- 1022 Okunma
- 5 Yorum
- 1 Beğeni
Dos Equis Ambar
“Haklıymışsın...”
Haklıydım tabii. Çift başlı balta sunağın üzerinde duruyordu. Fazla dikkatli olmayan gözler bile zamanında epey hareketli günlere tanık olduğunu söyleyebilirdi. Deri kabzası aşınmış, söylentiye göre Mirkwood ormanından getirilen ahşap sap ortaya çıkmıştı. Sapta çentikler vardı. Ama mitrilden yapılma çift baş tüm dikkatimizi üzerinde topluyordu. Kimbilir ne kelleler almıştı bu balta! Ne kollar koparmış, ne kara irinler saçtırmıştı ortalığa! Elime aldım...
O-oh! Hafifti! İnanılmaz hafifti. Neredeyse sadece sapının ağırlığını hissediyordunuz. Kişi bundan her elinde bir taneyle savaşabilirdi. Çok hızlı, birbirini takip eden manevralar yapabilirdiniz. Şahaneydi.
“Ruh Sökücü...”
“Adı bu mu? Halbuki ben ruhani şeylerden hoşlanmadığınızı sanıyordum...”
“İyi ya işte! Hoşlanmadığımız şeyleri söküp alıyoruz.”
Çok bilmiş elf...
“Daha çok yolumuz var” dedi Sırların Efendisi. “Zaman kaybetmeyelim.”
Babamın baltası elimdeydi. Ben yolumun sonuna gelmiştim. Ama Efendi’ye sözüm vardı; onunla sonuna kadar devam edecektim.
Kulenin dar, dönen merdivenlerinden aşağı inmeye başladık. Normalde hep önden giden elf bu sefer en gerideydi.
“Ne o? Önünü göremeyince korktun mu?” diye laf attım ona. Cevabının ne olduğunu ise asla bilemedim çünkü yosun tutmuş taşa basıp da kayınca basamaklarından aşağı yuvarlanmaya başladım. Zırhımın parçaları taşlara çarptıkça çınlıyor, çınlama da koridorlarda yankılanıyordu. En sonunda bir sahanlıkta durabildim. Uzaklarda yankılar devam ediyordu.
“Sessizce sızmayı denememiz buraya kadarmış.”
Elf yanıma yaklaşıp “Eğer ben önden gitseydim şimdi üzerime düşmüştün.” diye fısıldadı. Elimde olsa baltayı yüzüne savururdum ama ne yazık ki baltanın üzerinde oturuyordum.
Koridorlardan böğürtüler, çığlıklar gelmeye başlamıştı. Bir şeyler yapmalıydık yoksa sayısını düşünmek bile istemeyeceğimiz kadar çok ork üzerimize çullanacaktı.
“Kulenin altından nehre çıkan bir geçit olmalı.” diye tahmin yürüttü elf.
“Doğru mahzene o zaman...”
Tekrar koşmaya başladık. Yine en öndeydim. Koridor ikiye ayrılınca:
“Sağa mı, sola mı?” diye sordum.
“Nemi takip et.”
“Yani?”
“Sola... Sola...”
Beklentimizin tersine nehre giden tünel bir yoktu. Gösterişsiz bir kapıdan çıkınca kendimizi açık havada buluverdik.
“Eee?”
“Patika... Devam et, durma!”
Yine kendimizi koşar durumda bulmuştuk. Neyse ki peşimizde orklar vardı; söylenmeye fırsatım olmuyordu. Birkaç dakika içinde nehrin kıyısına geldik. Sular aşağımızdan, en altı adam boyu aşağıdan akıyordu.
“Atlayacak mıyız?” diye sordum, “üzerimdekilerle kesin dibe çökerim.”
Elf nehrin yukarısını işaret etti:
“Oradaki köprüden geçebiliriz. Karşı kıyı suyun seviyesinde. Sandal bulabiliriz.”
