- 1052 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
Fat Tire Amber Ale
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Elf önden, uzun adımlarla ilerliyor, ara ara dönüp bize bakıyordu. Yürüyüş tempomuzla ilgili yorum yapmıyordu ama bakışlarındaki küçümsemeyi görüyorduk. Bizden ne bekliyordu, anlamıyordum. Cüceydik, bacak boyumuz da, adım uzunluğumuz da belliydi. Evet, gerekirse kısa deparlar atabiliyorduk ama sonsuza değin koşamazdık. Dağın içindeki tünellerde ilerliyor olsak roller değişirdi elbet ama ne yazık ki sineklerle dolu ormanda ilerliyorduk.
İçin için Sırların Efendisi’ne kızıyordum şu haddini bilmez elfe ses çıkarmadığı için. Hiç olmazsa elf ona biraz saygı gösteriyordu, belki yaşından ötürü, belki bir takım hokus pokus numaraları bildiğinden. Yine de Efendi’nin ağzını bıçak açmıyordu. Ben bir iki sefer sesimi çıkartacak oldum; Efendi’den destek alamayınca sustum.
Yürüdükçe güneşi kaybediyorduk. Hava giderek puslanıyor, aldığımız nefeste genzimizi yakan bir tad oluyordu. “Mordor’un etkisi...” diye açıkladı Efendi. Halbuki o yöne gitmiyorduk. Bir molada haritaya tekrar baktım ve emin oldum: Mordor’un epey kuzeyinden geçiyorduk, etkisi buraya gelemezdi.
Kükürtün bir iyi tarafı varsa o da adamın iştahını kapaması. O kokuyu aldıkça aklınıza salçalı biftekler, maşrapaya sığmayan biralar, soğan yahnileri ya da kızarmış patatesler gelmiyor. Hele yemeğin üzerine yenen frambuazlı tatlı, arkasından alınan peynir, peynirle servis edilen tatlı şarap kesinlikle bu kokuda yoklar. Bir ay buralarda dolaşsak kişi günde kaç öğün yemesi gerektiğini unutur. Hatta bir ay bile değil, üç hafta ...
Elf durdu.
“Ne oluyor?”
Cevap vermedi. Yayına taktığı okun ucunu ilerideki kayalığa doğrulmuştu. Başıyla bana gidip, kayalara bakmamı işaret etti.
Taşların arasından hoplaya, sıçraya elfin gösterdiği yöne seyirttim. Aradığımı bulmam çok zor olmadı. Beceriksizce kayaların arasına saklanmaya çalışan ork ben yaklaşınca kaçmaya yeltendi ama nafile. Demiştim size, biz cüceler kısa deparlarda eşsiziz diye.
Yakaladığım ork pek ufak tefekti.
“Ne o, kemirecek yeterince ceset bulamadın mı?”
“O daha bir çocuk...”
“Hadi canım, orkların yavruları da mı oluyormuş?”
Her ikisi de benim cahilliğime güldü.
“Nereden geldiklerini sanıyordun? Toprağın bağrından çıkıverdiklerini mi?”
“Öyle değil mi?”
“Her duyduğuna fazla inanıyorsun genç savaşçı. Gel de yardım et, şunun ağzından laf alalım.”
...
Ondan sonraki saat boyunca çocuğun başına çöreklenip konuşturmayı denedik. Orkların kampları hangi yöndeydi? Esir tutulan cüceler nerelerde çalıştırılıyordu? Dahası Azaghal’ın mezarına kaç günlük uzaklıktaydık?
“Azaghal’ın mezarı mı? Orada ne yapacağız?”
“Sonra anlatırız sana.”
Çocuktan hiç bir yanıt alamadık. Korkuyla sindi, çirkin gözleriyle bizi süzdü, bir fırsatını bulduğunda da elimi ısırdı; o kadar.
Sırların Efendisi duymak istediğimizi yüksek sesle söyledi:
“Bunun bir şey bildiği yok.”
Elf başıyla onayladı.
Ben bıçağımı çıkarıp elinin bağlarını çözecek oldum,
“Ne yaptığını sanıyorsun sen?”
“Veledi salacağım. Bundan bize bir zarar gelmez.”
“Gidip kampındakileri de uyarmaz, değil mi?”
“Uyarır mı?”
“Hay sersem...”
Ne yapacaktık o zaman? Atımız da yoktu ki, terkisine atalım, yeterince uzaklaştığımızda da salalım.
“İş sana düşüyor delikanlı” dedi Sırların Efendisi, “hazır bıçağı da çıkarmışsın...”
Efendi’ye baktım. Sonra elfe döndüm. İkisi de kararlarını vermişlerdi. Yürümeye başladılar. Orkla baş başa kaldım.
