını ikna eder.
Yemeğimi yer yemez odaya girdim.
Ben işin halledileceğinden emin olarak konuşmaya başladım:
— Hiç korkmayın. Babam işi çözer. Düğününüzü elleriyle yapar. Ben de düğününüzde halay çekerim.
İki genç birden:
— İnşallah! İnşallah! Allah sizden razı olsun, dediler.
Ben de:
— Ben şimdi babamın dükkânına gidiyorum. Babama söylerim. Siz hiç merak etmeyin. Allah sizi bir yastıkta kocatsın…
İkisi de hafifçe gülümsediler.
Evden çıktım. Koşa koşa babamın yanına gittim. Camiden yeni gelmişti. Tespih çekiyordu. Sarıldım. Öptüm.
Heyecanla sordum:
— Baba, o gençlerin işi ne olacak?
— Allah büyüktür oğlum. Hayırlısı olsun…
—Baba o gençlere yazık. Çok korkuyorlar. Onlara yardım et.
— Elbette onlara yardım edeceğim. Kendilerini benim arkama atmışlar. Ben ölmeden, kimse onların kılına bile zarar veremez.
Rahatladım. Babam benim, deyip bir daha sarıldım. Öptüm.
Babam kendinden emin, yılların deneyimi ile konuştu:
— Her şeyin bir yolu, yöntemi var. Bu işler aceleye hiç gelmez. Bu işler zorla olmaz. Tatlı dil, yılanı bile deliğinden çıkarır. Kızın babası iyi insandır. Dost insandır. Halden anlar, söz dinler insandır. Beni kırmaz. İki üç gün bekleyelim. Öfkesi dinsin. Oğlan aslında yanlış yapmış. Bana söyleseydi gider isterdim. Başlık parasını, masrafını karşılardım. Bir öksüzü Allah rızası için evlendirirdim. Cahil çocuk. Bağışlatacağız. Başka çaremiz yok.
Gençler, üç gün bizim evde kaldılar.
Kız, annem ve kız kardeşlerimle bir odada yattı. Oğlan, biz erkeklerle bir arada kaldı.
O üç gün, elleri bile birbirine değmedi.
Babam köye gitti. Dostlarıyla görüştü. Bir gece orada kaldı.
Hepimiz babamı merakla bekliyorduk.
Hele kız ve oğlan heyecandan öleceklerdi. Babam içeri girince, yüzüne baktım… Gözlerinin içi gülüyordu… İşi tatlıya bağladığı belliydi... Hepimizin merakını biliyordu…
Bizi fazla bekletmedi:
—Haydi, hayırlı uğurlu olsun. Bu Pazar düğünümüz var. İki tarafta yarın Kâhta’ya gelecek. Gelinimin çeyizini yapacağım.
Oğlan babamın ellerine sarıldı, ağladı.
Kız babamın ellerine sarıldı, ağladı.
Annem geline sarılıp ağladı. Bizler ağladık.
Sevinç gözyaşlarıyla odamız ıslandı.
Hiç unutmam. Cuma günüydü. Kızın annesi, oğlanın annesi, birkaç akrabaları geldiler.
Annem ile birlikte çarşıya indiler.
Çarşıya inmeden annem tahta sandığı açtı… İçinden açık yeşil mendile sarılı, babamın akşam verdiği bir tomar para vardı… Parayı fistanın cebine koydu… Yeleği ile cebinin üstünü örttü…
O anın mutluluğu, hayatımın bir elin parmağını geçmeyen mutluluk anlarımın en güzelidir.
Kâhta çarşısında alış veriş yapıldı…
Babam, annemden aldığı paraları esnaflara verdi… İstenen her şey alındı. Alışverişten sonra bizim eve geri döndük…
Gençlerin gözlerinden mutluluk, annelerinin gözlerinden memnuniyet akıyordu…
Yemek yendi.
Köye gidiş hazırlığı yapıldı…
Kız, babasının evine babamla, annemle birlikte döndü.
Köyde davul zurnalı güzel bir düğün yapıldı…
Herkes sevinçli, herkes mutluydu…
Yoksul ve onurlu insanlar arasında çocukluğumun en tatlı anlarından birini yaşadım… Hiç unutmadım…
Ben Kâhta’dan ayrılana kadar gelin ve damat bize gelip giderlerdi. Çocukları oldu.
Mutlu bir yuvaları oldu… Mutluluklarının devam etmesi bizi de sevindiriyordu.
Ey güneş!
Senin yüzün gibi aydınlık olsun Kâhtalıların ve bütün insanların yüzü…
Kâhtalıların ve bütün insanların gözü, iki gencin düğün günü gülen gözleri gibi gülsün…
Yokluk, yoksulluk, hastalık, kaza, bela ve tüm kötülükler, olumsuzluklar Kâhtalılarından ve bütün insanlardan uzak olsun. Uzak dursun.
O iki gencin yaşadığı mutluluğu, sevinci tüm insanlık yaşasın…
YORUMLAR
Mahmut Cantekin
Güzel günlerdi üstat.
Teşekkür ederim.
Mahmut Cantekin
Geri kalmış ülkelerdeki duyarlı insanların bilerek seçtiği eziyetli yoldur yolumuz.
Geri kalmışlık bu cennet ülkenin kaderi değildir.
Selamlar üstat.