- 618 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
'pierrot gülüşü'
Balkon kapısını açıp, sandalyede oturmadan önceydi.
Eksik bir şey kalmasın diye odaları tekrar tekrar dolaşıp durdum. Niyeyse evden çıkarken, bir daha eve dönemeyecekmiş hissine kapılıyorum. Gizli bir şeyim olmadığı için rahatım, ben öldükten sonra evi kim araştırırsa araştırsın, benden birine özel olarak bırakılmış not dahi bulamazlar. Evden çıkmadan yarım saat önce arkadaş aramıştı:’ Haci abi sen bu işlerden anlarsın. Laptop alacağım ama sence ne alayım?’
Doğalgazın vanasını da çeviriyorum. Sağ el kuralına uygun bir şekilde hem de! Sonra, yatağın üzerinde her ne kalmışsa, onlara karışmak cesaret ister. Ben olmasam da onlar uyku kokmaya devam etsinler. Arkadaşın sorusuna hemen verebileceğim bir yanıt yoktu. Kullandığım laptop fi tarihinden kaldığı ve Uzakdoğu teknoloji piyasasından coğrafyamıza doğru kakalanacak pek çok teknolojik ürün üretilip, farklı markalar altında piyasaya sürüldüğü için, küçük bir araştırma yapmam gerekiyordu. Sorunun devamında:’ Ya bizim fabrikada ansys eğitim verecekler. Üniversiteyle koordinatlı olacakmış, benimki şu an kaldırmıyor. Bir bak sen, bana söyle fikrini’ diyordu. Autocad, Solid, Matlab sonrası ansys ne işe yarar sorunu herkes sormuştur diye düşünüyordum. Her birini sevmiyor değildim, seviyordum, iyi çocuklardı her biri ama benim kafadaki devreler ısınma arttığından dolayı bazen devre dışı kalıyorlardı. Aslında hiçbirinin dünyayı kurtarabilecek özel güçleri de yoktu. Arkadaşım ansys konusunda, programı çözmeye, tabiri caizce onu alt etmeye istekliydi. ‘Hiç kullandın mı programı’ diye sordum.’ Yok’ dedi, ‘bizim çizimcide var, siyah bir ekranı var, karmakarışık bir şey.’ İyi ki ‘sen kullandın mı’ diye sormamıştı. Deneme talihsizliğine maruz kalmıştım. Uzun zaman –bu günlerce de olabilir- sonucunda bir malzemeye ait elemanın modelini hazırlarken, bazı sınır noktalarının insanı yorabilecek kadar detaya inmiş olduğunu fark edip, siyah ekranın göz yorgunluğunu önlemek için gerekliği olduğunu biliyordum. Ayrıca ikide bir ‘save’ kısmına basıp, modellemeyi kaydetmek gerekiyordu. Tabi her analizin kendine göre eziyeti var! Niye bunları düşünüyorsam!
Telefonda yine de ısrar edip duruyordu.
-Ya şimdi aklına gelen yok mu?
-Acelen mi var, hayırdır? Az para vermeyeceksin, iyi düşünmen lazım.
-1500 liralık filan düşünüyorum.
-1500 lira mı?
-Niye, o civarda yok mu iyi bilgisayar?
-Arkadaş, sen adamakıllı çalışmak istiyorsan vereceksin en az 2500 lira.
-Hadi be, çüş!
-Ya çüş tabi, ucuz değil piyasa kardeşim.
Terlemeye başlamıştım. Bir yandan evi toparlarken, diğer yandan kulağıma dayadığım telefonla cebelleşiyordum. Sıkıntıdan elimi göğsüme doğru sokup, birkaç tutam kıl kopardım. Göğsüm nemlenmişti. Basık bir hava vardı, nem yüksek, sıcaklıkta gölgede bile rahatsız edici oluyordu. Evin içinde karnımı şişirip durmuştum. Gözüm kulağımdaki telefona şişen seslerden kurtulup kitaplığa doğru kaymıştı. Kitaplığın içinde yapış yapış, insanın duygularını sömüren aşk kitaplarının olmadığını bilmenin gururuyla gözlerimin içi parlıyordu. Bu aslında parıldamakta olabilirdi. Telefondaki ses cümleyi uzatıyordu.
