ölümün eşiği (7)
7.BÖLÜM
Konya uzay üssü iki haftanın sonunda eksilen umutlarla birlikte fetih’i arayan personel sayısını da eksiltmişti. Kumanda odasında gece bir kişi nöbete kalıyordu. Gündüz de iki kişi oluyor, birde nöbet değişlimi ve dinlenmelere için iki kişi vardı. Toplam Canan Hanım’la birlikte altı kişiydiler. Gece gündüz aralıksız dinleme ve uydu kameraları ile gözetleme yapıyorlardı. Bilgisayarlardan biri de Fetih’in duyması için sürekli çağrı yapıyor başka frekanslardan da sinyaller gönderiyordu. Her şey belkilerin üzerine kurulmuştu. Beklemekten başka yapılacak hiçbir şey yoktu. Vazgeçmekte öyle kolay değildi. Başbakanın bizzat emri ile arama bu şekilde altı ay devam edecekti.
Türkiye hükümeti daha fazlasını yapmıştı. Fransa, Çin, Almanya, Amerika, Japonya, İsrail, Rusya ve İngiltere ile birer anlaşma imzalamıştı Konya Uzay Üssü’ndeki çalışmaların aynısını bir Türk komutasında oralarda da yaptırıyordu. Kırgınlıklar unutulmuş, ülkeler arasında bir dayanışma başlamıştı. Şimdi bütün dünya Fetih’i aramaya destek vermişti. Gerginliğin iki ucundan biri olan İsrail bile şartsız olarak yardımı kabul etmişti. En ufak bir belirti ya da iz bulunması durumunda Türkiye’nin haberi olacak anında müdahale edilebilecekti.
81
Canan Hanım umutsuz ama yine de her şeye yakın olabilmek için üsteki lojmanlardan birine taşınmıştı. Rüyasının da en tatlı yeriydi. Köpük köpük akan yüksek bir şelalenin altından kar beyazı bir tay çıkıyor. Tertemiz ve yosun yeşili suyun kenarında oturmakta olan Canan Hanım’ın elinden şeker yemeye başlıyordu. Sonrasını tamamlayamadan telefonun iğrenç sesi ile uyandı. Çok erkendi. Saat sabah beşi yirmi geçiyordu. Yarım uyku gerginliği yarım rüya sarhoşluğu ile dördüncü çalışında ancak açabildi. Telefondaki ilk cümlenin ardından gözleri fal taşı gibi açıldı. Bir anda her şeyden kurtulup pür dikkat telefona odaklandı. Hemen yatağından kalkıp giyinmeye koştu. Şaşkın ve umutluydu. Birçok sorular soruyordu ama ne sorduğunu kendiside bilmiyordu. Aklındaki tek şey telefondaki o ilk cümleydi. "canan hanım özel bir durum var hemen gelmeniz gerek"
Hem koştu hem giyindi. Beş dakika dolmadan da tekmelercesine kapıyı açıp kumanda odasına girdi. Fetih’ten bir iz bulundu umudu ile kendine geçmişti. Fetih’in kayboluşundan sonra bu odaya sessizlik hakim olmuş, bilgisayarların bir kısmı da kaldırılmıştı. Genellikle geceleri yarı karanlık olurdu. Bu gece hakan bütün ışıkları yakmış gündüz gibiydi. Gece nöbetçisi Hakan’dı. Yeni sayılabilir bir elektrik elektronik mühendisiydi. 26 yaşlarında orta boylu hafif tıknaz ama kendinden beklenmeyecek kadar hareketli ve atikti. Canan Hanım on günde bir kaç yıl birden yaşlanmış gibiydi. Hele şimdi uykudan öylece kalkıp gelmiş olduğundan darmadağın bir haldeydi ama aklı başındaydı:
“neler oluyor Hakan Fetih’ten haber mi aldın? iz mi buldun?” Hakan sinirli telaşlı ve panik içindeydi.
“keşke Fetih’ten bir iz yakalasaydım. Sistemlerimize sanal bir saldırı var canan hanım. Manyetik kalkan sistemi devreye girdi bazı sistemler ise kendini kapattı.
“Nazım Bey dahil bütün personeli çağır. Saldırının nereden geldiğini bulmaya çalış ne isterler bizden anlamıyorum ki.”