“Deli misin? Orklar da o tarafta. Köprüden geçeceğiz diye onlara doğru mu koşacağız? Bu delilik! Bu akla zarar bir şey.”
“Ben suya atlamaya hazırım” dedi elf, “ya sen?”
...
Masadaki herkes kapanlanmış gülüyordu, ben hariç. Şakadan dışlanmış biri olarak durumdan hiç memnun değildim.
“Ne oldu? Neyi kaçırdım?”
“Sen ‘akla zarar’ dedin ya...”
“Evet? Öyle denmiyor mu?”
“Deniyor... Deniyor da, bizim aklımıza başka bir şey geldi. Sen bilmezsin ama Charlotte şehrinde bir Akla Ziyan Köprüsü vardır. Sen söyleyince oradaki anılarımız canlandı.”
“Hepinizin mi anısı var o köprüde?”
“Yok, o gün hepimiz birlikteydik. O gün sağduyunun tatile çıktığı bir gündü. O gün... İyisi mi biz o günü anlatmak için daha önceki bir güne gidelim.” dedi Pete. “Steve, sözü almak ister misin? Malum, başrolde sen varsın.”
Grubun en sessizi ev sahibimiz Steve’dir. Herkes bir ağızdan konuşup, kimsenin kimseyi dinlemediği zamanlarda bile Steve sessizliğini korur. Genelde tartışmayı bağlayan onun cümleleridir. Bunu yapamadığında ise konuyu değiştirmeyi becerir: “Bir bira daha isteyen var mı?” ya da “Hint mi, Çin yemeği mi söyleceğiz” gibi.
Bana değişik gelen bir insandır. İskandinav havasıyla, at kuyruğu yaptığı sarı saçlarıyla uyuşmayacak şekilde acı sever. Evine Acısso’yu dörder litrelik şişelerde alan bir tek onu tanırım. Kendisiyle bira zevklerimiz de örtüşür; hatta bana Dos Equis Ambar’i tanıtan da odur.
O akşam da elinde Dos Equis şişesi, masanın mutfağa yakın köşesinde fazla konuşmamayı planlarken kendini bir anda bir hikayenin asıl anlatıcısı konumunda bulmuştu. Kenny’le Patrick’in heyecanı karşısında fazla direnmedi ve anlatmaya başladı:
“Yıllar önce, sen de sekiz, ben diyeyim yedi, Patrick desin altı, Kenny desin...”
“Steve! Uzatma.”
“Ne yapayım, hikaye anlatmak benim işim değil ki... Siz istediniz. Ne diyordum? Yıllarca eşimle değişiklik yapalım, yeni insanlar tanıyalım, yeni uğraşlar edinelim dedik ve farklı gruplarla bir araya geldik. Bunlardan bir tanesi de internetten tanıştığımız bir çiftti. Akşamları buluşuyor, eve yemek söylüyor, çeşitli oyunlar oynuyorduk. Klasik masaüstü oyunları; monopol, risk filan işte. Zamanla artık onlu yaşlarımızda olmadığımızı farkedip, oyun oynamanın dışına çıkabileceğimizi düşünmeye başladık. Dört yetişkindik... Anlamışsındır herhalde. Tamamlayayım mı?”
“Bir fik-fikrim oldu...” diye kekeledim, “ama biraz daha detay beni daha az karanlıkta bırakacak.”
“Aklına ilk gelen olmadı. Işığı söndürüp kim kimi yakalarsa oynamadık. Eş değiştik.”
“Yanlış bir şey olmadı yani.”
“Yanlış derken... Merak ediyorsan söyleyeyim, ben karşı tarafın sadece kadınıyla yattım, eşim de sadece erkeğiyle.”
“Ah güzel! Sapkın bir şey yokmuş ortada.”
Laf bir anda ağzımdan çıkıvermişti; bu sayede kekelememin de kaybolduğunu farkettim.
