- 359 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
O dağ beni seviyor
Nepal’de üçüncü günümüzdü ve sonunun ne olacağını bilmediğim beş günlük bir trekking macerasına atılmıştım. Sabah erkenden kalkıp kahvaltımızı ettikten sonra, trekking de yanımıza alacağımız giysi ve malzemeleri tek bir çantada toplayıp diğer eşyaları otelde bıraktık. Bize hem rehberlik hem porter hizmeti verecek olan Frame, bizi bir taksiyle otelimizden aldı. Yaklaşık bir saatlik yolculuktan sonra, Nayapul’a vardık. Burada gerekli izin belgelerini görevlilere teslim ettikten sonra yürüyüşümüz başladı. Dağın eteklerine kurulmuş küçük mahalleleri andıran lodge’ların, ahşap, taş evlerin arasından geçerken, evlerinin önüne oturmuş yaşlı kadınların, çeşmede çamaşır, bulaşık yıkayan kadınların, annelerinin eteklerine tutunmuş bize meraklı gözlerle bakan sürmeli gözlü çocukların fotoğraflarını çekiyordum. Nepal’de dikkatimi çeken bir şey de çocukların bile boncuk takılar takıyor olması ve gözlerine sürme çekilmesiydi. Kadınlar ise her nerede olursa olsun; ister tarlada iş yapıyor ister çeşmenin altında çamaşır yıkıyor olsun, kollarında bilezikleri, boyunlarında renk renk boncukları, salkım salkım küpeleri eksik olmuyordu.
Bu küçük ev gruplarının içinden geçerken, yer yer taş merdivenlerden iniyorduk, yer yer de çıkıyorduk. Ancak o kadar çok merdiven inip çıkmıştık ki ilk bir saat içinde, ne zaman dağ tırmanışı başlayacak diye düşünmeye başlamıştım ve şimdiden bacaklarım ağrımaya başlamıştı. Eninde sonunda bu yerleşim yerlerinden çıkacaktık ve ormanlık dağ yollarında ilerleyecektik. Ama saatler ilerledikçe yerleşim yerlerinin arası açılsa da merdivenler bitmiyordu. Şöyle kafamı kaldırıp baktığımda sanki merdivenler gökyüzünde bitiyordu ve tam evet nihayet bitti dediğimde merdivenler sola ya da sağa dönüş yapıyor ve yine gökyüzüne doğru sayısız basamak uzanıyordu. İpler yoktu, dik yokuşlar yoktu sadece merdivenler vardı. Ve Frame’den yolumuzun bu şekilde devam edeceğini öğrendiğimde eyvah dedim. Merdivenlere hiç hazırlıklı değildim. Aslında bu trekkinge hiç hazırlıklı değildim de, o ana dek fiziksel sınırlarımın bilincinde değilmişim meğer. Bu nedenle beş günlük trekkinge tereddütsüz ve heyecanla evet demiştim. ’Yaparım ne olacak!’. Bir de bu taştan merdivenler düzensiz yükseklik ve aralıklarda olunca iş daha da zorlaşıyordu. Bütün gün bilgisayar başında oturan ben, spor ve yoga yapan bir arkadaşla yola çıkınca, sürekli arkada kalan, ekibi bekleten kişi olmak da cabası. Yüz metre geriden takip ediyordum onları. Onlar dinlenmeye geçtiklerinde, dinlenme bitiminde oraya varıyor, ben tam dinlemeden tekrar yola devam ediyorduk. Vee evet içimdeki şeytan uyanmıştı...
Birinci gün için kolay demişlerdi, ikinci günün ise daha zor olacağını söylemişlerdi. Kolay olan bu ise zor olanı hayal bile edemiyordum. İçimden Frame ve yol arkadaşım Alev’e küfürler ediyordum. Hatta sesli de ediyordum, çünkü beni duyamayacak kadar uzakta oluyorlardı. Dinlenme noktalarında onları yakaladığımda, yavaş olmaları konusunda uyarıyordum ama yola çıktığımızda sanki hiçbir şey dememişim gibi mesafe yine açılıyordu. Deli gibi su kaybediyor, susuyordum. Ama su, Frame’in taşıdığı çantada olduğu için avazım çıktığı kadar ’wateeeerrr’ diye bağırmak zorunda kalıyordum. Duyarlarsa durup beni bekliyorlardı, duymazlarsa içim, dilim kurumuş bir vaziyette yetişmeye çalışıyordum her bir basamağa küfürler ederek....
