- 592 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ÖĞRETMENLİK ANISI
NALBANTA DİŞ ÇEKTİRMEK
Öğretmenliği, özellikle köy öğretmenliğini, yaşamı yerinde öğrenerek gelen öğrencilerle yapmak çok zevklidir. 10 yıl köylerde öğretmenlik yaptım ve 40 yıllık öğretmenliğimin en zevkli, unutulmaz hatıralarla yüklü dilimidir o yıllar.
Şehirdeki çocuk tavşanı iki ayaklı bilir çünkü gördüğü tek tavşan tv. deki Bugs Bunny’dir. Sebzelerin ağaçta yetiştiğini sanır. Yumurta da zaten bakkaldan alınır ve tavukla ilişkisi yoktur onlar için. Ama köy çocuğu yaşama dair herşeyin içindedir. Üretimden tüketime tüm aşamaların içindedir. Soğanı minicik elleriyle kiska olarak o dikmiştir tarlaya, büyüyüp soğan olunca da sapına yapışıp, o sökmüştür topraktan.
Ben de ilk öğretmenliğe Malatya’nın Arguvan İlçesi’nin Armutlu köyünde başladım. İlçeye 10 km. uzaklıkta yolu sadece yazın açılan bu ücra dağ köyünde 3 yıl çalıştım. Çalıştığım süre içinde sadece bir kere traktöre binerek köye gitmiştim. İlçeden at veya katır kiralayarak veya yaya gidip geliyordum köye. Bahsettiğim yıllar 1975 – 1976 yılları. Yokluğun , yoksulluğun, imkânsızlığın bol olduğu ama insanlığın, öğretmene saygının bol olduğu yıllar.
Köye şehirden bir misafirleri gelse, köylüler akşam gelip fener ışığında beni evine davet ederdi, misafiriyle oturayım, onu onurlandırayım, diye. 18 yaşındaki gencecik öğretmeni evinin baş köşesine buyur ederler ve odaya girdiğimde en yaşlısı bile önümde ayağa kalkardı. Utanırdım, elim ayağım birbirine dolanır, yüzüm kızarırdı, ne söyleyeceğimi bilemezdim. Ben sevgiyi, saygıyı, içtenliği, okumuş insana verilen değeri, ilk o köyde öğrendim.
İşte o köyde 1975’in soğuk,karlı ve karın diz boyu olduğu bir gününde diş ağrısıyla uyandım. Ama ne ağrı? Beynim yerinden fırlayacakmış gibi zonkluyor. Sıcak yesem dokunuyor, soğuk yesem dokunuyor. O zamanlar ağrı kesici olarak “gripin” denilen neredeyse şimdiki 50 kuruşluk büyüklüğünde , köpük kaplı bir ilaç vardı. Köyün çerçisinden birkaç gripin aldım. Aralıklarla kullandım, Ağrıyı biraz geçiriyor ama sonra daha şiddetli tekrar başlıyordu. Köylülerden öğrendiğim yöntemleri uygulamaya başladım. Diş çürüğünün üstüne kaya tuzu koydum. Kolonyalı pamuğu denedim. Rakı iyi gelirmiş güya, buldurup, pamuğa rakı emdirip onu bile denedim. Nafileydi bütün çabalarım.
Artık sınıfta ders anlatamaz hale geldim. Çocuklar dersten sonra eve dönünce ailelerine; “Öğretmenimizin günlerdir dişi ağrıyor, hatta sınıfta ağladı bile” demişler. Ertesi sabah okulun kapısında öğrencileri bekliyorum. Çünkü ellerinde her sabah okula gelirken getirdik-leri odun, tezek ve çalıları alıp sınıfın sobasını yakacağım. Muhtar, önüne kattığı kızları ve küçük oğluyla çıkageldi. Bana yaklaşınca, başındaki şapkayı çıkardı, iki eliyle önünde tutarak, saygılı bir şekilde:
-Hanım hoca, dişin ağrıyormuş, uşaklar söyledi, “geçmiş olsun” dedi.
Ben de olanı biteni anlattım. Anlatırken bir yandan da gözyaşlarım yanaklarıma aşağı süzülüyordu. Çaresizdim. Öğretmendim ama dağın başındaki bu ücra köyde, diz boyu karla kaplı, kimsenin köyden birkaç metre uzağa bile ayrılamadığı, ıssızlığın ortasında biçareydim, yalnızdım… Muhtarın lâkabı “Deli yayla” idi. Zaten köyde herkesin bir lâkabı vardı. Lâkabı gibi delice olan fikrini, elini saygıyla göğsüne koyarak söyleyiverdi:
-Seni bu halde koyamayız hanım hoca. Atı hazırlayıp, geleyim, seni ilçeye götüreyim. Orada bir hal çaresine bakarız, dedi.
