Hz.Ali Murtaza (R.A.) Bahattin BİLHAN (kaleminden)
Hz. Ali Murtaza (R.A.)
Kimdir?
Hz. Aliy’yül-Murtaza, (ra), Peygamber (as)in amcası oğlu, damadı, yakın dostu, arkadaşıdır. İslâm ve Peygamber sevdalısı, Peygamber (as)in dördüncü halifesidir. Hz. Ali’nin babası: Ebu Talip, dedesi Abdulmuttalip, dedesinin babası Haşim, O’nun babası Abdü Menaf, O’nun babası, Kussey, O’nun babası Kilap, O’nun babası, Mürre, O’nun babası, Kâb, O’nun babası Lüey!.. Hz. Ali’nin annesi: Esed kızı Fatıma. Esed’ın babası Haşim! Hz. Ali’nin doğumu: Hicretten 22 yıl önce. (600 M) yılında Mekke’de! Ebu Talip’in en küçük oğludur. Beş yaşındayken Mekke’de çetin bir kıtlık olmuştu. Ebu Talip’in evinin nüfusu kalabalık olduğundan Peygamberimiz Ali’yi yanına aldı. Çocukluğu Peygamberimizin evinde geçti. On, yahut on bir yaşındayken İslâm’ı kabul etti. Çocuklardan ilk Müslüman olandı.
Peygamberimiz (as), Mekke’den Medine’ye hicret ederken, müşrikleri oyalaması için Ali’nin kendi evinde yatmasını, yanında bulunan başkalarının emanet mallarını sahiplerine teslim etmesini, ondan sonra çıkıp Medine’ye gelmesini istedi. Hz. Ali de bu görevi eksiksiz yaptı. Annesi Fatıma, Peygamberimizin kızı Fatıma ve başka arkadaşlarla yola çıktı. Peygamberimiz Kuba’da iken varıp kendisine kavuştu. Hz. Ali, hicretin ikinci yılının son ayında Peygamberimiz (as)in kızı Fatıma ile evlendi, mutlu bir aile kurdu. Bütün hayatını İslâm davasına adamıştı. Davet yolunda her zaman Peygamber (as)in beraberindeydi. Her fedakârlığa katlandı, her sıkıntıya sabretti, bütün zorlukları göğüsledi. Gelen ayetleri yazma işini yapan birkaç kâtipten biriydi. Hudeybiye’de Mekkelilerle yapılan sözleşmeyi de Hz. Ali yazmıştı. Bu vesikaya “Allah Elçisi Muhammed” yazdığında, Mekke elçisi karşı çıkmış, “Biz seni Allah Elçisi olarak tanımıyoruz. Ancak Abdullah’ın oğlu Muhammed yazarsan kabul ederiz” diye direnmişti. Peygamberimiz (as), elçinin dediği gibi yazılmasını istemiş, ancak Ali, “Ben nasıl bu büyük gerçeği silerim” diye silme işini içine sindirememiş, bunun üzerine Peygamberimiz kendisi silmiş, bu itirazı sonlandırmıştı. Müslümanlar için zillet sayılacak bir durum yoktu. Çünkü silinen yazı bir gerçekti ama, onun teklif ettiği şekli de gerçekti.
Hicretin 9. yılında (631 M) Peygamberimiz, Hz. Ebu Bekir’i “hac emirliğine” atadı. Ebu Bekir’in emirliği devam edecekti. Ali de özel vazifeyle gidiyordu. “Berae” suresinin ilk yedi ayetini Arafat’ta toplanan bütün halka duyuracaktı. Bazı yazarların “ültümatom” dedikleri bir bildiriyle putçular uyarılacak, bundan sonra kimsenin çıplak Kâbe’yi tavaf edemeyeceğini, müşriklerin Müslümanlarla beraber de tavaf yapamayacağını duyuruyordu. Bu görev için Ali’nin seçilmesinde büyük isabet vardı. Çünkü Ali, soyca Peygamberimizin yakını olmakla halkın üzerinde etkisi daha çok olabilirdi.