Etrafta enfes bir manzara vardı. Her yandan yüzlerce şelale akıyordu irili ufaklı. El kadar büyük siyah kanatlarının üzerine fosforlu renklerle bezenmiş kelebekler.. Ne zaman pes etsem bir kelebek geldi ve benim bir adım ötemde durdu. Ona bakıp aaa ne güzel diye peşinden seyirttiğimde, bir adım öteye uçup orada duruyordu. Böylece bu kelebekler beni yola devam etmeye zorluyordu. Onların peşinden giderken bütün yorgunluğumu unutuyordum. Kelebek ortadan kaybolduğunda bir süre daha yorgunluğumu unutup sonra yeniden hatırlayıp sızlanmaya başlıyordum.
Beni zorladığı için, beni beklemediği için Alev’den nefret ediyordum. Trekkingi kabul ettiğim için kendimi tuzağa yakalanmış hissediyordum. Kimse beni zorlamamıştı ama olsun. Salakça bu tuzağa yakalanmıştım ya bu da Alev’in suçuydu.
Öğle yemeği yemek için bir lodge’da mola verdiğimizde en mutlu olduğum an’dı. Yol boyunca daha ne kadar kaldı diye kaç kez sordum bilmiyorum ama rekor kırmışımdır. Neredeyse çıkacağım basamak sayısını bile soracağım. Üç saat daha yürüyecekmişiz yemekten sonra. Az da değil. Frame; hepsi merdiven değil, arada düz de yürüyeceğiz diyerek beni rahatlattı. Alev her zamanki gibi neşeliydi. Bu beni daha da öfkelendirdi. Ondan nefret ediyordum ama etmemem gerektiğini söyledim kendime. Kötü düşünen bendim. İçimde bir savaş vardı. Almış olduğum su geçirmez kıyafet su geçiriyordu üstelik. Baştan aşağı sırılsıklam olmuştum ama o kadar yorgundum ki bu ıslaklık bile bana vız geliyordu. Yemeğimiz hazırlanırken dinlendik. Yemeğimizi yerken çevreme baktım. Müthiş bir yerdi burası. İlk konaklama yerimize varmak için yine yola çıkmamız gerekiyordu.. Bunu düşünmek bile istemiyordum. Frame şiddetli yağmurlara yakalanmadan konaklama yerimize varmak istiyordu ve tekrar yola çıktık.
Frame’in de dediği gibi ikinci etapta merdivenler kadar düz yollar da vardı ve bu yollar beni mutlu etti. Bacaklarımı dinlendiriyordum düz yolda yürürken. Hatta iniş yaptığımız yerlerde coşuyordum, merdivenler çıkınca yine karşımıza lanetler okuyordum. Frame, beni teşvik etmek için sürekli az kaldı diyor ve yolu tarif ediyordu. Üç saatin sonunda Frame işte geldik dediğinde vaha bulmuş gibi sevindim. Oraya varır varmaz şiddetli bir yağmur başladı. Frame işi biliyordu. Küçük ahşap odamızı çok sevdim. İki küçük yatak vardı odada. Ve yatakların ortasında küçük bir pencere. Pencereden baktığında sık ağaçlar bir uçurum gibi aşağıya doğru iniyor ve sisin içinde kayboluyordu. Gizemli bir yerdeymişiz havası veriyordu bu. Sislerle çevrili vahşi bir yerde. Yağmurun sesini dinleyerek uzandım yatağıma. Yorgun bacaklarım tatlı tatlı sızlıyordu. Aslında Alev iyi bir insandı.
Yarın daha zor olacaktı. Bunu düşünmemeye çalıştım, güzel şeyler düşündüm. Bugün gördüğüm kelebekleri düşündüm.. Ve uyudum...
Sabah erkenden kalkıp kahvaltımızı ettik. Artık kahvaltıda yediklerimi ezberlemiştim. Plain omelette ve yanında Türkiye’den getirdiğim ve taşımaktan hiç gocunmadığım cappuccino. İyiki de getirmişim onları çünkü burada istediğim gibi kahve bulamıyordum. Özellikle trekking’de akşam duş alıp yemeğimizi yedikten sonra cappuccino yapıyordum bir tane kendime. İşte o an bütün yorgunluğum gidiyor keyfim yerine geliyordu. Önümüzde zorlu bir yol vardı yine. Üstelik bugün en zor etap dedikleri etabı yapacaktık ve daha yola çıkmadan benim gözümde yol büyümüştü bile. Ama çaresiz yola koyulduk. Bugün her tarafımın ağrımasını bekliyordum aslında ama bacak kaslarım ağrımıyordu. Bunu dün yaptığım sıcak duşa bağladım... Ah yine o sonsuz merdivenler başlamıştı ve ilk yirmi dakikası çok zordu. Nefes alışım çok düzensizleşiyor ve nefesim yetmiyordu. Bu ilk yirmi dakikayı atlattıktan sonra nefesim düzeldiğinde biraz olsun rahatlıyordum.
