- 474 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Adı Olmayan Dostum
Merter’de bir firmaya gitmiştim. Bir sürü bilgisayarda, bir sürü sorun vardı. Akşama kadar
bu sorunlarını hallettim. O günün kazancını cebime koyup, firmanın kapısından çıktığımda, akşam saat 9 olmuştu. Şöyle derin bir nefes alıp keyifle, taksiye mi binsem, yürüsem mi diye yürüyeceğim yolu gözümle kestirdim. Yürümeye karar verdim. Nasılsa acelem yoktu, karnım da acıkmıştı, belki yolda bir lokanta görür yemek de yerim diye düşünerek yürümeye başladım. İçimde bir özgürlük duygusu...
Çok fazla yürümeden bir sokak satıcısı gördüm. Köfte ekmek satıyordu. Öyle harika koktu ki burnuma, dayanamadım yarım ekmek aldım. Yemeğim de vardı, şimdi yiye yiye aheste aheste yürürüm, durağa gidene kadar bitiririm diye düşünerek yoluma devam ederken, ekmeğimden daha birkaç yudum almıştım ki, sırtında kendinden üç kat büyük bir çuvalı taşıyan bir adam bana bakarak;
- Hanımefendi! Bakar mısınız? diye seslendi.
Üzerimde deri ceket, altımda yırtık bir kot, elimdeki ekmeği ısırırken pek hanımefendiye benzemesem de baktım.
- Buyrun? dedim ağzımdaki lokmayı yutmaya çalışırken.
- Hanımefendi, ben otogara gidicem de buradan nasıl gidebilirim tarif eder misiniz? dedi o koca çuvalı sırtlanmış adam.
- Otogara gitmek için önce tramvaya binmeniz gerekiyor; ama buradan tarifi biraz karışık, yolumun üzerinde eğer benimle yürürseniz sizi oraya götürürüm, dedim.
Tamam, dedi adam ve birlikte yürümeye başladık. Ona da ekmeğimden bölüp vermeyi teklif ettim ama aç değilmiş. Bende de salaklık, o koca çuvalı taşırken nasıl yiyecekti ki zaten.
Neyse ben adamın yanına gittikçe o öteye kaçıyordu ya da arkamda kalmaya çalışıyordu. Böyle yan yana yürüme mücadelesi verirken;
- Siz isterseniz karşı kaldırıma geçin ben sizi takip ederim, dedi.
- Niye ki? dedim.
- Yani ben böyle sırtımda çuvalla üryan püryan sizi utandırmayayım, dedi.
Aniden durdum.
- Heey ne demek utandırmak??? Siz insan değil misiniz? Saçmalamayın yanınızda yürüyeceğim, dedim.
- Peki madem, dedi ve yürümeye devam ettik. Ve sonra konuşmaya başladı.
- Ben sizi böyle çok asi birisi gibi gördüm, deri ceket falan... Yani benden utanırsınız diye düşündüm ama hiç öyle birisi değilmişsiniz, dedi.
- Yok canım ne demek utanmak, dedim. Sizden utananlar utansın.
- Aslında ben hamal değilim, yani buraya mal almaya geldim, şimdi memlekete dönücem, dedi.
Ve memleket neresi falan sohbet koyulaştı. O nefes nefese çuvalı taşırken, yer yer mola vererek sohbetimize devam ettik.
Bana İstanbul’u çok sevdiğini, İstanbul’u özellikle akşamları sevdiğini anlattı. Ara ara böyle mal almak için gelirmiş İstanbul’a. Bir akrabaları da yokmuş buralarda, o yüzden otelde kalırmış geldiğinde. Bazı geceler otelden dışarı çıkar, bir sokak lambasının altında bir banka oturur sokağın sesini dinlermiş. Özellikle gecenin sessizliğinde sokaktan geçen insanların ayak tıkırtılarını dinlemek ona büyük zevk verirmiş. Ama İstanbul’da gökyüzü görünmüyormuş. Onların köyüne gitmeliymişim, gökyüzünü orada görmeliymişim. Köyde, geceleri dışarı çıkıp gökyüzünü seyredermiş saatlerce. Yıldızlara, aya bakıp evreni düşünürmüş, başka ülkeleri düşünürmüş. Oralara gittiğini hayal edermiş. İstanbul’un kaldırımlarında dinlediği o ayak tıkırtılarını orada da hayal edermiş. Bilmediği yabancı ülkelerin sokaklarında duyarmış o sesleri. Orada ay daha büyük görünürmüş, yıldızlar daha parlakmış. Tanrı’yı düşünürmüş, kendi varlığını düşünürmüş. Bu dünyaya gelme nedenini düşünürmüş. Köyündeki arkadaşları ile konuşamazmış bunları. Çünkü onu anlamazlarmış. Ona deli gözüyle bakarlarmış anlatırsa. O da kendi dünyasında yaşarmış. Yalnız hissedermiş kendini bu yüzden.
O anlattı ben dinledim; ben anlattım o dinledi. Köyü bilirim, dedim, köyün gökyüzünü de bilirim. O yüzden seni çok iyi anlıyorum. Ben de hayallerimi anlattım ona bu yol hiç bitmesin diye dua ederek. Bu sırtında çuval taşıyan adam beni şaşırtmıştı. Onu hayranlıkla
dinlemiş, yüreğinin sesini duymuştum. Yolun sonuna geldiğimde, hâlâ adını bilmiyordum; ama onun kim olduğunu biliyordum.
Yol ayrımına geldiğimizde, ikimizin de yüreği ezildi. Durduk... Ona tramvayın nereden kalktığını gösterdim önce. Sonra birbirimize baktık.
- Sen, dedi, benim dostumsun. Şimdiye kadar tanıdığım en iyi dostumsun. Seni çok sevdim, dedi.
Ben de gülümseyerek baktım ve sonra birbirimize sımsıkı sarıldık. Yıllardır tanışıyormuş gibi, iki eski dostun vedası gibi.
- Sen de benim dostumsun, dedim, seni asla unutmayacağım!
Yine sırtına aldı çuvalını ve ona gösterdiğim yönde giderken arkasından bakıp kalabalığın arasına karışmasını izledim. Gözlerim doldu.
Merter sokaklarından bir insan geçmişti. Kimsenin durup yüzüne bakmadığı, sırtında koca bir çuvalla yürüyen, yürürken hayaller kuran bir insan!
Ahh, dedim, koca bir dünya tanıdım bu akşam! Bir insanın hayali ile buluştum. Kadim bir dost tanıdım. Onun oturduğu bankta ayak seslerini dinledim, köyündeki aya, yıldızlara baktım bu gece. Hayalindeki ülkelere gittim. İçimde hüzünle karışık bir mutluluk... Onun ardından ben de otobüs durağına doğru yürüyüp kalabalığa karıştım...
Ve ona da dediğim gibi onu hiç unutmadım. Yıllar sonra ne zaman gecenin sessizliğinde bir ayak sesi duysam onu hatırlarım, şimdi nerede olduğunu bilmediğim, adını asla öğrenmediğim dostumu düşünürüm. Eminim ki o da beni hiç unutmadı!
YORUMLAR
Sıradan bir durumu sade bir dille anlatırken, durumun içerdiği insanca duyarlılığı pek güzel yansıtmışsınız...
Nasıl yazmalı? Sorusuna verilecek doyurucu bir örnek kotarmışsınız...
Buradaki öznelerin somutluğu, tasvir edilen soyutlukları inandırıcı buldururken, okunmaya değer kılmış öyküyü...
Tebrikler...