Steve duraksadı ama fazla da bozuntuya vermeden devam etti:
“Aradan fazla geçmemişti ki eşim bu tarz zaman geçirmemizden sıkıldı. Devam etmek istemediğini söyledi. Gerçi benim pek bir şikayetim yoktu ama o, belki de en başından beri, beni hoş tutmak için olanlara katlanıyordu. Yapacak bir şey yoktu, yolun sonuna gelmiştik.”
“Ama yolun sonu bizi duvara değil, bir köprüye çıkardı.” diye sözü aldı Patrick. Sonra Kenny’e bakıp, ikisi hep bir ağızdan ve yüksek perdeden tamamladılar :
“Akla Ziyan Köprüsü’ne!”
Steve anlatmaya devam edecekti ama Patrick izin vermedi:
“Dur! Buraları ben anlatayım. Senin ilk cümlen sonunda ne olacağını ele varıyor.” Sonra bana dönüp:
“Yıl... Boş ver yılı. Aylardan Haziran... Charlotte’ta, ConCarolina’dayız. Bakma öyle, biliyorsun ne olduğunu: Bilim kurgucular ve fanteziciler kongresi. Kongrenin ikinci günüydü. Öğle yemeği için geleneksel Meksika lokantasına gitmiş, orada Steve yemeği az acılı bulduğu için önce garson, sonra idareci ile tartışmış, sonunda da sakinleşmek üzere yürüyüşe çıkmıştık. Steve her zamanki gibi mırıl mırıl ‘grup macerası’ndaki son gelişmeleri anlattı. Parkttaki köprünün üzerine geldik. Geçen yüzyılda evcilleştirilmiş dere sakin sakin akıyordu. Steve dereye baktı ve karar verdiğini söyledi. Biz şaşırdık. Karar zaten eşinin çekilmek istemesiyle verilmişti. Steve koca bir ‘Hayır!’ dedi. Karşı tarafın kocası Steve’e gelmiş ve eşinin çekilmesinin bir şeyleri değiştirmemesi gerektiğini söylemiş. Hatta demiş ki: ‘Karım senden çok hoşlanıyor. Ben de karımı çok seviyorum. Onu memnun etmek için bizim yanımıza taşınır mısın?’ Evet, aynen böyle demiş.”
“Ohannes Hacınlıyan!”
“O da ne?”
“Boş verin. Benim Türkçe konuşurken arada sırada kullandığım bir ünlem. Bekleme yapmayıp, köprüye doğru ilerleyelim lütfen.”
“Bizim de benzer ünlemlerimiz oldu o köprü üzerinde. Ama asıl vurucu nokta Steve’in teklifi kabul ettiğini söylemesiydi.”
“Nasıl yani? Gerçekten taşındı mı?”
“Steve yapacaklarını söylemez ama söylediklerini mutlaka yapar. Ne yapacağını açıkladığında neredeyse köprüden aşağı düşüyorduk. Adam karısını bırakıp, başka bir çiftin yanına taşınmaktan bahsediyordu. Çok geçmeden dediğini de yaptı. Herhalde akşam eve döndüğünde ‘Kocası! Sevgilime söyle, ben geldim’ diye bağırıyordu.”
“Ben anlamadım. Kadının kocasının niye Steve’i davet ettiğini merak etmiyorum. Belli ki adam benden farklı bir boyutta yaşıyor. Ama Steve bu daveti niye kabul etti? O anda yanında olan kadın bir gece önce eşinin yanında. Kim ister ki bunu?”
Patrick konuşurken birasını tazeleyen Steve sözü tekrar ele aldı.
“Şöyle düşünürsen belki anlaman daha kolay olabilir. Evlilik ya da beraber yaşama birisiyle çıkmaya gibi benzemiyor; daha farklı boyutları var. Artık tek hedefiniz iyi vakit geçirmek değil. Birbirinize karşı, yaşadığınız mekana, ortak hayatınıza karşı sorumluluklarınız var. İş dönüşü birbirinin gününü dinlemek ya da tatilleri karşı tarafın ailesiyle geçirmek gibi. Çocukları saymıyorum bile.”
