- 465 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
'düzmece'
‘Başlangıçta da söylediğim gibi, çevrede olup bitenleri incelemeye vakti olmayanların bu dünyada ne gibi anlam arayışı içerisinde olduklarını bilemezler.’
Profesör son sözünde çok iddialı konuşmuştu. Aklımda zerre kadar yer etmeyen koca ders bitmiş, kümes hayvanları bir sınıfa tıkıştırılmış öğrencilerin yüzlerindeki bayatlamış can sıkıntısı hemen belli oluyordu. Pek çoğu çıkar çıkmaz fakülte çıkışında onları bekleyen araçlara doğru hızla yürüyüp, kimi evine, kimi yurduna kimi de dışarıda arkadaşlarıyla toplanıp vakit geçirmeye gidecek. Av hayvanları gibi pek çok canlının ortak özelliği av olmamak için savunma mekanizmaları da hücumları gibi gelişmiş olmasıdır. Biraz solucan düşürücü gastrit ve kolona dair ilaçlardan tavsiye ettiğim arkadaşın bahsettiği yollu kız da üniversite okuyordu ama sanırım açıktan okuduğunu söylemişti arkadaş. Açıktan okumak nasıl bir şeyse! Çocukken açık cezaevinin, çok geniş bir bahçesi olan, insanların rahatça dolaşıp, vakit geçirebildiği bir yer olarak düşünürdüm. Kapalı cezaevlerinde kalan mahkûmlarınsa hiçbir zaman bahçeye çıkamadıklarına dair hayaller kurardım. Geçen gün bir lokantada mecburen bulunmuştum. Sanırım üçüncü kattaydı ve bir an lokanta çalışanlarının bir şeyin peşinden koşturduklarını fark ettim. Meğerse sokak köpeği merdivenleri çıkıp, içeri girecekmiş. Belli ki hayvan acıkmış, garsonun sesiyle beraber hayvanı aşağı götürme çabasında tekme de kullandığını az çok tahmin edebiliyordum. Sonra çıkışta o köpekle karşılaşmış, güneşin altında esnediğini, insanların kendisine karşı tavırlarından dolayı ezilse de, hiç yoktan Tanrı’nın yarattığı bir canlı olarak haklı bir yaşama güdüsüne sahip olduğunu tasvir eden görünüşü vardı. Bunları benim de uydurduğum söylenebilir, tabi uydurmak benim için bariz gündelik bir uğraş, her zaman uydururum. Uydurmaya bayılırım. İnsanların aksırmaktan, esnemekten, içmekten, yemekten, işemekten, sıçmaktan, sikişmekten başka özellikleri de var, evet ben de uyduruyorum mesela ama nedense en çok da ben zarar görüyorum. Bariz bir ilgi manyağıyım, bunu belli etmemeye çalışsam da, hayır, belli de ediyor olabilirim, rakı bardağına döküp bir dikişte içtiğim pastörize süt kadar da soğuk ve rahatlatıcı da sayılırım. Tabi, bir villanın bahçesinde bahçıvan olan arkadaşla okey oynarken, ona getirdiği kirazların tatsızlığından bahsederken de uyduruyordum. ‘Biliyor musun, senin bu kirazları topladığın gölün kıyısına yıllar önce pikniğe gitmiştik. Ah, yüzmüştük de sanırım arkadaşlarla. Neyse, orada hayatımda ilk defa bir tulumbadan su içmiştim. Aman Allah’ım, öyle bir soğukluk ve tatlılık, hayır, başka yerlerde de çok güzel sular içtim ama orada içtiğim su da içtiğim en iyi sular arasında sayılır. Sonra tulumbanın olduğu evin sahibi bahçesindeki o büyük kiraz ağacından kiraz alabileceğimiz söylemişti. Ne kadar da gönlü zengin insanlardı! Hanımının çiçekli bir eteği vardı. Karı koca kırk beş elli yaşlarında, toprağın insanlarıydılar. Hani beton içerisinde sıkışıp kalmış ve vicdanları da beton kadar sertleşmiş insanlardan değillerdi.’ İnce parlak çizgileri omuzundan başlayıp gömleğin en altındaki dikiş hattına kadar uzanan, bu arada gömleğin rengi siyah olan arkadaş anlamsız bir ifadeyle bakıyordu. ‘Akşamcılara benzemişsin iyicene. Lan tipe bak, neyse o kirazlar neydi be, hayatımda öyle kiraz yemedim. Yine başka bir zaman arkadaşın biriyle asma bahçelerini dolaşırken, bahçe sahiplerinden biri bize üzüm vermişti. Kıpkırmızı, şarap üzümleri… O üzüm gibisini de hiç yemedim. Bir seferinde de…’ Sanırım o arada küfür etmiş ve beni susturmuş olabilir ya da ne bileyim, uydurmanın da bir sonu olmalı değil mi? Öksürürken insan kusabilir mi? Ben aksırırken bunu başardım, işte sözünü de ediyorum. Şarkı söylerken yürüdüm, koştum, yüzdüm; hatta pürtelaş bir hızla düştüm de. İyice göklere yükselmeden kendi küçük dünyamı terk edeceğim ana kadar, bu ertesi sabah da olabilir, insanın kendisi için biriktirdiği eşyalar olmalı. Bir ara antika merakım bile vardı ama sonra ne varsa, eşya namına kırıldı ya da ben bilerek attım. Eski güvenliğini yitirir ya, anı denen şey tanıksız kalır ya da tanıklığı geçersiz sayılır ve insan geğirmek ister de geğiremez, sinirlenir ya… Birinden birini seçip, sesimi duyurmam lazım ama bunu da istemiyorum. Pet şişe içindeki su güneşin etkisiyle ısınırken, alt komşunun o rahatsız edici yüzünü anımsadım:’ Çok ses çıkarıyorsun, tek başına nasıl oluyor da bu kadar ses çıkarıyorsun.’ Söz ettiği uydurukçunun kendisini tanısaydı, anlardı.
...
Saçları kısa ve kızıl renkte, yeşil ince bir penyeyi üzerine geçirmiş kadının saatlerce ne yaptığını düşündüm. Sigara içmeye balkona çıktığımda o kadını görünce düşünmeye başladım. Sonra o balkon kapısını kapatıp, içeri girince dahi düşünmeye devam ettim. Sorun aslında kadının ne yaptığıydı, yoksa saatlerce kadını izlemedim, hem izlemek için bir nedenim yoktu. Sigara içmek için balkona çıkmış, damperli bir kamyonun sokak arasından ağır ağır geçişini seyrederken, çocukken kamyonun kasasına tutunup, zevkle yapılan yol maceralarını anımsarken, o kadının elleriyle bir şey yaptığını fakat balkonun duvarları onun omuzlarına kadar olduğu için elleriyle ne yaptığını bir türlü anlayamadım. Sanırım beyaz kare bir masa vardı ve sandalyesi de plastik, beyaz renkteydi. Balkonunda kırmızı bir yer temizleme mekanizması vardı. O mekanizmayı küçükken hayran hayran bakardım, hatta yalnız kalmaya başladığım çocukluktan gençliğe girilen o ilk çağlarda Musa’nın asası gibi başında bez olan o sapı alır odalarda dolanırdım. Halk ağzıyla bir markanın adını takmışlar, öyle gidiyor o mekanizmanın ismi. Ayrıca temelde temizlik seti olarak adı geçen sisteme mekanizma derken kendimi daha bilgin birisi olarak da hissediyorum. Hatta bildiğimiz sapa handle bile diyebilme endişesi de taşıyorum. Onu da geçtim, çoğu yer de paspas olmuş mop. Bildiğimiz paspas oysa o, paspas! Kadın tekrar geri geldi. Geçen yaz bikiniyle balkonda oturmuş, saçını tarayan