-Doğru söylüyorsun, tabi, şimdi alacağız, aldığımız şeyin de iyi olmasını, işe yarar olmasını ister insan, böyle olunca da ne bileyim, taksitle alırım herhalde, ama taksiti de bilmiyorum, sen ne dersin, son olarak fikrin ne ki haci?
-Kardeşim, işlemcisi i yedi, remi sekiz gigabayt, ekran kartı da paylaşımsız iki gigabaytlık bir laptop al işte. Araştırmam manasız. Alacak olan sensin, bir bak, gez mağazaları, tipini filan sevdiğin olursa, al onu.
Bir markayı soruyordu, ‘fanı çok ısınıyormuş, sen ne diyorsun bu konuda’ diye. Telefon konuşması beni iyice bunaltmıştı. Yeni telefon alabilecek param olsa, hiç düşünmeden telefonu filmlerdeki gibi fırlatmak istiyordum.
-Abi bak, arada termal macunla hafif bir tabaka oluşturursun, fanı temizlersin eğer öyle bir şey olursa.
-Ya olur mu yani? Peki, hiç ısınmayan yok mu Alla Alla?
-Var, çok gelişmiş fanı filan olanlarda var tabi, fiyatları da 10000 filan.
-Yuh, çüş, araba mı alıyorsun!
Ben kullandığım bilgisayarı ikinci el internet üzerinden almıştım. Alma sebebim biraz dayanıklılık üzerineydi. Çoğu markaların ilk üretimleriyle, birkaç yıl sonraki üretimleri arasında gerçekten dayanıklılık olarak fark oluyordu. Sekiz yıllık bir cihaz, makine de olsa, malzeme yorgunluğunu göz önüne getirmeden, rahatça düşünürsek, malzemeden çalınmış son model üretimlere karşın daha tercih edilesi geliyordu.
‘Neyse abi, ben yarın bakayım, bir gezeyim bakalım, sağ olasın, rahatsız ettim, kusura bakma’ dediği an arkadaş, rahatlamıştım. O an gözlerim artık bir elimde tuttuğum kitaba odaklanmıştı. Telefonu yatağa fırlatırken içim rahattı. Kitabın içine bir kâğıt parçası bırakmıştım. Ne zaman bıraktığımı dahi bilmediğim bir kâğıttı bu. İçinde anlamsız gelen, şiirimsi bir şeyler yazılıydı.
‘bir daha çıkacağım, o delik hiçbirimizi insan edememişken ,çizmeye, hesaplamaya gerek yok hiçbirini
kare masaların dayanacak kuvveti yokken de burun düşer
anırır parmaklarda gezinen azgın kan
bir köprünün kesik halatı gibi
kargalar dadanmıştır ya da başka bir şey, yorulabilirler elbette
son dumanı çağırıyorum , gökdelici uçaklar üretiyor onlar
onlar için bir domuzun yüz yıllık yalnızlığı makbul
eskinin kaleleri şimdi mevduat sevicileri
nasıl da yalnız gerçeği sadelikte bilen
minimal kutuların hendesenin özüne ihtiyacı var
göz kamaştıran ışıklara paydos
insanlar yağlı ve pis bir şekilde çıkarırken katmanlı ayakkabısını
evet, kendimi, kendimi dinliyorum, inandığım karışıklığın bir anlamı varsa da şimdi sessiz
anlayabilirler mi, desem ki nerede kardeşiz biz
neresinden tutunca seveceğiz renklerimizi
karanlığın en koyu olduğu saatte bile bir ışık sesi vardır
pireli köpeklerin kavgaları çıkaramaz sevimli kedileri şehirlerden
kuşları ya da, susturamaz ’ah’ sesi’
Kâğıdın arkasında da bir şeyler yazılıydı:
‘beni anlayamayacağını bildiğim için değil, beni anlamaman için ya da anlam kaygısı olmaması adına
bir daha çıkmayacağım delikler bilirim yalnızlığımda ve bölünebileceğim eşit parçaya
sayı bölü sıfır, bir mana ifade ediyor mu sana?
lütfen beni düşünme, doğunun modern olabileceği ispat et bana!’