82
“aradım efendim beş on dakika içinde hepsi toplanırlar.”
“kalkan bizi korur mu peki? Mühendis gözüyle kontrol ettin mi?”
“güzel bir sistem kurulmuş çok iyi koruyor. Merak etmeyin içeri girmeyeceklerdir. Hatta saldırganları kandırmak için bile bir program yazılmış. Onlar içerde olduklarını sanacaklar ama hiçbir şey yapamayacaklar.
“iyiymiş helal olsun Hüseyin Bey’e. aklıma bir şey takılıyor, ya gerçekten sisteme girmeyi başarırlarsa ne olacak”?
“saniyesinde haberimiz olur efendim de Hüseyin Bey kim”
“Fetih’te kaybolanlardan biridir. Okuldan mezun olduğu günden beri bu sistemler için çalıştı. Tek hayali uzaydı. Şu anda kullandığımız sistemlerin çoğu dünyada hiç bilinmeyen sistemler. Okul hayatını da sayarsak Hüseyin Bey’in tam yirmi senesini aldı tüm bunlar. Tam bir elektro manyak dahiydi”.
Gevezeliğin sırası değildi. Başka hiçbir şey demeden kendi bilgisayarının başına geçti. Sonra saldırıyı takip etmeye başladı. Her şeye hazırlıklı olunmalıydı. Hatta Nazım Bey geldiğinde saldırı noktası tespit edilmiş olmalıydı.
Düşündüğü gibi de oldu. On dakika olmadan Nazım Bey yanında iki üst düzey subayla birlikte geldi. Diğer görevliler daha önce gelmişlerdi zaten. Elbette ki Canan Hanım ve ekibi saldırını yerini tespit etmişti. Hüseyin Bey gerçekten en ince detayına kadar her şeyi hesaplamıştı. Korsanlar sisteme girdiklerini sanıyor ve bilgi aktardıklarını düşünüyorlardı. Halbuki gerçek öyle değildi. Sistem onlarla oynuyor sadece sistemin izin verdiği saçmalıkları yüklüyorlardı. Kaçsalar bile dosyaları açtıklarında kendilerinin kedi değil fare olduklarını fark edeceklerdi.
83
Canan Hanım, Nazım Bey’in gözlerine bakınca rahatladı. Her ne kadar belli etmese de tanıdığı günden beri hep öyle olmuştu. Belki de sürekli inatlaşmaları da bu nedendendi. İkisi de hep kendini güvende hissetmişti. Şimdi de aynı duyguyla çıktıyı uzatırken bulduğu sonuçları anlatmaya başladı.
“efendim elektronik sistemlerimiz saldırı altında. Ama savunmamız mükemmel. Merak edilecek bir durum yok. Saldırı ise Rodos adasının kuzeyinden, açık denizden yapılıyor. Bir denizaltı ya da savaş gemisi olabilir. Belki de saptırıcıları vardır da biz öyle algılıyoruzdur. Çıplak gözle bakmak gerek. Uydularımızın pozisyonu şimdilik orayı göremiyor net resim alamıyoruz. Eminim onlarda bunu hesaplamışlardır.
“iki avcı uçağı hazır emrimi bekliyor. Baktıralım bakalım. Uzak değil en fazla on dakikada orda olurlar. Uluslararası karasuları olduğu için de herhangi bir sorun çıkmaz.
“uydular görüntü almadan bir şey diyemem ama sanırım hareketli bir hedefimiz var. Kaçmayı deneyebilirler şimdilik radarlarla takip ediyoruz.
“merak etmeyin eğer ordaysalar kaçamazlar. Jetler yakalarlar. Zaten havada koordinatları bekliyorlardı şimdi.
Nazım Bey telefonu uçakların telsi frekansına girip elindeki kağıtlardan şifreli olarak koordinatları verdi pilotlara. Haklıydı havada emir bekliyorlardı. Jetler rüzgar gibi dönerek Antalya ile Rodos adasının ortasına doğru uçmaya başladılar. Antalya Hava Alanından da iki askeri helikopter hazır emir bekliyorlardı kalkış için
Hüseyin Bey’in kurduğu sistem sanal saldırganlarla resmen oynuyordu. Aynı zamanda da izlerini sürüyor yerlerini tespit ediyordu. Saldırganlar ise zerre kadar bunu fark etmiyorlardı. Çünkü hala bağlıydılar ve sistemden bilgi indirdiklerini sanmaya devam ediyorlardı. Tahmin edilen süre dolmadan uçaklar belirtilen noktaya varmışlardı.