“Bizim üçlü sistemde ise bütün yük kocanın omuzlarına kalıyor. Kadını talep ettiği sorumlulukları o yükleniyor. Ağlama duvarı kadrosunda o var. Evde bir şey bozulduğunda o tamir ediyor. ‘Sen çok değiştin’ cümlesinin muhattabı yine o. Benim payıma ise sadece keyif çıkarmak düşüyor. Hatta biriyle çıkmaktan bile daha güzel. Seviştikten sonra o odasına çekiliyor, ben ise tek başıma, kocaman yatağımda uyuyorum. Benden ayrılıp adamın yanına gitmesi de dert değil. Yatakta diğer adamdan da iyi olduğumu biliyorsam, onların birlikteliğini niye dert edeyim?”
“Peki üçünüz beraber hiç vakit geçirmiyor muydunuz?”
“Ara sıra film ya da dizi seyrediyorduk. Bizi daha çok aynı evi paylaşan kişiler olarak düşünebilirsin. Kadın ise canı kimi isterse onunla vakit geçiriyordu.”
“O zaman senin odandan çıkmıyordur?”
“Başta öyle değildi ama giderek iş ona dönüştü. Zaten çok dengeli biri de değildi. Bana kızıp adama kötü davranmaya filan başladı. Ben soğudukça onun yalpalaması da arttı. Fazla geçmeden yaptığım seçimden pişman olmuştum.”
“Doğru söylüyor” dedi Patrick, “Omzumda ağladığını bilirim.”
Öykünün sonunu sormadım. Biliyordum zaten. Biz masa başında toplanmış oyun oynarken Steve’in karısı da aşağı katta televizyon seyrediyordu.
Biramın bittiğini neden sonra farkettim. Dolaba gittim ama benim zuladan kalanları Patrick temizlemişti. Steve’inkilerden birine uzanacak oldum:
“Dos Equis’ime dokunma!”
YORUMLAR
Diğer iki bölümle olan bağlantısını bilmeden bu bölümü okudum. Başta o fantastik kısım da neyin nesiydi acaba diye düşündüm. Allah'tan yorumunuzda o kısmın oyun olduğunu belirttiniz de tek kafa karışıklığım da ortadan kayboldu.
Adamlar içtikleri şeyin etkisiyle yaşanmamış şeyleri yaşanmış gibi görüyorlar sanki. Kendi kendinizi eleştirmişsiniz. Bence ağın atılışı da geri toplanışı da iyiydi. Ben seviyorum böyle öyküleri. Yeter ki bir kamyonun kafeye dalması gibi olmasın o geçişler.
Yazıya son bir kere baktığımda ben bunu neden okurum diye sordum kendime. İçinde belirgin bir duygu yok, şaşaalı bir anlatım değil, dramatik bir durum yok, çok sevdiğim tasvirler yok...vesaire. Ama gayette ilgiyle okudum mu okudum. Diğer çalışmalarınızı da öyle, genel konuşmak gerekirse. Nedenini biliyorum. Ben İlhan Kemal öyküsü okurken gözümdeki beyaz perde açılıyor. Bildiğiniz film izliyorum. Kişilere üzerindeki giysileri dahi bilecek kadar zihnimizde cisim veriyorsunuz ama aslında bunun hakkında tek kelime yazmadan. Bunu görebilmemizi sağlıyorsunuz. Zaman geçişleri bazı okurları yorabilir ama buna karşılık çok akıcı bir anlatımınızın olması öyküyü dengeliyor. Diyalogları imgeye boğsaydınız o kendinizi eleştirdiğiniz kısımda size hak verebilirdim. Ya da insanlığa mesaj vermek gibi gereksiz bir misyon üstlenseydiniz ve bunu gözümüze soka soka yapsaydınız...Bu yazıda ahlaken tasvip etmeyeceğimiz vakalar geçiyor ama yazar gayet tarafsız. Yargı okura kalmış. Yazar hikayenin sonunu bildiğini söyleyip adamın karısının alt katta tv izlediğini belirtmekle yetinmiş. Yok efendim öyl ahlaksızlığın sonu şu olur bu olur, zavallı kadıncağız, utanmaz herif, tüh tüh vah vah olayına hiç girmemiş. Girseymiş herkesin anlayabileceği klasik halk öykülerinden biri olacakmış. Benzerlerini komşular günlerde falan anlatıyorlar. Elbette iyi yazmak esrarengiz havalara bürünmek ve kimsenin anlayamayacağı bir şeyler yazmak değil. Ama okur olmak da emek isteyen zor bir iş. Bazen yazmaktan da zor.
