İn Hefeda Uğde Yefilbir*
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
1980’li yıllardı. Güneydoğu’da sınırda bir şehire mühendis ünvanıyla atanmıştım. Buraya geleli daha bir yıl olmamıştı ama ben bu şehre bir türlü alışamamıştım. Öncelikle çok sıcak bir yerdi. Sıcak iştah bırakmamıştı. Gün geçtikçe eriyordum. Samimi arkadaşım yoktu. Müdürle aram soğuktu, kendisinden pek hoşlanmamıştım.
Sıcak bir yaz günü dairede oturuyordum. Odada klima, vantilötör olmadığından ince bir defterle suratımı yellendiriyordum. Odacı yanıma yaklaştı, Müdür’ün beni istediğini söyledi. Kalktım, Müdür yazan kapıyı tıklatıp içeri girdim. Müdür’ün elinde bir zarf vardı.”- Gözünaydın Adnan! On günlük bir seminere, … iline gideceksin. Dört yıldızlı bir otelde kalacaksın. Artık bir yemek ısmarlarsın bana, tamam mı?” Odama gelip sarı zarfı açtım. Unicef bütçesiyle düzenlenen bir eğitim seminerine katılacaktım. Seminerin adı ilginçti: ”Türkçe’yi Düzgün Kullanma ve Diksiyon Eğitimi Semineri”
Ertesi gün bakımsız bir otobüsle seminerin yapılacağı şehre geldim. Bu şehir benim yaşadığım şehirden pek farklı değildi. Yollar toz içindeydi. Çöp kutuları ağzına kadar doluydu. Yanlarından geçerken burnumu tutarak yürüyordum. Erkekler de kadınlar gibi uzun entari giymişler başlarını puşiyle veya renkli tülbentle örtmüşlerdi.
Eğitimin verileceği otele vardığımda öğleden sonra olmuştu. Otelin kapısının yanındaki direklerin arasına seminerin adını yazmışlardı. Otelin içinde tayyör giymiş, genç ve güzel bir bayan beni karşıladı. Resepsiyonun yanındaki küçük bir masaya davet etti. Masadaki başka bir güzel bayan ismimin yazıldığı boyundan asılan kimliğimi yanında bir kalem ve ince bir ajandayla birlikte gülerek bana uzattı. Daha sonra kalacağım odanın anahtar-kartını aldım, kapıya kartı okutup içeri girdim.
Oda üç kişilikti. Biraz sonra odaya esmer, gözlüklü bir genç girdi. Adı Talip’ti. O da Güneydoğu’da yakın bir ilden buraya gelmişti. Biraz muhabbetten sonra Arap asıllı olduğunu söyledi. Daha sonra üçüncü arkadaş da odaya girdi. Uzun boylu, kilolu bir gençti. Batı Anadolu’nun küçük bir ilinde doğmuştu. Güneyde bir ilde görev yapıyordu. Adı İbrahim’di.
Ertesi gün üç oda arkadaşı eğitimin verileceği salona vardık. Amfi şeklindeki salonda arkalarda bir yere oturduk eğitimin başlamasını beklemeye başladık. Biraz sonra eğitim başladı. Siyah, kemik gözlüklü sarışın bir kadın kürsüye çıktı, Türkçe’nin öneminden, diksiyonun anlamından, akıcı konuşmadan vs. bahsetti. Bir saat kadar sonra ara verildi. Talip, İbrahim ve ben amfinin yanındaki uzun salonda elimizde çaylarla oturduk, diğer şehirlerden gelen bayanlı erkekli katılımcılarla sohbet ettik.
İkinci derste güzel öğretmen hatalı kullanılan sözcüklere örnekler verdi: herkez değil herkes, yanlız değil yalnız diyecektik. Talip bazı kelimeleri yanlış telaffuz ediyordu. Onu uyarıyor doğru kelimeyi söylüyor, tekrar yanlış söyleyince kahkahayla gülüyordum. Ders sıkmaya başlamıştı. Nihayet ders bitti herkes (sonu s ile, doğru yazdım!) serbest kaldı. Talip, İbrahim ve ben kendimizi otelin giriş katındaki yüzme havuzuna deyim yerindeyse “attık”. Küçük havuz kısa bir sürede insanla dolmuştu. İbrahim çekingendi. Kızlara bakmamaya çalışıyordu. Yüzme de bilmiyordu. Ayaklarının değdiği yere kadar gidiyor sonra tekrar geri dönüyordu.
Akşam yemeğini açık büfede yedikten sonra bu sefer de otelin diskosuna “aktık”. İbrahim içki içmiyordu O’na soda söyledik. Talip’le ben bir yandan biralarımızı içiyor bir yandan da pistte dans edenleri seyrediyorduk. Bayağı keyiflenmiş, neşemizi bulmuştuk. Biraz sonra üç delikanlı piste çıkıp hünerlerimizi göstermeye başladık.