84
Havada bir tur döndükten sonra rapor uçuş komutanı rapor vermeye başladı. Sesi hoparlörden duvarlara doğru savruluyordu.
“efendim yaklaşık yüz otuz metre uzunluğunda küçük bir kuru yük gemisinden başka bir şey görünmüyor. İşin enteresan yanı termal kameralar gemiyi boş gösteriyor.
“yeniden bakın olur mu öyle şey gemi kendi kendine bilgisayar kullanmıyor ya”
İkinci ve üçüncü turlardan sonra da sonuç değişmedi. Şaşkınlık had safhaya çıkmıştı. Kolayca yutmuşlardı yemi bu bir tuzaktı. Belki de içerdeydiler ve gerçekten bilgi aktarıyorlardı. Baştan sistemleri kapatsalardı böyle olmayacaktı. Hakan’ın sesi yankılandı salonda
“efendim uydularımız pozisyon aldılar net görüntü ve araştırmalar elimize ulaşıyor. İnanılmaz ama termal kameraları aldatacak bir sistemleri var. Gemiyi derseniz gemi gerçekten boş üzerinde canlı yok. Üstelik kullanılamayacak kadar eski. Fakat altında küçük bir denizaltı var. Gemi sadece yüzüyor. Hareketlerin tamamını denizaltı sağlıyor. Hemen üç boyutlu bir resmini çıkartıyorum.
Hakan resmi Nazım Bey’e uzatırken bilgisayardan yeniden kısa alarm sesleri yükseldi. Hakan tekrar bilgisayar başına koşarken uçak komutanının ses duyuldu.
“komutanım gemiden yaklaşık 15 metre suyun altında bir parça ayrıldı ve Rodos’a doğru hızlanmaya başladı. Hakan’da pilotun dedikleri onayladı.
“evet! Komutanım yalnız onlar çıplak gözle tek görüyorlar sanırım iki tane küçük su altı hücresi. Bence bizi sanal olarak algılayamadılar ama uçakları gördüler kaçıyorlar.
85
Nazım Bey son derece sinirlenmişti. Uçakların telsizine saldırı kodunu söyleyip
“biriniz gemiyi batırın. Diğeriniz de hücrelerin önüne ateş edip durdurun. Antalya’dan iki helikopter tepsi mıknatıslarla onları almayı deneyecekler. Siz orada tutun yeter. Kaçmalarına kesinlikle izin vermeyin gerekirse vurun
“emredersiniz komutanım.
Çok sert bir sesle emir anlaşılmıştı ve emir tekrarı istenmedi. Hemen pozisyonu alan birinci uçak gemiye kilitlenip ön tarafına doğru bir füze fırlattı. İkinciyi arka tarafa doğru fırlattı. Ortaya gerek kalmadan gemi hızla suda kaybolmaya başladı. ikinci uçak hücrelerin ön kısmına iki füze fırlatmış pür dikkat hareketlerini kontrol ediyordu. Kımıldadıkları anda bir tane daha gönderecekti. Diğer uçakta onun yanına pozisyon aldı. Hücrelerin her kaçış denemesinde bir füze atıyorlardı. Helikopterler biraz daha gecikirse füzeler bitecekti. O zaman nasıl durduracaklardı hiç bir fikirleri yoktu. Ya da hücreler sırıta sırıta gözlerinin önünden kaçacaklardı. Hoş bir durum değildi bu. Tam üsse durumu bildireceklerdi ki helikopterler göründü.