Yol boyunca sayısız şelaleler gördük. Buz gibi akan suların içinden geçtik. Kimi yerlerde elimi yüzümüzü bu soğuk sularla yıkayarak serinledik. 2000 metreye yaklaştığımızda rehberimiz bizi sülükler konusunda uyardı. 2000 metreden sonra sülükler başlıyormuş. Yağmur mevsimi olduğu için yağmurda çıkıyormuş sülükler genelde. Pek de umursamadım açıkcası. Bir sülük ne kadar hızlı olabilirdi ki? O üzerime tırmanana kadar ben ileri adım atmış olurdum. Ne kadar da yanlış biliyormuşum meğer. Sülükler öyle şişman hantal yaratıklar değillermiş. İncecik solucan gibi ağızlarındaki tutangaçlarla tutunup kendini boyunun 3-4 katı ileri doğru uzatarak ilerleyen ve saniyeler içinde üzerine pıtır pıtır sürüler halinde tırmanabilen korkunç kan emicilermiş. Birkaç tanesi tarafından ısırıldığımı ancak akan kanı gördükten sonra anladım. Isırıp kanını emiyorlar hissetmiyorsun bile. Ama düşüncesi bile insanı fena ediyor. Yolda yanımdan geçen katıra yol vermek için kenara çekildiğimde bacağım çalılara sürttü. Bir anda pantolonuma 10-15 tane birden sülük yapıştı ve yukarı doğru hızla ilerlemeye başladıklarında ben panikle çığlığı bastım. Elimle dokunamıyordum da onlara. Çünkü eline yapışıyorlar hemen. Frame ve Alev benden önde oldukları için sesimi duymadılar tabi. Panik içinde çırpınıyordum ki katırın üstündeki çocuk indi katırdan ve bana yardıma koştu. Sülükleri eliyle topladı üzerimden. Tabiki onlar alışıklar bu duruma ve korkmuyorlar sülükten falan. Çocuğa teşekkür ettim yardımı için ve Frame ile Aleve küfür ettim. Yol boyunca sülük tiki oldu bende. Üzerimde kıpırdayan her şeye dikkat kesiliyor, ayakkabılarımın üzerini, tabanlarını, pantolonumun paçalarını sürekli kontrol ediyordum.
Yine bir şelaleye gelmiştik ki, bir arkadaşımın benden istediği şey aklıma geldi. Himalaya’larda dağlara tırmanırsan bana oralardan bir taş getir demişti. Şelale tam önümüzde akıyordu ve altında taşlar ışıl ışıl parlıyordu. Şimdi tam sırası işte dedim ve ilk taşı kendim için almayı niyet ettim. Akan suyun altına sokup el yordamıyla bir taşı avcuma aldım. Bir baktım ki taş mükemmel bir kalp şeklinde idi. Bundan dağın beni sevdiği manasını çıkardım, işte bu benim taşım dedim sevinçle. Sonra arkadaşım için taş aldım ve başkaları da ister belki diye 5-6 tane daha taş alıp cebime koydum.
Dağın mesajını aldıktan sonra keyfim yerine gelmiş neşelenmiştim. Yorgunluğum bir anda gitmiş ve enerji ile dolmuşdum. Bedenim sanki tüy gibi hafiflemişti ve merdivenleri hiç yorulmadan çıkabiliyordum. Yolda çok fazla taş aldığımı düşündüm. Doğadaki her şeyin bir erki vardır ve bir taşı bile ait olduğu yerden alırsanız bu yerin erki canınızı yakabilir. Bu nedenle fazla aldığım taşları dağa iade etmeye karar verdim. Diğer iki taş için ise dağa bir hediye verirsem onları almama izin vereceğini düşündüm. Dağa ne verebilirdim bu taşların karşılığında... Aklıma şiir yazmak geldi. Evet dağ için bir şiir yazıp ona hediye edebilirdim. Yol boyunca bunları düşünürken konaklayacağımız yere varmıştık bile. Ve bu sefer en zor etap dedikleri etabın ikinci yarısını güle oynaya bitirmiştim. Kendim bile şaşırıyordum buna ama dağın benimle konuştuğuna, dağın beni sevdiğine kalpten inanıyordum. Akşam yemeğinden sonra söz verdiğim gibi kahvemi yapıp şiir yazmaya koyuldum. Pek şiir havam yoktu ama kendimi zorlayarak bir şiir yazdım. Kendim de pek beğenmesem de, amaan olmuştur diyerek aldığım taşların bedelini ödediğime ikna oldum. Fazladan aldığım taşları da kaldığımız odanın camından dışarıya bıraktım.