İyice sıkılmıştım. ‘Aç köpekler ısırsın baldırını’ dedim aynada gördüğüm yüze. Henri Michaux’ın kitabı arasında böyle saçma cümlelerin olmasına dayanamazdım. Kulağım huylanıyordu. Oktavı düşürülmüş kontrbaslar ve minimal piyano melodileriyle karanlığı betimleyecek bir sesi duymak iyi gelecekti.
Balkona çıktım. Aslında çıktım mı, yürüdüm mü, geçtim mi, ne yaptığımı ben de bilmiyorum. Sandalyeye oturdum. Dün gece giysilerini asarken gördüğüm kadın eşiyle beraber balkonda oturmuş, hiçbir şey konuşmadan kuşları dinliyorlardı. Aslında en ufak ses çıksa ağızlarından, duyabilecekmişim hissi vardı. İlk izlenimlerim tatsız olsa da, her geçen gün onlara gözüm ısınmıştı. Çift kanatlı kuşların hızla gözümün önünden geçip, ara sıra küçük perdeler oluşturduğu balkon manzarasında görebildiğim dağlar vardı. Önce bir tepe yükseliyordu. O tepenin en yüksek noktasında bayrak vardı. O bayrağın arka tarafına doğru elimi uzattığımda, başparmağımdan uzun olmayan sıralı dağ gözüküyordu. Yemyeşil dağ insanın içine ferahlık veriyordu. Yine de bunalıyordum. Kadının her şeyin boş ve tuhaf olduğunu düşündürme konusunda garip yetileri olabilirdi. Kırmızı bir bayan külotu başının hemen arkasında ipte asılıydı. Dün gece onu asmamıştı. Herhalde sabah asmış olmalıydı ki, güneşi görmesine rağmen kumaşı kabarmamıştı. Dışarıyı düşündüm, iki yüz metre ötede yeni bir büfe ve iki cafe açılmıştı. Cafe olmadıklarını bilmenin dayanılmaz bir ağırlığı zihnimi yoruyor, bunun üstesinden de gelemiyorum ama ne zaman dağlara daha yakın cafenin önünden geçsem, hep güzel bir bayanla karşılaşıyorum. Beni fark etmesini bile istemiyorum. Yalnızca oradan geçmek istiyorum. Hatta ortadaki aralıktan sapıp, hemen sola dönmüş olsam, o yeni açılan cafeye denk gelmeyeceğimi de biliyorum ama bunların hiçbirini düşünmeden yalnızca geçerken, ‘niye buradan yine geçtim’ diye söyleniyorum. O cafeyi hayal etmeye başladığım andan beri garip bir rahatlama çöktü içime. Issız değil, birkaç bireyin medeni konuşmalarını sürdürdükleri yer orası. Orta yaşlı bir işleteni olsa da, genç bir erkek işletmecesi de olabilir. Aslında kimin işlettiğini bilmiyorum cafeyi. Belki de kimse işletmiyordur orayı. Olamaz mı? Kendi kendine yönetilen bir yer olamaz mı? Sessizliğin ve hatta kumsalın olduğu bir yerse olabilir. Zihnime önce yapışkan bir şey sürüyorlar. Temizlemeden, beni incitip incitmediklerini bilmeden, dostluklar işte, orada sürdürülebilir bir şey olur. Kimse kimseden çekinmeden, cinsiyet, renk, dil ayrımı yapmadan orada oturup konuşabilir, sohbet edebilirler. Bunu gerçekten ben mi talep ediyorum? Aptal! Bu ölçekte bir yanılgının insanı daha büyük hüzne gark ettirebilme kuvveti olabilir. O cafenin önünden kumsala inince rahatlayacağım ama o ne afet Tanrım! Yanmış, kavrulmuş da güzel şey! Boy, pos, yüz güzelliği filan, elbise zevki, uyumu, duruşu… Görgülü göğüslerini göremediğim için bir Afrika köylüsü gibi toprağa uzanıp, yağmurun yanması için dua edebilirim. Kumsalın aslında kum ve salla alakalı kısımlarından pek uzağım. O güzelliği çoktan unutmuş bir halde kendime özenle bir bank seçiyorum. İhtiyacım olan kıçımın sığabileceği bir etölçümü! Tarafsız bir kedinin beni sorgulamaktan uzakta, akşam güneşini izlerken buluyorum. Hatta daha ileri gidiyorum, maviliklere dalıp, ilk çiftleştiği mavi gözlü dişiyi