Helikopterler hücrelerle göz teması sağlayınca; ikisi aynı anda uçlarında yaklaşık 2 metre çapında bir elektro mıknatıs bulunan halatları denize salmaya başladılar. Çok tehlikeliydi ama deneyeceklerdi. Hücrelerin ağırlıkları hakkında sadece tahminde bulunup başaracaklarını düşünmüşlerdi. Ya da etrafta bulunan başka bir metal anında helikopteri suya çekebilirdi. Mıknatıslar suya girdi yavaş hareket eden hücrelere doğru yaklaştı. Elektrik verilir verilmez hücrelerden biri mıknatısa doğru sürüklendi. Helikopterlerden biri ilk denemede almıştı ama diğer tutturamamıştı. İkincide de alamayan helikopter pilotu sinirlenmiş ama üçüncüde oda başarmıştı. Hücreler tahmin edilenden çok daha hafifti.
Jetlerin koruması altında helikopterler Antalya Hava Alanı’na
86
indiler. Jetlerse inmeden doğruca Konya’ya yöneldiler. Nazım Bey’in emri ile hücreler ve içindeki korsanlar karayolu ile bekletilmeden Konya’ya getirilecekti. Olayı bizzat kendi üstlenmiş kendisi sorgulayacak kendisi sonuçlandıracaktı.
Bir de işin siyasi boyutu vardı elbette. Bir kaç saat içinde geminin sahibi ülke dünyayı ayağa kaldırırdı. Elbette orada olanları başka uydularda görüntülemiş olmalıydı. Görüntüler de yapılacak iyi bir temizlikten sonra Türkiye suçlu ilan edilebilirdi. Belki savaş sebebi bile sayarlardı. Öyle ya iki Türk jeti sırf eğlence olsun diye içinde mürettebatı ile birlikte bir kuru yük gemisini batırmıştı. Nazım Bey aklındaki bin türlü düşünce ile savunma bakanlığına şifreli bir ön rapor gönderip detayları anlattı.
Olayların tamamı bir saate yakın sürmüştü. İlk saldırın başlaması ile jetler havalanır havalanmaz savunma bakanı uyandırılmıştı. Gelişen olaylar üzerine başbakanda kalkmıştı. Diğer bakanlarda çağrıldı. Nazım Bey’in raporu geldiğinde bakanlar eksiksiz toplantıdaydılar. Bir kaç saat sonra bir açıklama yapmak zorundaydılar. N e diyeceklerini bilmiyorlardı. En sağlam kanıtlar hücreler ve bilgisayarların kaydettiği saldırıydı. Bunlar tutmazsa verilecek hiç bir cevap hiç kimseyi tatmin etmeyecekti.
Nazım Bey birden irkildi. Ya bunların tamamı bir komploysa! Ya Türkiye bir kumpasa getirilmeye çalışılıyorsa! Ya sistemlere zaten giremeyeceklerini biliyorlardı ve amaç sisteme girmek değildiyse! Gemiyi Türk uçakların batırtıp istedikleri her tavizi koparmak isteyebilirlerdi. Ya da birleşmiş milletlerde Türkiye’yi sivil bir yük gemisini batırmaktan yargılamak için yapılmış bir oyunsa! Belki de bir şeylerin intikamı alınıyordu. Aklı fena karışmıştı Nazım Bey’in. İnanılır gibi değildi. Böyle bir şey olabilir miydi acaba? Nasıl göz ardı etmişti bu ihtimalleri. Gemiyi vurmak yerine Antalya’ya çektirebilirdi. Ya da asker indirip orda tutabilirlerdi. Bir anlık öfkeye bak neler yaptırmıştı. Bir şekilde ispatlamaları gerekiyordu. Oradan kendilerine bir saldırı
87
yapıldığını ve oradaki geminin boş ve kullanılamaz olduğunu. Saldırıyı yapanlarda itiraf etmezlerse durum gerçekten vahimdi. Binlerce kişinin ölebileceği bir savaşa sebep olmak ağır bir yüktü. Vicdanındaki ağırlıkla terler gibi oldu.
