- 524 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
UYANIK ÇOCUK
Sabah ezanını okuyan müezzinin sesi yankılanıyordu.
Nermin Hanım, eşi İbrahim’in omzuna dokunarak onu uyandırdı. Esneyerek ayağa kalkan İbrahim, kırmızı boyalı pencereyi açtı. İpek tül gibi yüzünü okşayan rüzgâr, bahçedeki güllerin kokusunu odaya taşıyordu.
İbrahim on beş yıldır tuğla fabrikasında çalışıyordu. Orada ustabaşıydı. Sabah erkenden yola çıkıyordu. Evden ayrılırken şöyle dua ederdi:
“Allah’ın ismiyle çıkarım. Ben Allah’a iman ettim. Ona dayandım, işlerimin sonunu ona havale ettim. Beni kötülüklerden koruyacak ve iyiliklerde muvaffak edecek Allah’tan başka hiç bir kuvvet sahibi yoktur.”
Akşama kadar toz toprak içinde çalışan İbrahim, eve yorgun argın dönerdi. Uzandığı kanepeye yığılıp kalırdı. O dinlenirken evdekiler sessizliğe bürünür, fısıltıyla konuşurlardı. Bu bekleyiş kısa sürerdi. Nihayet, akşam sofrası kurulunca evin içindeki hareketlilik karınca yuvasını aratmazdı.
Bu akşam İbrahim’in keyfine diyecek yoktu. Maaşına zam yapıldığını söylediğinde herkes sevindi. Emrullah, mavi gözlerini kocaman açarak:
- Babacığım, artık bana bisiklet alabilirsin değil mi?
- İnşallah alırız oğlum. Hem de en kralından!
Nermin Hanım da heyecanlıydı: “İbrahim, çamaşır makinesi de alalım mı?”
- Benim vefalı hanımım, istediğin çamaşır makinesi olsun, onu da alırız. Bir de Feyzullah’ı dinleyelim: “Oğlum, söyle bakalım sen ne istiyorsun?”
Feyzullah akıllı ve tıknaz bir çocuktu. Bilgiç bir eda ile konuştu: “Babacığım, senden iki şey istiyorum birincisi, bana cüzdan alır mısın?”
- İstediğin cüzdan olsun, alırım alırım... İkinci isteğin neydi?
- Yaz tatilinde çalışıp okul masraflarını karşılayan arkadaşlarım var. Bu yaz ben de çalışmak istiyorum.
- Oğlum, el işinde çalışmak zordur. Henüz on üç yaşındasın. Bizim oğul ekmeği yememize daha çoook var!
Bu arada Nermin Hanım, nazik bir dille söze girdi: “Hiç de fena olmaz bey! ‘Sanat altın bileziktir.’ Belki çocuk meslek öğrenir. Hani senin berber arkadaşın vardı ya, onun yanına yarın gitsen de, çırağa ihtiyacı olup olmadığını sorsan ya!”
İbrahim derin bir nefes aldıktan sonra: “İnşallah yarın sorarım.” dedi. Emrullah: “Ben de çalışmak istiyorum.” diye ayağa kalktı. İbrahim ona:
“Beş yaşındaki çocukları çalıştırmıyorlar.” dedi.
Emrullah pazularını babasına gösterdi: “Ama ben seni güreşte yeniyorum! Büyüdüm!” İbrahim, “Öyle miii!” diye onunla halının üstünde güreş tuttu. Bu oyunu Emrullah yorulana kadar devam ettirdi.
Ertesi gün Feyzullah yeni elbiselerini giydi. Öğle sonu babasıyla dışarı çıktı. Haziran güneşi tepelerinde kızgın bir lav topu gibiydi. Çarşı Camii’nin alt caddesindeki berber dükkânına geldiklerinde İbrahim, selam vererek içeri girdi:
- Süleyman, kolay gelsin!
Süleyman, kırk beş yaşlarında, ufak tefek bir adamdı. Elindeki makası tezgâha bırakıp İbrahim’le tokalaştı. Süleyman İbrahim’e “Hoş geldin kardeş! Yarım saat sonra sıra sizde.” dedi.