Daha ben ne olduğunu anlayamadan yanında gençten iki köylü ve iki atla çıkageldi. Öğrencileri evlerine yolladım. Sıkıca giyindim. Beni atlardan birinin sırtına oturtup bacaklarıma battaniye sardılar. Kendileri yün papakları, kalın sakoları ve ellerinde uzun sopaları ile öne düştüler. Atın birisi yedeklerindeydi. Bindiğim at yorulursa diğerine bindir-mek için yanlarına almışlardı.
Köyden en fazla birkaç yüz metre uzaklaşabildik. Yol zaten ayırdedilmiyordu. Körlemesine gidiyorduk. Atların göğüs hizasına kadar gelen kar nedeniyle atın üzerinde tutunamıyordum. Ön ayaklarını kardan kurtarmaya çalışan hayvan, şaha kalkmış gibi arka ayaklarının üzerine dikiliyor, sonra öne doğru hamle yapıyordu. Birkaç kere yere düştüm. Gidilemeyeceğini anladılar ve izimizin üstüne köye geri döndük. Düşünemediğimden olacak, en başta sormam gereken soruyu, bunca meşakkatten sonra muhtara sormayı akıl ettim:
-Köyde sizin dişiniz ağrıyınca ne yapıyorsunuz? Utandı vereceği cevaptan, başını öne eğdi:
-Hanım hoca, aha bu köydeki herkesin dişini nalbant Ali çeker, dedi. Ama öğretmenin dişini çeker mi bilmem. Beni, kendilerinden farklı bir yere oturtuyordu sözleriyle.
Zaten günlerdir canım burnumda, nalbantmış falan düşünecek durumda değildim. Ağrıdan kurtulayım da kim olursa olsun, dedim. Köy zaten ufacık, beş on hanelik. Dakikasında Ali amcayı alıp, geldiler. Adam, dişimi inceledi ve “ben bu dişi çekerim ama hanım hoca ağrıya dayanacak mı acaba” dedi. Başıma gelecekleri bilememenin verdiği huzursuzlukla gözlerimi yere çevirdim. Bir an düşündüm. Hayvan nallayan birisine sağlığımı emanet ediyordum. Tüm köylünün ağrıyan dişini çekmişse, benimkinin onlardan ne farkı vardı? Kararlılıkla başımı kaldırdım ve “Çekin dişimi,kurtarın beni lütfen!” dedim.
Hemen oracıkta; lojmanın kapısında, muhtarın ve iki genç köylünün önünde, kerpeten ve bıçağını karla yıkadı ve sobada yanan odunun alevinde aletlerini güya mikropsuzlaştırdı. Oturduğum tahta sandalyenin ayaklarına sıkıca yapıştım ve kurbanlık koyun gibi ağzımı açtım. Önce bıçağıyla diş etlerimi damağa doğru bastırarak diş kökümü kerpetenle tutacak hale getirdi. Zira dişimin ortası krater çukuru gibi çürümüş ve oyulmuştu. Sonra kerpetenle dişimi sıkıca tuttu “ ya Allah ya bismillah” deyip kuvvetle sağa sola sallamaya başladı dişimi. Ağzımın içinde koca hayvan kerpeteni, boğuk iniltiler çıkartırken, birden rahatladım. Ali amcanın elinde benim çürük diş sallanırken, o hiçbir şey olmamış gibi çatıdan sarkan bir buz kıyığı aldı, çektiği dişin kanayan yerine koydu.
-Kanamayı durdurur hanım hoca, eridikçe yerine yenisini koyarsın, dedi. Aletlerini yine karda yıkadı, beline sardığı kalın, el dokuması, yün kuşağının arasına yerleştirdi. Ben daha teşekkür edemeden, başı önünde, işini yüz akıyla yapan insanların gönül rahatlığıyla, evine doğru yollandı.
Anadolu insanının yaşadığı çileye, yoksunluğa, o gün, o köyde ben de ortak olmuştum. Artık tüm hedefim bu makus talihi yenecek öğrenciler yetiştirmekti. Armutlu Köyü’nde başlayan öğretmenliğim , başkentin en güzide okulunda devam ederken, bu hedefimi hiç unutmadım