Aynı konu kabinenin de olağan üstü toplantısında gündemdeydi. Herkes fikrini söylüyor gürültülü bir toplantı oluyordu. Toplantıda hazır bulunan üst rütbeli askerler ise sessizliklerini korumakla birlikte sırası geldiğinde konuşacaklardı. Şimdilik siyasetin kirli yüzüne bakarcasına birbirlerini dinlemeden konuşan bakanları seyrediyorlardı. Bu arada kahvaltı servisi başlamıştı. O zaman birbirlerini dinlemeye başladılar. Tek tek ve sırayla konuşuyorlardı artık. Sonunda ortak bir görüş çıktı. Olağan devriye görevi sırasında pilotların telsiz uyarılarına gemi cevap vermemişti. Pilotlar ise aldıkları eğitim gereği onları tehdit olarak algılamış ve emir beklemeden vurmuşlardı. Ülkeyi zor duruma sokmak yerine iki pilotu feda etmek akılıcaydı. Eli kurtarmak için parmak kesilecekti. Genel Kurmay Başkanı bu karara sinirlenmişti:
"sizin kirinize ortak olamam. Saldırı vardı vurduk. Pilotları istifam pahasına da olsa teslim etmem. Onlar aldıkları emri yerine getirdiler. Vatana sadakatin ödülü mü bu." deyip salondan çıktı. Bütün üst düzey komutanlar ardından kapıya yürüdü.
Başbakan bakanlarında onayıyla açıklama metnini yazdırdı. Her hangi bir suçlama olmadan bu metin açıklanmayacaktı. Konuşma da özür dileniyor pilotların tesliminden tut ölenlerin maddi manevi tazminatlarına kadar hepsi yer alıyordu. İki pilotun deliliği olarak yansıtılmaya çalışacaktı. Yerlerse yerler yemezlerse yapacak bir şey yoktu. Ok yaydan çıkmış; suçludan önce çözüm bulunmalıydı. Hem böylece sessiz düşman belli olacaktı. Bakalım kim çıkacaktı altından.
Saat sekiz buçuk olmuştu Canan Hanım’la Nazım Bey makamında masanın üstünde uyuya kalmışlardı. Kapının vurulması ile ikisi de aynı anda doğruldular. Nazım Bey’in emir eri elinde bir tepsi yarım ekmek
88
peynir zeytin haşlanmış yumurta diğer elindeyse yarım termos çay ve poşette bir ekmekle daha içeri girdi. Tepsiyi masaya bırakıp yandaki dolaptan iki plastik bardak ve şeker çıkardı.
“yarım ekmek ikinize yetmez diye düşündüm. Afiyet olsun komutanım”
“çok düşünceli bir askersin Sedat. Uzman çavuş yada sözleşmeli er olarak kalmak ister misin? Yardımım olur. Meşakkatli ve zor bir meslektir ama güzeldir.”
“sağ olun komutanım. Benim mesleğim var zaten. Koca bir fabrika beni bekliyor.”
“çıkabilirsin”
“emredersiniz komutanım
Yaklaşık üç aydır Canan Hanım’la birlikte çalışıyorlardı. İlk defa baş başa kahvaltı edeceklerdi. İkisinin de gözleri birbirine bakarken boş değildi. Bazen inatlaşma olarak dışa vurulsa da aralarında tatlı bir bağ oluşmuştu. Sanki yalnızlıkları onları birbirine çekiyordu da onlar yaklaşmamak için direniyorlardı.
Kahvaltıyı bitirmişler birer keyif çayı almışlardı. Kapalı devre telefonun çalışıyla ikisi de önce birbirlerine sonra telefona baktılar. Nazım Bey telefonu açtı. otuz saniye kadar dinledikten sonra
"tamam! Odama getirin burada bir ön sorgu yapıp kabasını alalım."
Saldırganlar Konya’ya ulaşmıştı anlaşılan. Uzun olmayan bir bekleyişin ardından kapı vuruldu. Gel sesiyle birlikte açılan kapının ardından içeri elleri arkasına kelepçelenmiş iki kişi yanlarında dört asker bir astsubay ve bir yüzbaşı girdi. Canan Hanım çıkmak için davrandı. Nazım Bey bir el işareti ile onu durdurdu. Canan Hanım’da
89
kalmak istiyordu zaten. Sorguyu belgelerden okumak yerine bire bir takip etmek daha iyiydi.