...
“Bu kadar da olmaz!” diye arkasına yaslandı Kenny. “Şimdi de orkları çoluk çocuğa karıştırdınız.”
Orkların yavruları umrumda değildi ama karakterime bir çocuğun gırtlağının kesme işinin verilmesi benim de hoşuma gitmemişti.
Gelen itiraz oyunu yönlendiren kişi olarak Patrick’in keyfini kaçırdı:
“Orkların dişileri var. Eğer Silmarillion’u açıp okuma zahmetine katlanırsan öğrenirsin. Çift eşeyli üremeden bahsediyorsak bu üremenin sonuçları, küçük orklar da ortalıklarda olmalı.”
“Bana konuyu fazla sündürüp uzatıyormuşsun gibi geliyor.”
Kenny yerinden kalktı, mutfağa yöneldi. Patrick arkasından bağırdı:
“Benim biralarımdan alma; bana zor yetiyorlar.”
“Seninkilere kalmadım. Benim Fat Tire’lar dolapta.”
“Ooo, Kenny otlanmamak için kendi birasını getirmiş. İnsanlık için küçük, Kenny için dev bir adım.”
İçimizde şişeden içmeyip, birasını bardağa döken bir tek Kenny vardı. Başlarda bunu onun titizliğine yormuştum. Ama meğerse birasını bizden otlandığını gözümüze sokmak istemiyormuş. Elinde bir pintlik bira bardağı, Kenny kalktığı iskemleye geri oturdu.
Patrick, belki de biraz önceki eleştirinin intikamını almak için, Kenny’e:
“Ee, en son gelişmeler neler?” diye sordu.
Neden bahsettiklerini bilmiyordum. Bunun farkında olan ev sahibimiz Steve:
“Sanırım Kemal olayların tüm detaylarına sahip değil” dedi.
Kenny’nin “tüm detayları” anlatmak isteyeceğini düşünmüyordum ama o fazla bekletmeden söze girdi.
“Bizim evin halini biliyorsundur...”
Evine bir kere gitmiştim. Benim gibi başkaları için büyükçe olabilirdi ama beş çocuk, iki köpek ve de üç kedi için o ev asla büyük değildi. Sürekli bir hareket vardı ortalıklarda; gözünüzün ucuna bir şeyler takılıyordu. Bir yere bakarken, başka yerde olanları kaçırıyordunuz. Bu durum ev sahipleri için geçerli idi. Örneğin kedilerden biri yakaladığı kertenkeleleri salondaki halının altına saklıyormuş. Ev ahalisi bunun farkında olmayınca az denemeyecek sayıda kertenkele halının altında ezilmiş, zamanla da kurumuşlar. Neden sonra, ev sezonluk temizliğe girdiğinde mezarlığı farketmişler. Kenny’nin sesinin tonundan bu seferki sorunun sürüngenlerden daha önemli olduğu anlaşılıyordu.
“Öyle kaotik olmasının bir sebebi var.”
Bir sebebi mi? Ben on tane sayabiliyordum.
“En büyük kızımız Hunter, seninde bildiğin gibi, kistik fibrosis hastası.”
Kistik fibrosis... Genellikle akciğerleri, pankreası, karaciğeri ve böbrekleri etkileyen bir genetik hastalık. Tedavisi olmayan bir hastalık... Kenny’nin kızı bugün gayet sağlıklı gözüküyordu, gelecek sene de aslan gibi olacaktı ama hepimiz biliyorduk ki kırk yaşını göremeyecekti.
“Eşim ve ben epey sarsılmıştık hastalığı öğrenince. Zamanla durumu kabulleniyorsun. Ben kabullendim. Eşim de kabullenmiş gözüküyordu. Ama bir an geldi, bana hastalığın kefaretini ödememiz gerektiğini söyledi. Anlaşılıyordu ki hastalığı günahlarımızın, ne olduğunu bugün bile bilmediğim günahlarımızın cezası olarak görüyordu.”
Kenny’nin hayatının detaylarını bilmiyordum ama bir insanlık suçu işlememiş olduğunun farkındaydım. Yeni Zelanda’dan önce Kanada’ya, sonra Amerika’ya göçmüş, aklı uçan makinelerde olan biriydi. Kızının felaketini hakettirecek bir davranışı olsaydı kulağıma gelirdi.
“Çok geçmeden kefaretin şeklini de buldu: Çocuk evlat edinecektik. Halihazırda üç tane vardı. Onların üzerine bir tane daha alırsak belki bir şeyler değişebilirdi. En azından o öyle olabileceğine inanıyordu.”