hatırladığını düşünüyorum. Yalnızlıkta insan anılarını hava yüzeyine çıkarmamalı. Et, kan ve lenf bu gerekli sır için yeterli elemanlar. Birkaç köpek az ötede oynuyorlar. Onlarda beni anlamazlar. Dişi mi erkek mi olduğunu tam kestiremediğim uzun saçlı biri katlanabilir sert dokulu bez şezlongunda uzanıyor. Ayaklarını görüyorum. Bir bayan ayağı olabilecek kadar narin, sol alt bacağı kılsız ve uzun saçlarını da bağlamış. Ayağa kalkmadan kumsalı terk etmeyeceğim. Giysilerimi astığım kapı arkalarının hikâyesi olmaz ama denizde gözüken küçücük pipilerin ilgi çekici yanları ortaya çıkarılabilir. Zaman geçtikte ruhen ve fikren vejetaryen oluşumdan şüphe duymaya başlıyorum. Fiziksel olarak hiçbir faydası olmayan bu tiksinme eylemenin hangi tuhaf başlıkta yaşamıma girdisini not alabilirim? Baba iki kız çocuğuyla beraber, büyüyünce benim gibi embesil olma potansiyeli yüksek. Dudaklarını parlatan ağzındaki çubuklu şekeri emerken, arkasında kalan maviliklerle alakası yok. Hayır, bu benden daha akıllı bir çocuk! En azından yıllar sonra deniz gördü diye, koşup deniz suyu içen biri değil. Bile bile, tuzlu olduğunu, koktuğunu, tüm tek hücreli canlıları yaratan yaratıcının adıyla içtiğimde, bu embesille aynı yaşlardaydım. Babası soyunduruyor embesili. Deniz suyunun etkisiyle tıpa kadar küçülmüş pipisi merhaba diyor bana. ‘Defol, az geriye, cafeye gel ne olur!’ Üstüne o şezlong da oturan erkek çıkmasın mı? Kılsız bacakları, evet, saçları uzun, ayakları narin, evet, hepsi tamam ve bunlar bir kadın olmak için yetmiyor galiba. Sol tarafımda, yirmi üç metre ötemdeki bankta oturan adam ‘kadın olmak nedir sence’ diye soruyor. ‘Bana ne, beni ilgilendirmiyor, seni de ilgilendirmiyor emekli puşt’ diyorum. Hayır ama çok bakıyor, defalarca bakıyor, kumsalda milleti gözetlemeye gelen birini dikizleyip, onu rahatsız etme düşüncesiyle bakıyor. Bikini giyip kuma uzanmış patates dilimleriyle ben ilgilenmiyorum; bak güneş batıyor. Sabah doğarken de gelmiştim, şimdi batarken de geldim. Bir günü böyle yaşamak ne güzel biliyor musun diye haykırmak isterdim. Temenni içerisinde kalabilen her söz çöptür. Çöp; balkondaki kadın eşine ‘mideni çöp olarak kullanıyorsun, her şeyi karıştırma, artık kaldırmıyor vücudun’ demişti bir keresinde. Sahi yaşları yetmişi geçmiş karşı apartman sakinlerimi düşündüğüm kadar, teyzemin oğlunu ya da amcamın kızını düşünmüyordum. Akrabayı düşününce insanın aklına hemen ‘para’ gelir mi? Bunlar kolay sorular da, üzerimde kalıveren kumsal hayal kırıklığının üstesinden nasıl geleceğim? Burada her yer düz. Saksafon çalacakları günü bekliyorum. Arabeskten tiksinmiyorum, kolay kolay bir şey beni kendinden tiksindiremez. Çok göç aldı bu mahalle. Ciddi mana da kimse birbirini tanımıyor, bakkalı özel müşterilerini koruma içgüdüsüyle her gün dükkânını açıyor. Bir kadın var, kırklı yaşlarda. Bir de on beş yaşlarında kızı. Kadına şişman diyesim geliyor, diyemiyorum. Bikinisinin üzerine minnacık bir pantolon giyiyor. Pareosu rahatsız edici renklerle donatılmış oluyor genelde. Yüzünde makyajın ağır tahribatını biliyorum. Bir de eski başkanın karısının alnında gördüğüm o derin çizgiler bu kadında da var. Geçen gün mavi bir pareo giymiş, sokakta buranın en asil atı benim diye dolaşırken, üç kere kısa aralıklarla bana baktığını fark ettim. İlk sigarasını yakan ergen