Sanırım karışık anlattım ama neyse siz anlarsınız ve toparlarsınız zaten. Avcum dikişli gördüğüm yanlışı bile silip düzeltmek gözümde büyüyor.
Bir sonraki boş zamanımda diğer bölümleri okuyacağım inşallah. O zaman daha sağlam konuşabilirim sanırım.
Saygılarımla.
Aynur Engindeniz tarafından 6/26/2015 1:03:38 PM zamanında düzenlenmiştir.
İlhan Kemal
Aslında bu dört öykülü proje (Sonuncusunu haftaya yazmayı planlıyorum) bir klişeyi temel alıyor: Gerçek kurgudan daha şaşırtıcıdır. Baştaki oyun kurguyu temsil ediyor. Karakterler yaratıyorsunuz, onları akıllı, uslu şekilde hareket ettiriyorsunuz. Maceralar yaşatsanız bile o fantastik dünya, sonrasında gelen, masa başındaki anılardan daha ilginç olmuyor (Teoride böyle) Adamların anlattıkları kendi anıları ise birebir gerçek hikayeler. Örneğin bu öyküde masa başındaki tek kurgusal davranış Steve'in birasını yüksek sesle sahiplenmesiydi.
=> Yazıya son bir kere baktığımda ben bunu neden okurum diye sordum kendime. İçinde belirgin bir duygu yok, şaşaalı bir anlatım değil, dramatik bir durum yok, çok sevdiğim tasvirler yok...vesaire. Ama gayette ilgiyle okudum mu okudum.
Herhalde hayatta alıp alabileceğim en olumlu yorum budur. Daha ötesini hayal edemiyorum.
=> Bu yazıda ahlaken tasvip etmeyeceğimiz vakalar geçiyor ama yazar gayet tarafsız. Yargı okura kalmış.
Eğer biraz okunabilir bir şeyler yazmak isteniyorsa açık mesajlardan uzak durulmalı. Zaten kapalı olanları yeterince veriyoruz (Mesela Steve'in başına gelenleri anlatmaya değer buluyorsam bu benim söz konusu olayı en azından garipsediğimi, anlatmaya değer bulduğumu gösteriyor)
=> Elbette iyi yazmak esrarengiz havalara bürünmek ve kimsenin anlayamayacağı bir şeyler yazmak değil.
Benim idealim şömine başında anlatılan, bittiğinde de herkesin odasına çekildiği öyküler yazmak. Yazılanla insanları sıkmak çok kolay çünkü sıkılma zaten eşyanın doğasında var. Ben önemli olanın bunu değiştirmek olduğunu düşünüyorum. Anlaşılmaz metinler yazmak da zor değil. Zaten anlaşılmamaktan, anlaşamamaktan dem vurup duruyoruz. Bir şeyler çiziktirip bu iletişimsizliği sürdürmek zor olmasa gerek. Sorun bu iki hendeğe de düşmeden, sonrasında insanların üzerine kafa yorabileceği (ya da en azından hatırlayacağı) bir şeyler ortay çıkarmak.
Saygılarımla.
Aynur Engindeniz
Saygılarımla.