Nazım Bey hepsini tek tek süzdü. En son saldırganlara baktı. İkisinin de üzerlerinde bedenlerini sımsıkı saran bir dalgıç elbisesi vardı. Bir yetmiş boylarında yetmiş kilo civarına olmalıydılar. Atletik yapılıydılar. 30lu yaşların başındaydılar. Büyük ihtimalle ikiz kardeştiler. Şaşılacak derecede birbirlerine benziyorlardı. Nazım Bey ellerini arkaya bağlayıp etraflarında dikkatle bakarak bir tur attı karşılarına geçip durdu. Sonra aynı şekilde bir tur daha attı; yine karşılarına dikildi. Ortam öyle sessizdi ki kıl kıpırdasa sesi duyulacaktı. Bu sessizlik Nazım Bey hariç herkesi rahatsız etmişti. En çokta suçluları ürkütmüştü.
Dev gibi vücudu ile suçluların gözlerine bakarken ani bir hareketle suçluların birine sağ elinin tersi ile diğerine sol elinin tersi ile müthiş birer tokat attı. Gözleri karardı adamların neye uğradıklarını sapıtmışlardı. Nazım Bey’in yanında yarım porsiyon kalan adamların ikisi de tokatların etkisiyle birer ikişer adım geriye sendeleyip sırt üstü düştüler. Sessizlik bozulmuş şimdide şaşkınlık vardı. Herkes Nazım Bey’in bu beklenmedik tokatları karşısında şaşırmıştı. Hemen askerler suçluları kaldırıp tekrar Nazım Bey’in karşısına diktiler. Nazım Bey yeniden etraflarında bir tur attı. Karşılarına geçip durdu. Basit bir omuz hareketi yapınca saldırganlar tokada hazırlandılar. Ama olmadı. Nazım Bey tokatları kadar sert bir ifadeyle sordu.
“şimdi adam gibi söyleyin bakalım hangi dili konuşuyorsunuz?”
adamlara silah çekilseydi bu kadar korkmazlardı herhalde. Kızaran yanaklarına yanan canlarına rağmen susmaya devam ettiler. Nazım Bey yeniden etraflarında bir tur attı. Karşılarına geçince adamlardan biri boğazından hırıltılar çıkararak ağzını açtı. Dili kesilmişti. Büyük ihtimalle ötekide aynı durumdaydı.
“Allah kahretsin bu olamaz. Hemen kağıt kalem getirin. Birde işaret
90
dilini çok iyi bilen birini getirin.”
Kapı vuruldu. İçeri yeni mezun bir astsubay geldi. Selam ve kısa künyeden sonra:
"komutanım izin verirseniz parmak izi alacağım. Zamansız geldiğim için kusura bakmayın ama işleri hızlandırmaya çalışıyorum" dedi. Nazım Bey öfkeliydi. Yerine geçip otururken:
"al bakalım kimmiş bunlar. Kime çalışıyorlarmış öğrenelim bakalım” dedi.
Yarım saate kalmadan da istediği her şey yanı başındaydı. Kağıt kalem işaret dili bilen kişi ve tercümanlar. İkizler çok inatçıydı ne konuşuyor ne yazıyor; ne de işaretlere cevap veriyorlardı. Böyle davranmaları Nazım Bey’i iyice çileden çıkarıyordu. Çok sinirlenmişti. Biraz daha susarlarsa silahı çekip adamları vurması an meselesiydi. Suçluları getiren yüzbaşı durumu fark etmişti. Hemen adamları oradan uzaklaştırması gerektiğini düşündü. Öne çıkıp kısa künye yaptıktan sonra
“komutanım müsaade ederseniz ben ilgileneyim. Sizin sinirleriniz bir hayli gerildi. Elinizden bir kaza çıkmasından korkarım” dedi.
“haklısın yüzbaşı al bu itleri gerekirse dil tak gerekirse kıçları ile ama konuşsunlar. Hangi şerefsize hizmet ediyorlar öğren. Neden orada olduklarını da! Gerçek amaçları neymiş? Bir de parmak izleri çıkar çıkmaz bilgi verin”
“emredersiniz komutanım.”