İbrahim elini Süleyman’ın omzuna koydu: “Hoş bulduk kardeş. Biz buraya tıraş olmaya gelmedik. Çırağa ihtiyacın var mı diye sormaya geldik.”
Süleyman, elini sakalına götürürken tebessüm etti: “Hayırdır inşallah! Senin oğlanı da sayarsak, üç çocuk berber çırağı olmak için sırada bekliyor. Biraz daha bekleyin hele!” dedikten sonra onlara çay ikram etti. Çaylar içilip parmaklar çıtlatılmaya başladığında berber suskunluğunu bozdu. Elindeki tarak terden yapış yapış olmuştu:
“Yanımda devamlı çalışan bir çırağım var; o bana yetiyor. Ancak öğle sonu işler yoğun olduğundan bir kişi daha çalıştırabilirim.” Süleyman, yüzünü çocukların babasına dönerek konuşmasına öyle devam etti:
- Hepiniz arkadaşımsınız. Bu yarım günlük iş için birinizin çocuğunu seçersem, diğeri bana darılır. O yüzden çocuklarınızı bir sınavdan geçirmek istiyorum. Kazananı hemen işe alırım.
Ne soracağı merakla beklenirken, duvarda asılı duran tabloyu elindeki tarakla işaret etti: “Çocuklar, bu resimde pek az insanın fark edebildiği bir gariplik var. Resme dikkatle bakın ve ne gördüğünüzü söyleyin.” dedi.
Başında eğik duran şapkasıyla tabloya bakan çocuk ilk sözü aldı: “Deniz manzaralı bu resimde, kuşların sayısı çok az. Yelkenli gemide ise hiç insan görünmüyor. Ayrıca geminin direği de çok ince çizilmiş, düşecek gibi duruyor!”
Üzerinde beyaz çizgili, sarı gömlek olan kısa pantolonlu çocuk, “Resimdeki garip olan şeyi bulduuum!” diyerek oturduğu sandalyeden ayağa kalktı. Dükkândaki herkes dikkatle ona baktı:
“Kuşların çoğu denizin kenarındaki ağaçlara tünemiş. Baksanıza, ressam ağaçların arasına bir de küçük kulübe gizlemiş!”
Sıra Feyzullah’a geldiğinde o, kendinden emindi. Berbere döndü: “İşe alınır da bu mesleği öğrenirsem, babamı ve kardeşimi bedava tıraş edebilir miyim?”dedi. Süleyman, tebessüm ederek cevap verdi:
- Seni gidi uyanık çocuk seni! Önce ne gördüğünü söyle bakalım. Eğer doğru cevabı verirsen hem seni, hem de aileni kendi ellerimle bedava tıraş ederim.
İbrahim, oğlunu hayranlıkla süzerken Feyzullah, konuşmasına devam etti: “O resimde garip olan şey ne kuşlar, ne ağaçlar, ne deniz, ne de gemi. Dikkatle bakarsanız kulübenin çatısının beyaza boyandığını, penceresindeki camların buz renginde olduğunu görürsünüz. Anladığım kadarıyla ressam bu güneş manzaralı resmi bir kış gününde yapmış olmalı!”
Feyzullah’ı şaşkın bakışlarla dinleyen berber, elini Feyzullah’ın dizine vurarak: “Aferin sana! Benim beklediğim cevap da buydu işte. Evlat, baktığın şeyi iyi görüyorsun.” dedi.
Feyzullah, o tabloya bir daha baktı. Resmin içindeki yelkenli gemide olduğunu hayal etti. Karadan uzaklaştıkça kulübeye doğru el sallıyordu. Bu tatlı hayalden, berberin omzuna dokunmasıyla uyandı. İlk işi dükkânı süpürmek oldu. Çalışırken gözlerinin içi gülüyordu.
(Not: Bu hikaye, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları tarafından neşredilen Pınar’ın Günlüğü Yaz Anıları isimli çocuk kitabından alınmıştır.)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.