çocukların karşılıklı iğrenç gülüşmeleri ve öksürükleri arasında kalmış yabancılardık. Avucunda büyük bir limon var ve o limonu tutup, hemen sıkabilirmiş hissi veren kadın arabasını kaldığım apartmanın giriş kapısının önüne koyduktan sonra ona karşı daha uygun kelimeler bulmak istedim. O çok sevdiğim, sarışın, yeşil gözlü, Kırkağaç kavununa benzer göğüsleri olan kızın karşısında rezil olacağım kaygısıyla İntibahı huşuyla anlatamadığım günü yaşıyordum. Gri her şey, sol tarafımda pencereler var. Onların içinde camları var. O camlardan dışarı bakıldığında sıralı dağlar var. Dağın en tepesinde karlı bir tabaka var. Sis var dağın eteklerinde. Esiyor rüzgâr. İçim acıyor. Bana ilgi göstermiş tek edebiyat hocasını düşünüyorum. O yaşlı kadının bana bakarken ne düşünmüş olacağını merak ediyordum. O an o merakla doluydum. Saatlerce ayakta bana neden sesli kitap okutturuyordu? Kimdim ben? Oysa başka birisi de ateist olduğu için, dini kitap okumam karşısında kızmıştı. Birkaç sene sonra da ateist birinin kitabını okuyorum diye dini Mübin biri kızmıştı. Niye tam olarak sevmediler, sevemediler? O pencerelerden biri açık olsaydı, Namık Kemal’e küfredip, üçüncü kattan kendimi atar mıydım? Hala rüyalarıma giriyor. Koridorlarda dolanıyorum. Felsefe öğretmenine iyi gözükmek için ‘ben de iyi bir insanım, herhalde güzel bir şeyler yapabilirim’ diyorum. Yapabileceğin bir şey yok bakışı var suratında. Beyaz bir önlüğü; sahi neden felsefe öğretmeni birisi beyaz önlük giyer ki? Bu soruyu ona hiç soramadım. Belki de aydınlatmanın ve aydınlanmanın ilk yolu beyaz bir kıyafetle dolaşmak olduğunu söylerdi. Daha fenası beyaz bir pantolon giyemezdi. Koca kıçlı biri değildi ama renkli bir iç çamaşırı ya da hiç olmadık zamanda, akan bir damla akan her şeyi berbat edebilirdi. Biri ilk başta tepki gösterdiğim bir şey söylemişti. Ne demişti, hah, evet, tam olarak demişti ki:’ Başkalarına ikide bir kötü diyoruz. Bu onları iyi yapmıyor, onları daha kötü de yapmıyor ama biz kendimizi kötü olmaktan kurtarıyor muyuz? Biz iyi miyiz ki, başkalarına kötüsün diyebiliyoruz? Kaldı ki iyi olsak bile, bir başkasına kötü deme hakkımız olabilir mi?’ Bu işte çok saçma, hem de aptalca! Maymunlar bile kırmızı götlerini sallayarak bu söylenenlere gülebilirler. Kırmızı götlü maymunların zeki olduklarını biliyorum. Umurumda değil, ağaçta sallanan, dal taşak gezen canlıların zeki olmaları dünyaya ne gibi fayda sağlıyor? Hayır, şunu unutmadan söylemeyelim. Cafenin önünden geçtim tekrar. O afeti gördüm, görmez olaydım dedim, gördüm, gördüğüme sevindim, görmediğime üzülebilirdim ama görmemiş olsaydım belki de üzülmezdim. Bir insan kötüyse, onun cezasını çektirmek için tabi ki ona kötü demek, onu yargılamak gerekir. İlla ki bu yargılanma insanlar karşısında değil, o kötünün kendi vicdanıyla da yüzleşmesiyle vuku bulacak bir yargılanma da olabilir. Bana ne bu tür hukuksal kavram arayışlarından. Ben düz bir insanım. Ya vardır, ya yoktur işte, her şey bu kadar basit olmalı. Bu kadar basit olmalı derken bile, bir kıyas yapıldığı havası seziyorum. Gözlerimi açtığımda on yedi saniye içerisinde pek bir şey kaçırmadığımı gördüm. Yaşlı kadın içeri geçmişti. Uyuz, yaşlı kocası başı hafif önde, kırmızı külotun altında uyukluyordu. Bir yandan da eliyle ağır ağır göğsünden midesine doğru bölgeyi sıvazlıyordu.