İbrahim yüzmede olduğu gibi dansta da zayıftı. Ellerini hafifçe yukarı kaldırıyor bize eşlik ediyordu. İbrahim ve ben içkinin de tesiriyle coştukça coşmuştuk. Karşımızda oynayan kızların elinden tutup kendi etrafında döndürüyorduk.
Seminerde ikinci gün de birinci gün gibi geçti. Önce ders sonra havuz. Havuzda serinledikten sonra İbrahim, Talip ve ben dışarı çıkmaya, konuk geldiğimiz bu şehri tanımaya karar verdik.
Şehirde en çok dikkatimizi çeken şey fakirlikti, mahrumiyetti. Şehrin en merkezi caddesi bile pislik içindeydi. Yollar, kaldırımlar çakır çukurdu. Karnımız acıkınca cadde üzerinde bir lokantaya oturduk. Patlıcan kebaplarımızı afiyetle yedik sonra gezinmeye kaldığımız yerden devam ettik.
Ana caddeden sola dönüp bir yokuşa doğru yürümeye devam ettik. Fakirlik yüzünü daha belirgin gösteriyordu buralarda. Yolumuzun önünde cılız cılız akan bir çeşme gözümüze çarptı. Kadınlar ellerinde kovalarıyla çeşmenin önünde kuyruk oluşturmuştu. Tam yanlarından geçerken bağrışmalar başladı. İki kadın anlamadığım bir lisanla saç saça baş başa birbirlerine bağırıyordu. Talip kadınların Arapça konuştuğunu bana fısıldadı. Kadınlardan biri başkasının yerine kaynak yapmış bu da çıngarın çıkmasına sebep olmuştu.
Yokuşu çıkmaya devam ediyorduk. Karşımızda eski püskü bir bakkal dükkanı göründü. Talip sigara almak için dükkandan içeri girdi. İbrahim’le ben dışarda kalıp Talip’i bekleme başladık. Birden beş altı yaşlarında bir çocuğun pantolonumun paçalarını çekiştirdiğini fark ettim. Alçak, titreyen bir sesle söyleniyordu: “-İn hefeda uğde yefilbir! İn hefeda uğde yefilbir!”
İbrahim’le ben birbirimizin yüzüne baktık. Acaba ne demek istiyordu? Küçük kız pantolonumu çekiştirmeye devem ediyordu. Kötü bir olay olduğunu tahmin ediyordum ama kızın konuşmalarından bir tek kelime bile anlamıyordum.
Ben dükkandan içeriye :”-Talip, Talip” diye bağırmaya başladım. Talip’ten ses seda yoktu. İbrahim hızla dükkandan içeriye girdiğinde Talip’i içerde bakkal sahibi ve diğer müşterilerle hararetli bir muhabbete daldığını gördü. Birazdan İbrahim’le Talip hızla dışarıya çıktılar.Talip küçük kızın yanına çömeldi, Arapça bir şeyler söyledi. Sonra kızın elinden tutup koşmaya başladılar. İbrahim’le ben de onların arkasından koşturmaya başladık.
Ağaçlık bir alana doğru geldik. Birazdan önümüzde bir su kuyusu belirdi. Talip kuyudan aşağıya doğru Arapça bir şeyler söyledi. Kuyunun içinden ağlama sesleri gelmeye başladı. Talip bir kibrit çaktı kuyunun içine doğru tuttu. Aşağıda küçük bir kız çocuğu elleriyle kuyunun taşlarına tutunmaya çalışıyordu. Talip ile İbrahim ağır ağır kuyuya indiler. İbrahim kızı dikkatlice Talip’in sırtına aldı ve tekrar ağır ağır kuyudan dışarı çıktılar. Küçük kız hemen ablasına sarıldı. “- Uğt**!Uğt!” diye ağlamaya başladı.
Talip bana doğru gülümseyerek baktı:”- Bu yörelerde insanları anlamak için diksiyona değil dil bilmeye ihtiyaç var Adnan.”
( *: ablam kuyuya düştü anlamında)
(**: abla anlamında)
YORUMLAR
ukhtiye fil biyr, yani kardeşim kuyuda. çok önmeli bir noktaya değindiniz. özellikle güneydoğulu olan vatandaşlar türkçeyi ikinci dilleri olarak öğreniyorlar. haliyle anadili türkçe olan vatandaşlar gibi net telaffuz edemiyorlar. çünkü iki dil, bazen üç dil birden konuşuyorlar. maalesef insanlar onları konuşmalarından dolayı aşağılıyorlar. bu da kardeşliğe yapılmış en büyük darbe. tebrik ederim.