İlhan Kemal
Yok daha neler!
bu bölüm, her iki kısım için de bayağı ivme kazandı. cücenin babasına ulaşması ve ardından başlayan kovalamaca heyecanı artırdı, öte yandan steve'in meşrep genişliği şok etti, fakat bu trajikomik durum şokun ardından çoğunlukla beni güldürdü.
esprileri parçanın içine ciddiyetle yerleştiriyorsunuz. bu da aynı karşımda yüzyüze anlatan birinin esprileri gülmeden yapması ve benim duruma daha çok gülmeme sebep olan bir durumu yaşamama neden oluyor :)
çok güzel bir bölümdü. bölüm bittiğinde keşke dedim steve'in birasını sahiplenme duygusu genelgeçer bir durum olsaydı. elinize sağlık. saygılar.
İlhan Kemal
Defter'e gelmeden önce yazdığım üç beş öykü de mizahi yazılardı, hatta mizah dışında bir şey yazamayacağımı düşünüyordum ama Defter'deki deneyimim bana bunun tersini kanıtladı. Yine de mizah ara ara beliriyor; o kadar da asık suratlı olamıyorum. Beğenmenize sevindim. Özellikle mizah alanında kişinin kendisinin ne kadar başarılı olduğunu bilmesi kolay değil.
İtiraf edeyim, öykünün o noktası tamamen uydurmaydı. Gerçi genelde Steve'in biralarını pek ellemezsiniz ama o da asla yüksek sesle sizi uyarmaz. Başka şeyleri de bu kadar sahiplenmeliydi mi? Olaylar o kadar gerekli olmadığını gösteriyor. Baksanıza, eski düzenini yeniden oturtmuş. Saygılarımla.
Standartların çok üzerinde kendinize has tarzınızla uzaklardan yazıyorsunuz.
Ne Güzel ...
Keşke okuduğunuz yazıları da yorumlasanız siz bilge kalemden yararlanılsa ne iyi olur
Selam ve Saygıyla.
İlhan Kemal
Yazılara yorum yapmak daha da beter. Sonuçta ortada çözülecek somut bir problem yok. Sizin ''Bu öykü kıvamını tutturamamış'' dediğinize bir başkası ''Yoo, gayet yerli yerinde'' diyebiliyor ve ikiniz de belirli düzeyde haklı olabiliyorsunuz. Bu da yetmiyormuş gibi benim edebi olarak formasyonum da yok. Lisans seviyesinde edebiyata giriş dersi bile almadım. El yordamıyla, kendimin okumaktan hoşlanacağı öyküler yazmaya çalışıyorum.
Arada bir Aynur Hanım'ın yazdıklarına bir iki cümlelik yorumlar yapıyorum; onu da kendisinin hoşgörüsüne sığınarak. Her Defter yazarımız da onun kadar hoşgörülü olmuyor.
Güzel sözleriniz için çok teşekkür ederim. Saygılarımla.
İlhan Kemal
Öte yandan kalabalık bir kadro var: Oyunda yaratılan üç karakter, oyunu oynayan dört kişi, anlatılan anıda yer alan bir üç kişi daha: Toplamda on kişi. Bu kadar kısa bir öykü için akılda tutulması zor bir kalabalık. Üstüne üç tane mekan var: Orta Dünya, masanın etrafı ve anının anıldığı geçmiş platformu. Kafa karışıklığını doğal karşılamak lazım.
İleri geri sarmalar öyküye bir derinlik verse de okuyucu açısından da zorlayıcı oluyor. Öyküde Patrick diye anılan kişi Game of Thrones'u sırf anlatımın sürekli mekan ve karakter değiştirmesi yüzünden okumadığını söylemişti.İşin kötüsü bu kadar sarmaya rağmen anılardan ya da fantezilerden sıyrıldıkları nokta masa etrafı kurak kaldı.
Bu tarz değişimler üzerine epey alıştırma yapmam lazım ki okunur bir şeyler ortaya çıkarayım.
Yerinde yorumlarınız için teşekkürler. Saygılarımla.