Peygamberimiz (as) vefat ettiğinde, cenaze hizmetlerini Ali, Abbas, Abbas’ın oğulları Fazl, Kusam ve Zeyd oğlu Useme ifa etmişlerdi. O sırada Medine yerlilerinin Saide oğulları Sekifesinde toplandıkları, Ensar’dan birini Halife seçme hazırlığında oldukları duyuldu. Durum gayet önemli ve nazikti. Ensar iki büyük kabile olan Hazreç ve Evsten oluşuyordu. Seçilen Halife, bu iki kabileden hangisine mensup olsa, diğerinin bunu içine rahatlıkla sindirebileceği zordu. Mekkelilerin, hatta bütün Arapların bunu kabulleneceği ihtimali da azdı. Durumun farkında olan büyük sahabiler toplantı yerine gittiler. Aralarında kısa süren bir tartışmadan sonra sağduyu hâkim oldu. Zaten kabile gayreti dışında, Hz. Ebu Bekir’in üstünlüğünü, liyakatini takdir etmeyen yok gibiydi. Hiç kimse, Ensar’dan seçilecek birinin birlik ve beraberliği sağlayabileceği kanısında değildi.
Muhacirlerin katılımıyla Saide oğulları örtmesindeki toplantı daha da hareketlendi. Kısa süren bir tartışma oldu. Neticede çok onurlu, isabetli bir karar çıktı. Allah Elçisinin sadık arkadaşları gerçek önderlerini bulmuşlar, eşsiz bir vakar ve isabet göstermişlerdi. Hz. Ebu Bekir için ittifak sağlamışlardı. Bu, göz kamaştırıcı bir başarıydı.
Hz. Ali, peygamber (as)in cenazesiyle meşgul olduğundan Sakîfe’deki toplantıda bulunamamış veya haberdar edilmemişti. Hz. Ali’nin bundan alınmış olması normaldir. Ancak zamanla bunun sebebini anlayacak, Ebu Bekir’e gönül hoşluğuyla gelip bîat edecekti. Yazık ki, dünya durdukça örnek alınabilecek bu karara “soyculuk” bahanesiyle karşı çıkmak isteyenler oldu.
Bunların başında Emevilerin şefi mevkiinde olan Ebu Süfyan geliyordu. Çünkü bu zat, bilindiği gibi, Ali’nin yakın akrabasıydı. Amca zadelerindendi. Yakın bir zamanda İslâm’ı kabul etmiş, anlaşılan gerçeğini tam kavrayamamıştı. Ebu Süfyan, anlaşılan soyculuk kabilecilik anlayışından henüz kurtulmuş değildi ki, Hz. Abbas ve Hz. Ali’yi azarladı. Seçim işinde pasif kalmakla suçladı, yönetimi başka kabileye kaptırdığından öfkeliydi. Her ikisine de oldukça hiddetle bağırdı, çağırdı:
Yazıklar olsun size! Nasıl Teym oğullarından birinin yönetimi altında yaşamayı içinize sindiriyorsunuz, biz ki Peygamber kabilesinin adamlarıyız, nasıl bu işi başkasına kaptırıyorsunuz? Nasıl buna gönlünüz razı oluyor? Ne kadar da hissiz adamlarsınız, hiç mi zorunuza gitmez? Ey Ali! Bana destek ver, meydana çık, ben senin için Medine sokaklarını atlılarla doldurayım” dedi. Yazık ki, Haşim oğullarından da bu görüşte olanlar vardı.
Hz. Ali’nin nezaheti bu tekliflere uygun düşmüyordu. Bu teklifleri hiç dinlemedi, önemsemedi. Bozguncu, huzur bozucu bir pozisyonda olamazdı. Büyük çoğunluğun aldığı kararı saygıyla karşıladı. Hz. Ali, “Eyvah halifeliği kaçırdım” diye değil, “Niçin şuraya çağrılmadım” diye alındı. Altı ay kadar Ebu Bekir’e bîat etmedi. Ancak Hz. Fatıma’nın vefatından sonra geç kaldığına adeta pişman olarak bîat etti. İslâm toplumunun birlik ve beraberliğinin daha güçlenmesine katkıda bulundu. Ebu Bekir’e bîat etmekle kalmadı, O’nun can’ü gönülden yardımcısı, destekçisi, oldu. Halife’nin en yakın dostlarından, sevenlerinden, takdir edenlerinden biri oldu. Çünkü Hz. Ali, kin ve ihtiras adamı değildi. Dünyacı, menfaatçi, çıkarcı değildi. O, dava adamıydı. Mukaddes bir gayenin fedailiğini üstlenen bir hak eriydi.