Yeniden Canan Hanım’la odada baş başa kaldılar. Hala sinirliydi. Dolabına yöneldi. Dolaptan bir elektrikli su kaynatıcısı bir kaç bardak hazır kahve tozu sallama çay poşeti çıkardı. "canan çay mı kahve mi" diye sordu. Çok gergin olmasına rağmen sesi Canan’ı hiç rahatsız
91
etmedi ama çok şaşırtmıştı. İlk defa ona ismiyle hitap etmişti. Anlamazlıktan geldi "çay" dedi. Kendine kahve hazırladı Canan Hanım’a bir bardak sallama çay verdi. Makamına dolaşıp oturdu. Bir yudum aldı kahvesinden Canan Hanım’ın yüzüne baktı:
“sence ne bu şimdi? Bir komplo mu yoksa gerçekten bilgi mi çalmaya çalışıyorlardı. Onları fark edip yakalayamayacağımızı mı sandı bu salaklar?
“çok iddialı değilim ama adamları bu kadar susturduklarına göre bilgi çalmak istiyorlardı. Elbette yakalanacaklarını hesaplamışlardır. En azından değerli bir şeyleri aldıktan sonra yakalanacaklardı. Ya da kaçacaklardı. Pek bir şey çıkmaz bence adamlardan. İsteseler de konuşamazlar. Bence onlarda bir şey bilmiyor.
Kapı çalındı parmak izi alan astsubay geri geldi hem panik hem heyecan vardı.
"komutanım adamların parmak izleri silinmiş herhangi bir sonuca ulaşamadık."
“yuh yani olurda bu kadar olur.”
Astsubay çıktıktan sonra bir müddet sessizce düşündü. Kararsız bir hali vardı. Canan Hanım’a döndü.
“Peki! Şimdi ne olacak sence?” Diye sordu.
“benim aklım siyasete pek ermez. Ama son bir kaç saatte olanları kendi fikrimce değerlendirirsem; bunlar bilgi çalacaktı. Daha öncede önemsiz bir kaç deneme olmuştu dikkate almamıştık. Her hangi bir örgüt ya da şirket olduğunu sanmıyorum. Onlar yasa dışı bir işte bu teknolojiye ulaşamaz. Güçlü bir ülkenin güçlü bir gizili servisi var bu işin arkasında. Bu zavallılara görünmeden vaatlere işi vermişlerdir. Bir daha da
92
görüneceklerini sanmıyorum. Bunlara imkanları sağlamışlardır para ya da başka bir şekilde razı etmişlerdir. Başarabilselerdi yakalanmaları ya da yakalanmamaları sorun değildi. İstediklerini aldıktan sonra ne olursa olsun. Şimdi hem adamlar yakalandı hem de istediklerini elde edemediler. Kimse bunlara sahip çıkmaz. Bence burada biter bu iş”
“ben sana katılmıyorum Canan. Sıradan birinin işi değil çünkü. Ortada batırılmış bir gemi var. Eh sahipsiz olması düşünülemez. Yakalanmamış olsalar ya da istediklerini elde etmiş olsalar haklıydınız. Kimse gemiden söz etmez. biz soyulmuş olurduk. İşleri ters gitti. Hem bilgi alamadılar hem yakalandılar. Biz de bir hata yaptık gemiyi batırdık. Bunu bize karşı kullanacaklardır. Bir şekilde el altından belki taviz koparmaya, istediklerini yaptırmaya çalışacaklardır. O da olmazsa kamuoyu oluşturup Türkiye’den bazı yerlerde ve olaylarda geri çekilmesini isteyeceklerdir. Bence bu geminin hesabını sormaya çalışacaklardır.”
“mantıklı geliyor. Amma ben hala ilk fikrimdeyim. Bir şey çıkmaz bu zavallılar kalır okkanın altında. Büyük ihtimalle de hapishane de çürürler.”
“bakalım bir kaç saate belli olur”
Zaman ilerledikçe sessizlik sinir bozucu hala geliyordu. Öğlen yemeği yenmiş olmasına rağmen bu olayla ilgili ajanslarda tek kelime yoktu. Hayret verici bir durumdu. Hiç mi tespit eden olmamıştı. Bu teknolojide bu kadar uydunun arasında hiç mi gören yoktu. Yoksa birileri olayı kapatmaya mı çalışıyordu. Belki de Canan Hanım haklıydı. Sisteme sızmaya çalıştılar ve başaramayınca da ört bas edip sırra kadem basmaya çalışıyorlardı. Türkiye ile dalaşmak hoş değildi. Hele Türkiye’nin hassasiyetinin had safhada olduğu bu dönemde hiç iyi olmazdı.