kadın bu kadın mıydı, bilemiyorum, katları, daireleri hatta apartmanları karıştırıyorum. Bir ara beni fark etti, aslında çok da garip biri değilim, beni fark etmesi için geçerli bir sebebi de yoktu ama ayaklarımı balkon duvarından uzatıp, sandalyede oturuyorken elbette fark etmemesi aptallık olurdu. İşin daha da eğlenceli yanı kulağına dayadığı telefonun kapağı da penyesiyle uyumluydu. Yeşilin, kadının üzerinde olan tondaki yeşilin itici bir havası vardı. Bir ara kadının ellerini yukarı doğru kaldırdığında sanki elişi yaptığını görür gibi oldum. Göremediğim bir iğneye göremediğim bir ipi geçiriyordu. Bir şeyi dikiyordu, evet, çokta merak edilmeyecek bir şey yaptığını öğrenince kadının yeşil renkteki penyesinin rahatsızlığına göz yumup, balkondan gözümü başka bir apartmana çevirdim. Hemen karşıdaki apartmanın beşinci katındaki doğuya bakan dairesinde geçen bir hizmetçi görmüştüm. Aslında daire pek büyük sayılmazdı ama yazlık olarak kullanılan daireye, normal zamanlarda evlerinde hizmetçi olan güzel bayanı da getiriyorlardı. Normal zamanda daire sahiplerinin hizmetçisi olduğunu nereden mi biliyorum? Uyduruyorum elbette ama genç, dinamik, emek sarf eden hizmetçi benim için daireden de, daha başka maddi sahipliklerden de öte, özeldi. Ayrıca bir akşamüzeri balkonda oturan iki şişman çocuğa hizmet ederken ki davranışlarının ruhumda açtığı yarayı ise unutamıyorum. Götlerini kaldıramayıp, meyve sularını bardaklarına dolduramayan çocuklar, hizmetçinin elinden besleniyorlardı. Çocuk diyorum ama birinin yaşı on üç, on dört, diğeriyse ondan birkaç yaş daha küçüktü. Mesele çocuklara hizmet edilmesi değildi elbet, altında yatan sebep, dünyadaki başka çocukların yaşamakta bile zorlanmalarıydı. Bunu çok mu düşünüyordum, o diğer ezilen çocuklar için bir şey mi yapıyordum? Hayır, hayır işte uyduruyorum ve gerçekten de yaptığım şey kendi kendimi kandırmaca, uyduruyorum, saçmalık bu! Yiyorum, içiyorum; hesabı yok ve o çocukları, başka insanları mı düşünüyorum? İşte bariz bu hastalık bu, kandırıyorum kendimi. Hatta bunları ifade ederken, bir sayının sonsuza uzanan limiti gibi, işlemin fonksiyonunda kendimi bariz bir hiç görüp, mevzudan uzaklaşıyorum, basitçe sıyrılıyorum. Ağaçlar, çimenler, hatta görünen yeşil tepe, daha da ötesinde dağ ve arkamda deniz… Kadının yeşil olmaması gereken bir gündü bugün. Boş boş etrafı seyrediyor. Hep de aynı yere bakıyor. Onun baktığı yeri görmem şu an için imkânsız. Bir karga uçuyor balkonun önünden. Bir martı apartmanın çatısında, uydu antenine yarım metre uzaklıkta vakur bir duruş içerisinde. Kanatlarına bayılıyorum martıların ve geceleyin çıkardıkları garip seslere. Apartmanın kapısından dışarı çıkarken, biraz balıketli, hatta kilolu bir bayan yeşil renkte alt eşofmanının içinde rahatça kalçalarını bir sağa bir sola sallayıp yürüyor. Köpeğinin ondan daha tatlı ve güzel olduğunu söylersem ayıp etmiş olurum.
...
Profesör bağırıyor: ‘Herkes notlarını kaldırsın. Sınav olacaksınız, bu ne hal! Öğrencisiniz, söz dinleyin yahu!’