Ebu Bekir, göz kamaştırıcı başarılara imza attı. Hukuk devletini, İslâm yönetimini içine sindiremeyen, başıboş yaşamaya, eşkıyalığa, çapula devam etmek isteyen bozgunculara karşı savaş kararı verdi. Ordunun başında savaşa çıkmak istiyordu. Başta Hz. Ali, bu teşebbüse itiraz etti:
“Ey Allah Resûlünün Halifesi! Sakın sen sefere çıkma, bu toplum seninle ayaktadır. Başkalarının kaybı telafi edilebilir. Ancak senin kaybın kolay kolay telafi edilemez” dedi.
Böylelikle Hz. Ali, mertliğin sembol bir ismi olduğunu kanıtlamış oldu. Onda nefsanîlik, bencillik, yoktu. O, Dünyacı değildi, şöhret heveslisi değildi. Kendiden önceki halifelerin hep yardımcısı oldu. Onlara yar oldu.
Peygamber (as)in vefatını takip eden günlerde Hz. Ömer’e kırgın bir hali vardı. Bu durum uzun sürmedi, çok kısa bir zamanda kırgınlıktan eser kalmadı. Birbirinin en yakın dostu ve yardımcısı oldular. O kadar ki,
Peygamber (as)in torunu olan kızı Ümm-ü Külsüm’ü Hz. Ömer’e verdi. Hz. Ömer’in halifeliğini büyük bir sevinçle karşıladı. Herkesten önce Hz. Ömer’e bîat etti. Özgür iradesiyle, gönül hoşluğuyla bîat etti.
Devlet yönetiminde Ömer’in en yakın yardımcısı, müşaviri oldu. İkisi de örnek bir dayanışma sergilediler. Dünya durdukça imrenilecek bir dayanışma örneği verdiler. Halife’nin danışmanlarından biri Hz. Ali idi. Özellikle ilmi konuları Hz. Ali’ye sorar, beraberce müzakere ederlerdi.
Hz. Ali, dava arkadaşlarını kıskanacak, onların makamına göz dikecek, rakip olacak bir yapıda değildi. O, sadık ve vefakâr bir danışman, bir müsteşar konumundaydı. Arkadaşlarına hep yardımcı olacak, tesanat içinde bulunacak bir yapıdaydı.
Kendisinden önceki halifeler döneminde açılan savaşlardan hiçbirine katılmadı, hiçbir cepheye de gitmedi. Kur’an ayetlerinin yazılı olduğu sahifeleri toplamaya, Kur’an’ı yazmaya, kitap haline getirmeye çalıştığı anlatılmaktadır. Ancak Kur’an’ın tamamının kitap haline getirilmesi, bilindiği gibi, Hz. Ebu Bekir döneminde, Zeyd bn. Sabit başkanlığında toplanan bir komisyon tarafından gerçekleşmiştir. Bu komisyonun çalışmalarına
Hz. Ali’nin de büyük çapta destek olduğu, katkıda bulunduğu anlatılmaktadır. Böylece Kur’an-ı Kerim’in zayi olması, tahrife uğraması önlenmiş, Kur’an konusunda cumhurun ittifakı gerçekleşmiş, her şaibeden uzak olarak günümüze kadar gelmiş bulunmaktadır. Bu dönemde Hz. Ali, idari hiçbir görev de almadı. Sadece Hz. Ömer’in Filistin yolculuğunda, Medine’de askeri vali olarak görev yaptığı kayd edilmektedir.