Dünya’dan bu konu ile ilgili ses seda çıkmayınca akşamüzeri mesai bitmek üzereyken Türkiye başbakanı bir basın toplantısı ile olayı
93
tüm Dünya’ya duyurdu. Resimlerle istatistiklerle ve bazı görüntülerle sistemlere yapılan saldırıyı, geminin vuruluşunu, kaçan hücrelerin alınışını ve esirleri tek tek anlattı. Olayı üstlenen gemiyi sahiplenenin de olmadığını söylemeyi unutmadı. Ajanslar ışık hızında çalıştılar. Bir saate kalmadan da olayı tüm dünya duymuştu. Buna rağmen hala hiç bir ülke örgüt yada şirket bizim gemimiz batırıldı demiyordu. Bu saatten sonrada kimse bir şey demezdi büyük ihtimalle. Bazı ajanslarda Türkiye’nin yalandan görüntülerle haberi verdiği bile çıkmıştı. İnanılır gibi değildi. Harcanan onca para ve iki bilgisayar uzmanı bir kalemde silinmişti.
Ertesi sabah üste her şey normale dönmüştü. Bütün görevler aynen devam ediyordu. Ortamda gayet sakin ve sessizdi. Başbakanın öğleden sonra olayı yerinde incelemek için üsse geleceği öğrenildi. Sorgular raporla görüntülerle en ince detaya kadar bir brifing hazırlandı. Sekiz on sayfalık birde rapor hazırlandı. Hala olayın arkasından kimse çıkmamıştı. Adamlarsa isteseler de bilgi veremiyorlardı. Duvardan farksızdılar. Aslında her şeyi bildikleri de kesin değildi. Bir kaç telefon görüşmesi ile üç kuruşa kandırılmış olma ihtimali yüksekti. Bir kaç ta tıbbi operasyon geçirip gönderilmişlerdi.
Aradan sıkıcı ve sorunsuz bir hafta geçti. Ne hücrelerden ne de adamlardan bir sonuca varılamadı. Şaşılacak bir durumdu. Ama hala kimse onları sahiplenmemişti. Yerine göre bir esir için savaş çıkıyordu. Bu sefer durum ters yüz olmuştu. Konu da zaten gündemden düşmüştü. Ne üste ne ülkede kimsenin aklında bile değildi artık. Kahrolası kadın yine haklı çıkmıştı. Böyle durumlarda canan hanıma kızmış görünse de içten içe zekasını ve basiretini takdir ediyordu. Bu ülkeye çok faydalıydı. İyi ki vardı. Kapalı devre telefonla istihbarat şubeyi aradı ve şube müdürünün odasına gelmesini emretti. Dilsizler hakkındaki kararını vermişti.
“beni emir etmişiniz komutanım.”
94
“şu iki dilsiz şerefsiz var ya, onların sorgusunu bitirin bir kaç gün iyi davranın sonrada hangi ülkeye gitmek isterlerse gönderin. Aldıkları cezayı sınır dışı olarak sansınlar. Kurtulduk diye düşünsünler. Sonra da bir ay boyunca tüm imkanlarla takip edin. Bakalım kimin kucağına koşacaklar. Ya da kim onlarla iletişime geçecek.
“ya iletişime geçmezlerse”
“özgür oldukları hissedilirse geçerler mutlaka. Planın kabası bu detayları da siz düşünün. Şimdilik bu kadar; çıkabilirsin”
“emredersiniz komutanım. Ya kimseye temas etmezlerse bir ayın sonunda ne yapalım tekrar mı alacağız?”
“kim olduğunu bulursak ne ala program belli. Bulamazsak da almaya gerek yok bu kuklaları bir dağ başına kaldırıp vurur cesetleri de yok edersiniz. Üç kuruşa Türkiye’yi satacaksın ve cezasız kalacak yok öyle şey.
“emredersiniz komutanım.”
Nazım Bey adı gibi emindi. Bir ay sonra bu adamlar Türk istihbaratı tarafından öldürülecekti. Belki de Türk istihbaratına gerek kalmadan
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.