Balkondan içeri geçtiğimde, içinde bana ait olmayan ancak benim yazdığım çok değerli insanların kitaplarında geçen, altını çizip de üstünü başını kanatasım gelen yerleri not ettiğim spiralli defterin yalnız haline acıdım. Yanı başında boş yarım litrelik bir pet şişe, içi izmarit dolu çorba kasesi, boş bir kahve fincanı, daha boş bir kulplu cam bardak, onun altında sandalyenin sağında üstü başı tozlanmış bir buçuk litrelik yarısı dolu su şişesi vardı. Bunlar ona, yalnızlığını unutturabilecek şeyler değildi. İlla ki beni istiyordu. Benimle beraber yatağa gelmek istiyordu. Ona dokunmamı, okşamamı, üzerinde gelip gitmemi istiyordu. Bunu istiyordu, bir gün bitmek de istemiyordu. Kibarca ‘tükenmek istemiyorum’ diyordu. ‘Neden, bir deftersin sen, bitersin, niye bu kadar uzatıyorsun mevzuyu’ diye sitem etmiştim. Asıl sitem hakkı onunda.
‘Aptal, kendine gel’ diyen biri kendi ellerimle yüzüme sert bir şekilde vurmuştu. Ağırlaştırılmış versiyonuyla aslında tokadın et parçasını mahvettiğini düşündükçe içim cız da etmedi. İyi olmuştu, hak etmiştim.
Çingene pazarına girdiğimde, satıcıların çoğu yere serdikleri bezin üzerindeki malları kaldırmaya başlamışlardı. Şişman çingene kız vardı. Diğer zayıf olanın pek akıllı olmadığına kanaat getirmiştim. Şişman çingene kız poşete sigara kartonunu koyarken, dudaklarının kuruduğunu fark etmiştim. Susamış olmalıydı.
Siyah poşetle beraber arkadaşların çağırdığı cafeye gitmiştim. Okey oynarken yancı diye gelen arkadaşın ağzı sarımsak kokuyordu. Karı kız meselelerinin muhabbetini sevmediğini bildiğim için, kendimi ağır kötü nefes bombardımanından koruma harekâtına başladım.
-Bir kız var, bana ayarlamaya çalışıyorlar. Evlensem mi diye düşünüyorum.
-Evlen tabi, sünnettir evlenmek. Hem çocukların olur, ailen olur. (Nefesi ciğerlerimi yerinden sökecek gibiydi)
-Yalnız sorun var.
-Sorun mu? Hayrolsun inşallah?
-Kız şişmanmış dediler.
-Şişman mı? Olsun, evlenince zayıflar. Sen tedaviye götürürsün, beraber yürüyüş yaparsanız.(Sus Allah aşkına!)
-Bilmiyorum ya, şişman biriyle olur mu?
-Eh azizim, sen de hafiften şişman sayılırsın. Şişman şişman iyi geçinirsiniz işte.
-Benim derdim farklı.
-Ne bakalım, anlat derdini mübarek!
-Ya hissetmezse diyorum.
-Ne hissetmezse?
-Şeyi canım, anlasana, yaparken, yağdan hissetmezse.
-Anlayamadım pardon?
-Yahu anla be, aganigi naganigi!
-Hay Allah seni kahretmesin! Sana yancı olan da hata birader!
Oh, dünya varmış. Oksijen varmış. Hala kesilmeyen bir sürü ağaçlarımız varmış. Oh!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.