İkinci günün sonunda Poon Hill’e 400 metre kala aşağısındaki Gorapani’ye varmıştık. O gece orada konaklayacak, ertesi sabah gün doğmadan yola çıkıp 3210 metredeki Poon Hill noktasına varacak ve orada Annapurna dağlarını, Machapuchare’yi gün doğumunda görecektik. O gece erkenden yattık.
O sabah gün doğmadan alaca karanlıkta kalktık. Hemen üstümüzü giyinip yola çıktık. Çıkacağımız 400 metrelik bir mesafeydi ve az bir mesafe olduğu için memnundum. Ama karanlıkta yol almak oldukça zordu, önümüzü görmüyorduk. Rehberlerimizin elindeki küçük fenerler yardımı ile ilerliyorduk. Ve şunu da fark ettim ki, bu saatlerde nefes almak daha da zordu. Sanki hava tükenmişti. Ciğerlerimi doldursam bile hava yeterli gelmiyordu ve nefes nefese kalıyordum. O 400 metre hiç de sanıldığı kadar az değildi. Yolumuzda yine merdivenler vardı ancak bazıları o kadar yüksekti ki bir el yardımı gerekiyordu çıkabilmek için. Kırk dakikalık zorlu bir tırmanıştan sonra gün doğmak üzereyken zirveye ulaştık. Güneş Himalayaların arasından doğdu ve karşımıza muhteşem bir manzara çıktı. Hava o kadar berraktı ki bütün dağlar önümüzde net bir şekilde görülebiliyordu. Rehberimiz bile bizim çok şanslı olduğumuzu bütün dağların hepsinin genelde bulutlar yüzünden görülmediğini söyledi. Annapurna I-II ve III, kutsal Machapuchare dağı tüm görkemi ile önümüzdeydi. Bol bol fotoğraf çektim. Her dakika ortam değişiyor aynı yerleri defalarca fotoğraflıyordum. Hepsinde farklı bir görsellik, farklı bir ışık oluyordu. İyiki buraya gelmişim bütün yaşadığım bu zorluklara değer dedim.
İnişe geçtiğimizde mutluydum. O gece konakladığımız yerde konaklayacaktık yine ve bugün başka ne bir iniş vardı ne de bir çıkış. Dinlenecektik bütün gün. Zaten bugün başka da bir tırmanış yapmak istemiyordum. İndiğimizde kahvaltımızı yaptık, duşumuzu aldık ve capuchino mu yapıp günün keyfini çıkardım. Öğleden sonra hava karardı ve şiddetli bir yağmur başladı. İçeride diğer turistlerle birlikte, konakladığımız Lodge’un yemekhanesinde oturuyorduk. Turistler kimisi kağıt oynuyordu, kimisi derin muhabbetler ediyordu. Her dilden konuşmalar içeriyi sarmıştı. Önümdeki masada kağıt oynayan alman bir aileyi izliyordum. O sırada yüzüme bir şey çarptı. Ne olduğunu anlayamadım. Bir daha bir daha çarptı ve kocaman bir böcek sanarak telaşlandım elimle savuşturmaya çalıştım. O sırada turistlerden birisi bana butterfly (kelebek) dedi. Bir baktım gerçekten de bir kelebekti ve yüzüme yüzüme uçup çarpıyordu. Daha onun şaşkınlığı üzerimden gitmeden rehberimiz yanıma geldi ve gel dışarı sana bir şey göstericem dedi. Peşinden dışarı çıktım. Hala yağmur yağıyordu ve gökyüzünde üç tane birden gökkuşağı çıkmıştı. O an kelebeğin bana bunu haber vermek için yüzüme çarptığını anladım. Kelebek yine yapmıştı yapacağını. Gökkuşağının fotoğraflarını çektim bol bol içimde bir mutlulukla.