Hz. Ömer, göz kamaştırıcı bir izzet ve adaletle memleketi yönetti. Birlik ve beraberliği, sosyal adaleti, umumi güveni sağladı. O dönemde “süper” olan iki büyük imparatorluğu yendi. İslâm coğrafyasının her tarafı savaş cephesine dönüştü. Büyük ordular yeniliyor, şehirler düşüyor, kaleler zapt ediliyor, ülkeler fethediliyordu. İslâm ülkesi, baş döndürücü bir hızla genişliyordu. Mücahitler, bir taraftan Bizans surlarına, diğer taraftan Çin setine yaklaştılar Dünya-âlem İslâm gerçeğiyle tanıştı, İslâm adaletine hayran kaldı. Bu adaleti yakından gören insanlar, özgür iradeleriyle gelip Müslüman oluyorlardı. Dünyanın her tarafında putlar kırılıyor, devriliyor, mescitler inşa ediliyordu. Enteresandır ki, o günün put kırıcıları, dünün put yapıcılarıydı. Dün karşısında secde durdukları putları bu gün kendi elleriyle kırmakta idiler. Bu hayırlı gelişmeleri, bütün Müslümanlar gibi, Hz. Ali de görme mutluluğunu yaşamaktaydı. Hz. Ali, bütün gücüyle Halife’nin yardımcısı, destekçisiydi. Belki Halife’ye hayranlık duyanların başında geliyordu.
Sasani imparatorluğunun başkenti Medain’i fetheden Müslümanlar, Şehinşah’ın göz kamaştıran tacını, tahtını, paha biçilemeyen nadide taşlarla süslü “Derefş-i gâviyanî” denen milli sancağını, yine paha biçilmez “bahar” denen saray kaliçesini (halısını) ele geçirmişlerdi. Bu paha biçilmez imparatorluk hazinesi birkaç kişi tarafından Medine’ye ulaştırıldı. Bu denli büyük bir hazinenin birkaç kişilik kurye ile binlerce kilometre uzaklardan güvenle geldiği, konuşuluyordu. Mecliste bulunan Hz. Ali, kadirşinaslık ederek şöyle dedi:
Hz. Ali’nin Halife’ye en ufak bir itaatsizliği görülmedi. Aksine hayatı boyunca sevgisi, saygısı görüldü. Yardımı, desteği oldu. Bu birlik, beraberlik dayanışmadan büyük kuvvet doğdu, dünya-âlem, pek izzetli, mutlu bir dönem yaşadı. Hz. Ömer, ölüm döşeğinde, kendisinden sonraki halifenin seçimini şuraya bıraktı. Vefatından sonra şura toplandı, Hz. Osman’la Hz. Ali de namzetler arasındaydı. Şura günlerce toplantılar düzenledi, istişarede bulundu, durumu halk ile müzakere etti, halkın temayülünü yokladı. İnce eledi, sık dokudu, derin derin düşündü, taşındı., ölçü, biçti. Karar verme hususunda çok zorlandı. “Vebale girmeyelim” dedi. “ya girersek!” diye endişe etti. Belki sabahlara kadar uyuyamayan oldu. Karar vermek kendilerine zor geliyordu. Yanlış karar vermekten çekiniyorlardı. “Allah bizden sorarsa?” diyorlardı. Osman mı, Ali mi? “ümmet için acaba hangisi daha hayırlıdır” diyorlardı?
Gerçekten karar vermek çok zordu. İkisinin arasında mesafe çok azdı. Osman ilk Müslümanlardan, Ali de ilk Müslümanlardan! Osman, Peygamber (as)in yakını akrabası, amcazadesi, Ali de Peygamber (as)in yakını amcası oğlu! Osman Peygamber’in damadı, Ali de Peygamber’in damadı! Osman Allah yolunda savaştı, Ali de savaştı! Osman, “ehl-i Kur’an’dır. Kur’an’ı çok iyi okur, anlar. Ali de “ehl-i Kur’an’dır. O da Kur’an’ı okur, anlar. Osman’ın şimdiye kadar hiçbir aksiliği görülmedi, Ali’nin de görülmedi. Peygamber (as), Osman’ı çok seviyordu, Ali’yi de çok seviyordu elbet. İkisini de çok seviyordu ki kızlarını vermede onları tercih etti. İkisi de mübarek kişilerdir, izzetli kişilerdir. Şura üyeleri, tercih konusunda bir hayli zorlandıysa da sonunda Hz. Osman’ın daha yaşlı, daha tecrübeli olduğunu belki düşünerek tercihlerini Osman’dan yana koydular, Osman’a karar verdiler.
Halk bu tercihi normal karşıladı, saygıyla, anlayışla karşıladı. Hz. Ali de bu tercihi gönül hoşluğuyla karşıladı, özgür iradesiyle Osman’a bîat etti. Osman’ı kendisinin ve toplumun imamı olarak algıladı. Osman hayatta oldukça O’nu imam tanıdı, arkasında namaz kıldı. Yardımcısı, destekçisi oldu.