Boşalmış bardağını doldurmak üzere mutfağa gitti. O yokken kimse konuşmadı. Yapacak iş yokluğundan önümdeki oyunun on yüzlü kader zarlarını elimi aldım. Attım, 742 geldi. Bir daha: 513! Ne anlama geliyorlardı bilmiyorum. Belki de o yavru orkun boğazının kesilmesi gerektiğini, belki de tam tersini işaret ediyorlardı. Her neyse, yavru ork binlerce mil ve yıl ötedeydi. Cücemi de onun yanıbaşına bırakmıştım.
Bardağını amber renkli birayla doldurmuş, yerine geçmişti.
“Senin Fat Tire biraz kırmızılaşmış gibi sanki?”
“Ha bu mu? Bu Fat Tire değil. Benimkiler bitmişti; seninkilerden bir tane aldım.”
Belçikalı biram yudum yudum Kenny’nin boğazından aktı.
“Ne diyordum? Evet! Eşimin evlatlık istemesindeydik. Aradığımızı kilisemizin bir yayınında bulduk. Ukraynalı çocuklara ev arıyorlardı. Ben bir taneyi beğendim; eşim de bir başkasını. Uzun süre hangisi olsun diye tartıştık, sonunda da her ikisini birden almaya karar verdik. Eşim bu fikre bayıldı: Üzerimize düşenden fazlasını yaparsak belki ilahi platforma sunduğumuz dilekçemiz kabul olunur havasındaydı.”
“Oldu mu bari?”
Çenemi tutamamıştım. Ne demesini bekliyordum ki?
“Hunter ‘ın durumunu soruyorsan, hayır, hastalığının seyrinde bir değişme olmadı.”
Patrick gözlerini bana dikmiş, “Aferin!” dercesine bakıyordu. Başımı öne eğdim, dikkatimi hala oynamakta olduğum zarlara verir gibi yaptım.
“Çocukları Ukrayna’dan getirdik. Bir servete maloldu gelmeleri. İşlemlerin hızlandırılması, bürokrasinin çeşitli seviyelerde memnun edilmesi filan. Bilirsin işte, sizin oralarda da öyledir.”
Az önce yediğim halt yüzünden lafını sineye çektim.
“Çocukları gördün. Küçüğü biraz özel dikkat gerektiriyor. Öğrenme güçlüğü var. Okulu bitirebilecek ama üniversiteye gidemeyecek. Sanırım ona bir el beceresi kazandırmamız gerekecek.”
“Diğeri” diye devam etti, “daha akıllı. En azından İngilizceyi kolaylıkla öğrendi. Ama uyum sorunu var.”
“Olmaması anormal olurdu.”
“Öyle düşündüğün gibi değil. Gerçekten sorunlu. İki yıldır bizimle yaşıyor ama hem okulda, hem evde sorun çıkarıyor. Geçen gün ablası ona bulaşıkları yıkamasını söylemiş, o da “Kendin yap” deyip, çıkmış gitmiş. Akşam alışveriş merkezinde bulduk onu. Bu evden ilk kaçışı da değil. Her iki haftada bir sınıf öğretmeniyle buluşup durumunu tartışıyoruz. Düzenli olarak müdürü de ziyaret ediyor.”
Bizim toprakların deyimiyle disipline gidiyordu.
“Evde ise diğerleriyle itişmeye başladı. Herkese dikleniyor, gücü yettiğini de fiziki olarak tartaklıyor. Neyse ki daha on iki yaşında.”
“Siz buna karşılık ne yapıyorsunuz?”
“Elimizden ne gelirse onu... Oturup konuşmayı denedik. Olmadı. Psikoloğa götürdük, sonuç yok. Sorumluluk vermeyi denedik, geri tepti. Oğlumun onunla yakınlaşması için çaba gösterdim ama onu da reddetti.”
Belli ki bu konu daha önce benim yokluğumda konuşulmuştu ki benden başka kimse soru sormuyordu.
“Peki şimdi ne yapacaksınız?”
“Geri göndereceğiz.”
“Nereye göndereceksiniz?”
“Geldiği yere, Ukrayna’ya.”
“Nasıl yani?”
“Ben de onu sormuştum” diye söze girdi Patrick. “Resmen çocuğu iade edecekler.”
“Öyle bir şey mümkün mü?”
“Tabii mümkün. Aile bakamadığını kanıtlarsa çocuğu geri alıyorlar.”
“İyi de çocuğu orada kim alacak?”
“Babasını bulduk. Yalnız yaşayan, sade bir işi olan birisi. Oğlunu geri almayı kabul etti. Çocuk da istiyor geri dönmeyi.”