Ertesi sabah erkenden yola çıktık yine. Artık iniş başladığı için bugün daha kolay olacak diye seviniyordum ama inmiyor çıkıyorduk. Ben yine mızıldanmaya başladım. Ne zaman inmeye başlayacağız demeye başladım. İki saatlik bir tırmanıştan sonra nihayet inişe geçtik. Ama bu sefer ıslak zeminde ayağım kayıp birkaç defa düştüm ve sağ el bileğimin üzerine düştüğüm için bileğimi incittim. Yine küfür etmeye başlamıştım. Yedi saatlik bir yürüyüşten sonra konaklayacağımız yere vardık. Ancak bacaklarım korkunç ağrıyordu. İniş yolunda farklı kaslar çalıştığı için ve kaymamak için büyük çaba harcadığımız için bacak kaslarım yorulmuştu. Artık bir günlük yolumuz kalmıştı ve günün sonunda Pokhara’daki güzel otelimize ulaşacaktık.
Ertesi gün yine sabahın köründe yollara düştük. Bugün artık bacaklarımda hiç güç kalmamıştı. Bir gün önceki ağrılar hiç azalmamıştı ama yola devam etmek zorundaydım. Ve yine düşmeye başladım. Artık iyice isyan etmiştim. Bu yolun bir an önce bitmesini ve bu dağdan kurtulmayı istiyordum. Yine arkada yürüyordum ve düştükten sonra canımın acısı ile ’Beni sevmiyor musun? Ben de seni sevmiyorum. Bugün bitiyor ve senden kurtulacağım!..’ diye bağırdım. Bunu söyledikten beş dakika sonra yine kendimi yerde buldum. Bu sefer belimi bir taşa vurmuş ve yolda akan suyun içine düşmüştüm. Elimde fotoğraf makinası ıslanmasın diye bir elimi havaya kaldırmıştım. Rehberimiz beni gördü ve yerden kaldırmak için yanıma geldi. Ben artık ağlamak üzereydim. Kendimi bitkin, yorgun ve çaresiz hissediyordum. Rehberimiz o sırada yerdeki bir taşı işaret ederek; ’Yerdeki boncukları toplayayım mı?’ dedi. O anda gördüm ki hep üzerine düştüğüm sağ bileğimdeki bileklik kopmuş ve boncukların bir kısmı bir taşın üzerine dökülmüş bir kısmı da suya düşmüştü. O an da anladım. Dağ benden armağanını zorla almıştı. O yazdığım uyduruk şiir ile geçiştirdiğimi sandığım sözümü dağ zorla yerine getirmemi sağlamıştı. O bileklik değersiz bir şeydi ama benim kalbimde çok değerliydi. Çok eskiydi, seneler önce çok sevdiğim bir yerde almıştım ve o zamandan beri bileğimden çıkarmamıştım. Ona ne zaman baksam bana o güzel günlerimi hatırlatıyor ve yüzüme bir gülümseme yayılıyordu. İşte dağ benden böyle değerli bir şey almıştı. Suyun içindeki boncuklara bakarken gözlerim doldu. Gözlerimden yaşlar boşandı. Dağı anladığımı, onu sonunda gördüğümü hissetmiştim. Hatta dağın benimle iletişim kurduğunu hissetmiştim. Aynı zamanda yıllardır kolumda taşıdığım anılarımla vedalaşma vaktimin geldini anlamıştım. Bu duyguyla gözlerimden yaşlar boşalmıştı. Rehbere; ’Hayır toplama’ diyebildim güçlükle. Dönüş yolunda yol boyunca ağladım. Bir ara ağlayan ufak bir çocuk gördüm. Etrafını onun gibi minik arkadaşları sarmıştı. Çocuğa sarıldım onunla birlikte ağladım. El ele tutuşup yolun bir kısmını birlikte indik. Evinin önüne geldiğimizde sarılıp vedalaştık. Giderken eline çantamda bulduğum son şekerlemelerden verdim. Yüzüne küçük bir gülümseme koydum ve benim de yüzüme bir gülümseme, içime bir ferahlama geldi. Onun göz yaşları durduğunda benimkiler de durdu. Keyfim biraz yerine geldi ve bizi araçla alacakları noktaya kadar bu ruh haliyle devam ettim.
Otele vardığımızda, ilk iş rahatlamak için bir duş aldık. Üzerimdekileri çıkarıp hasar tesbiti yaptığımda, kalçamın üzerinde kocaman bir çürük olduğunu gördüm. Ama işin ilginç yanı çürük kocaman bir kalp şeklindeydi. En son düştüğümde kalçamı taşa vurduğumda olmuştu bu çürük. Ve bu olmadan önce ben dağa ’Beni sevmiyor musun? Ben de seni sevmiyorum!’ demiştim. Dağın cevabını almıştım. Beni seviyordu... Ancak onun söyleme yolu çok farklıydı. Arkadaşımla durumuma kahkahalarla güldük....
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.