Sanki MIT ya da Cambridge üniversitesinde seçmelere katılıyoruz. Yanımdaki arkadaşa daha afili olması babından ‘NASA’da seçmelere katılıyoruz’ dedim. Çünkü Cambridge telaffuzu neyse de Massachusetts Institute of Technology telaffuzunda zorlanıyorum. Dillere karşı ilgim olsa da, telaffuz babında hep sorun yaşamışımdır. Bariz bir Asyalı hatası olarak değerlendirmemek lazım çünkü Hindistan’da bir Asya ülkesi neyse bunları düşünecek zamanımız yoktu. Yıllar boyunca hep pronunciation kısmıyla uğraşıp durdum. Halkımızın kendisine özgü ‘konuşamıyorum ama anlıyorum’ söylemine ben de kendi içimde sahiptim. Gerçekten de anlıyorum, çünkü zorla da olsa anlamak için pek çok ders almıştım. İşin eğlenceli kısmı bir yabancı dili öğrenirken yalnız olmaktır. Çünkü yalnız bir insan kendisiyle daha iyi alay edebilir. Bu kısmını yine kendime saklıyorum. Asistan arkadaşın yanımdan kalkmamı söyledi. Belliydi, sınıfa girip, en öne oturduğumuzda arkadaşa söylemiştim:’ Biraz sonra görürsün, biz gülüp eğleniyoruz diye beni kaldıracak asistan.’ İşin en trajikomik yanı asistanlarla aynı yaşlarda olmak! Şükür çoğu bayan asistan çirkin ve mal oluyorlar, sınav anında kimsenin dikkatini dağıtmıyorlar. Tabi, bazen bazı çirkinleri bile etek boylarını iyice kısaltıp dikkatleri üzerlerine çekebiliyorlar. Bu bayanların ders hocaları tarafından özellikle giyindirilip, sınıflara gönderildiğinden şüphe ediyorum. Daha da sıra dışı olanı asistanlarında potansiyel göremeyip, sınavlarda dikkat dağıtmak için kendini feda eden akademisyen bayanlarda var. Normal zamanda istediği gibi giyinsin buna bir şey demiyorum ama en azından insan sınav zamanı daha dikkat etmez mi? Belki öğrenci oraya gelip, soru çözümü için hafıza çöplüğünü karıştırırken o bacakları görmeyecek -bazen göğüs dekoltesi de buna dâhil- ve soru çözümünü bulabilecek, kafası karışmayacak. Sınav anı geldi, çattı, tamam, işte şimdi başlayacak derken, on beş, yirmi dakikalık bir gecikmeden sonra profesör ‘tamam başlayabilirler’ demişti. Dışarıda görsem ihtiyar amca diye saygı duyabileceğim bir insan potansiyeline sahipken, fakülte dâhilindeki hal ve hareketlerinden ötürü öğrencileri üzerinde psikolojik travmalar yaşatabilecek bir profesörün hayata dair düşüncelerini merak ediyordum. Sorular önümdeydi, arkadaşımla aynı sırada, en öndeydik ama aramızda bir sıra daha vardı. Dakikaları sayıyordum. İlk yarım saat kimse sınavdan çıkamaz saçmalığı vardı. Belki bir iki soru yaparım da, çan man eğrisi hükmüne kurban olur geçerim umuduyla sorulara bakıyordum. Dakikalar ilerledikçe kuvvetli bir diyalektik hissediyordum. Kâğıdın töresinde insanların doğumlarına, yaşamlarına ve ölümlerine muktedir bir güç var mıdır bilmem, yine de o kağıdı muktedir eden de biziz aslında! Al Pacino’yu düşünmeye başladım. Sıra gelir Christopter Walken, Robert De Niro, biraz daha tiyatro Marlon Brando geçer aklımdan. Bunlar hafızamdaki çöplüklerde uyuyan devler. Joe Pesci’den bahsetmezsem rahat edemem. Bu sınavı ona adıyorum hatta, uydurmak için tam zamanı, onun filmlerinde yaptığı gibi çok konuşan biri olayım, saçmalayayım hatta, geçirirse geçirir, geçirmezse dersten kalırım. Sağ arkamda oturan tatlı kızı da bu yıldızlarla beraber oynatabilirim. Nedense gizli bir yönetme isteği var ben de. Yönetmenlik olabilir mi? Kendimi kamera içerisinde görmeye dayanamıyorum. Çirkin olduğumu piksellerin kanıtlamasına gerek var mı? İğrenç bir pisliğin tekiyim. Hatta duvardaki beyaz tahtaya bakıp: ‘You talkin’ to me? You talkin’ to me? You talkin’ to me? Then who the hell else are you talking… you talking to me? Well I’m the only one here. Who the fuck do you think you’re talking to? Oh yeah? Ok!’ diyebilirim. Martıları da hayal edebilirim işte bu an:
‘Irrrreeeaakkkk… Irekkk… Gvakkk, Ğvakkk, ırekkkk, ıreaağğğğkkkk….’
‘Kolay gelsin, hayırlı günler.’
‘Sağ olasın, sana da.’
Asistana kağıdı verirken benden mutlusu yoktu. Tatlı kız hala masal içinde uyuyordu. Onu Al Pacino’nun sevgilisi rolünde oynatabilseydim eğer, saf güzellik işte; arkadaşa selam vermeye çalışıyorum, ağaçkakan gibi başını kaldırıp indirdi. Ben ne selam verebildim adamakıllı ne de o alabildi. Uydurduğum şeylerden kırk alırsam geçeceğim. Alamasam da önemli değil. Kuşlar beni çağırıyor. Rüzgârla sevişeceğiz.