“Ya olur mu böyle şey? Bu bozulmuş buzdolabı değil ki. Çocuk bugün istiyor ama yarın aklı daha fazla erdiğinde durumu nasıl değerlendirecek? Dahası bu iade diğer evlatlık edindiğiniz çocuğa nasıl mesaj verecek? Allah bilir, her gece kabus görmeye başlar.”
“Adam gibi oturması gerektiğini anlar herhalde. Zaten ondan yana bir sıkıntımız yok.”
İtirazı olan bir tek ben değildim. Patrick ve Steve’in de epey biriktirdikleri vardı. Gecenin geri kalanında bunları tartıştık. Kenny çoktan kararını vermişti. Çocuk gidiyordu.
Kalkmak üzereyken dayanamadım:
“Kenny...”
“Evet?”
“Sizin kefaret var ya? Unutun onu.”
YORUMLAR
İlhan Kemal
Kuırguladığımız hayal dünyamızda nasıl ki birilerinin kafasını kesme isteği, kesme, bağlarını koparma, gerçek yaşamda da aynısı oluyor. Sorumluluk ağır bir yüke dönüşüyor.. Ve insan başka bir hayal kuruyor. Çocuk ve kafası kesilecek olanın aynı sahnede karşılaşıp kader birliği etmeleri gibi. Artık ne olabilir, belki bir intikam, belki şeytanı bulma ve daha pek çok şeyle yol yolculuğunu dehşete dönüştürebilir.
Hayaliniz bitmesin.
İlhan Kemal
İlhan Kemal
azaghal beleriand'da öldü diye hatırlıyorum, ama mezarı konusunda birşey hatırlayamadım, silmarillion'u okuyalı epey olmuş. bu kadar doğuya getirmiş olabilirler mi? belki de.
iki parçalı öykü gayet tadında gidiyor. özellikle birbirine olan senkronizasyonu(en iyi anlatan kelime bu sanırım). arkadaş grubunun ortamını, muhabbetini etkileyen role play karakterleri. hangisi rol daha zor, oyunda oynadığımız rol mu, yoksa gerçek hayattaki mı?
bir arkadaşım vardı. Yaratıcı ile bağlantısı inşallah ve maşallahtan öte geçmeyen. tıpkı kenny gibi kafasında kurduğu bir nevi affedilme, arınma projesi kapsamında bir çocuğun bakımını üstlendi. hem de ne çocuk. sigara, alkol ve uyuşturucu ile bolca haşır neşir. uyuşturucunun her türlüsü ile hem de. adli sicili de kabarık. bu çocuğu adam etme uğruna bir ev ve bir araba parasını yedi. sonunda pes etti. çocuğu bulduğu gibi bıraktı. arınma projesi sona erdi.
öykünün sonundaki intikam yemeğini fazla soğutmadan kenny'ye verdiğiniz cevap yerinde olmuş. role play'in devamında etkilerini göreceğiz sanırım.
elinize sağlık.
İlhan Kemal
Gerçekte Azaghal'ın mezarının aranması söz konusu değil (Yerini ben de bilmiyorum). Ork'un mezarın yerini bilmesini de beklemiyorlar. Hepsi Kemal'in oyundaki cüce karakteri Dhumrul'un babasına gönderme. Dhumrul'un babası söylentilere göre savaş alanından kaçmış, bu yüzden de lanetlenmiş biri. Dhumrul ise babasının orkların eline düştüğü için savaş alanından götürüldüğünü, hatta baltasının da değerli bir savaş ganimeti olarak alıkonduğunu iddia ediyor. Babasının hayatından umudunu kesmiş ama baltasını bulursa iddialarını kanıtlayacağına inanıyor. Yol arkadaşları ise pek de akıllı bulmadıkları Dhumrul'la her fırsatta dalga geçiyorlar. Ork'tan laf alamayacaklarını farkettiklerinde bıyık altından Dhumrul'la dalga geçen sorular soruyorlar (Azaghal da öldüğünde yakınları savaşı bir yana bırakıp onun cesedini savaş alanından kaçırıyorlar; buna referans vererek yol arkadaşları bir anlamda Dhumrul'un savaşı bırakıp kaçan babasıyla paralellik kuruyorlar)
Kenny'nin elinde hala bir çocuk var. Belki kefaretin tutmasına yeter. İade edilen çocuk ise başlarda babasının yanına dönmekten gayet mutlu idi ama sonrasında ne oldu; ben de bilmiyorum.
Katkılarınız için çok teşekkür ederim. Saygılarımla.
grafspee
umarım dönen çocuk mutludur ya da en azından sağdır. malum ukrayna da cadı kazanı. açıklamalar için teşekkürler. devamını merakla bekliyoruz.