Dört Halife’nin dördü de çok nezihlerdi, örnek kişiliğe sahiplerdi. Büyük insanlardı. Ancak her dönemin bir özelliği olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. İyi niyetli olanların hepsinin aynı başarıyı göstermesi mümkün olmayabilir.
Enteresandır ki, ilk iki Halife, Peygamber (as)in en yakın arkadaşı ve dostu idiler ama, diğer ikisi nispetinde yakın akrabası değillerdi. İlk ikisi, göz kamaştırıcı başarılara imza attılar, akıl almaz fetihleri gerçekleştirdiler, sayısız putları yıktılar, put hanelerin yerine mescitler inşa ettiler. Görgüsüz cahil çöl insanını eğittiler, yetiştirdiler, insanlara âlemlerin Rabbini tanıttılar. İnsanlara hak-hukuk dersi verdiler. İnsanların ufkunu aydınlattılar. Zalimliği, despotizmi yıktılar. Diktatörleri devirdiler, halkın dikta belasından kurtulmasını sağladılar.
Her zaman fitne karşısında uyanık durdular. Fitne odaklarına pirim vermediler. Bütün bu başarılarda elbette Hz. Osman’ın, Hz. Ali’nin ve bütün ashabın da izzet ve şeref payı vardır.
Yazık ki Hz. Osman’ın son yıllarında fitne iyice azgınlaştı. Anlaşılan, İslâm’ı çekemeyen, İslâm ile vuruşmayı göze alamayan gizli örgütler vardı. Bunlar “suret-i hak”tan görünüyor, hain emellerini gizliyorlardı. Mısır, Kûfe ve Basra’dan kalkan zorbalar, haccı bahane ederek yola çıktılar. Hac için Mekke’ye gitmeleri icap ederken Medine’ye yöneldiler. Haftalarca süren tartışma, itişmelerden sonra Halife’nin evini kuşatma altına aldılar, Halife’yi camide namaz kılmaktan da alıkoydular. Halife’nin evine su bırakmadılar. Ev halkını susuz koydular. Zorbaların bütün iddiaları, tutarsız ve dayanaksızdı.
Diyorlardı ki: “Osman’ın Mısır valisi, halka zulmediyor. Şu kadar mazlumu öldürdü. Binlerce insan zindanlarda” Mısır’da, Kûfe valisi hakkında benzer iddialar üretiliyordu: “Kûfe’de binlerce halk acından öldü. Binlercesi zindanlarda ölüm kalım savaşı veriyor” birçok eyaletlerde, Merkez için daha beter iddialar vardı: “Hz. Ali ve bütün ehlibeyt baskı altında, tahammül edilmez işkencelere maruz! Hz. Ali, bizden yardım bekliyor, gönderdiği haberde:
“Baskı ve zulüm altında yaşadıklarını, bütün ehlibeytin yok edilme tehlikesiyle baş başa olduklarını söylüyor”, diyorlardı. Asılsız yalan haberler yayıyorlar, halkı isyan için kışkırtıyorlardı.
Bu fitneler, bu entrikalar ancak gizli bir örgütün işi olabilirdi. Çünkü zorbaların bütün iddiaları asılsız ve yalandı. Yalan olduğu ortadaydı. Valilerin herhangi bir vatandaşa zulmettiklerine dair gerçekçi bir kanıt yoktu, geçerli hiçbir belge de yoktu.
Zorbalar, Hz Ali’den destek istediler, kendisine bîat edeceklerini söylediler. Hz. Ali şiddetle bunları reddetti. Hz. Ali gibi Talha ile Zübeyir de bozguncuların teklifini reddettiler, şiddetle karşı çıktılar
Ali, Talha ve Zübeyir, üçü de zaman zaman Hz. Osman’ın bazı icraatını eleştirmişlerdi, ancak isyan çıkarma, baş kaldırma hiç birinin hesabında yoktu. Anlaşılan zorbaların gayesi Osman değildir. Ortada kimsenin kolay farkında olamayacağı örtülü bir fitne vardı.
Not..: Bahattin BİLHAN. kaleminden
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.