Koyu Yeşil Çanta
– Kolları kısa bunların, etekler de öyle; çıkar hemen çantadan.
– Ama ben bunları çok seviyorum.
– Yırttırma onları cart diye bana. Benim dediklerim götürülecek.
– Orada da evde giyerim anne n’olur.
Cevap yerine kısa kısa soluklanmalar, dışarı fırlamış bir çift mavi göz buldu karşısında. Çaresiz, koyu yeşil çantanın içindekileri yatağa döktü. Lacivert örtünün üstünde parladı kısa kollu bluzun minik minik pembe çiçekleri. Mavi etek gördüğü muameleden utanıp plilerini kapattı hemen. Neyi vardı bunların? Tamam, birkaç senedir kilo almış, boyu da uzamıştı ama henüz içlerine girebiliyordu. Bluzun ön kısmına bir toplu iğne tutturdum mu tamamdı. Üç koca gün bu sıcakta ne yapardı teyzesinin evinde üstündekine benzeyenlerle.
Daha büyür müydü şu memeleri. Annesininkiler nasıldı acaba? Yüzünü görmediği insanın göğüslerini hayal etmesine dudaklarındaki acı bir tebessüm eklendi.
Ya şunlar… Şu kahve ve siyahtan başka renkten nasibini alamamışlar. Sakladığı yerden çıkardı onları. Neredeyse topuklarına varan etekler, uzun kollu bluzlar. Tabii yakaları boynunu iki parmak da olsa kapatacaktı.
– Fesuphanallah hala mı onları mıncıklıyorsun. Hadi güzel katla, yerleştir. Vapuru kaçıracağız. Yarım saat kaldı şurada.
Kaçıralım zaten diyecek sesini bastırdı. Sabahtan sıkı sıkı örülüp başının arkasına bilmem kaç tokayla sabitlenmiş saçlarını açmak geldi içinden. O firketeleri tek tek camdan savurmak, ta uzaklara gitmelerine sevinmek… Nasıl özenirdi bakıcı ablalarının uzun saçlarına. Kendisi koyun gibi devamlı kırpılırken. Kız mı oğlan mı olduğu belli değilken. Şimdi saçları belini geçmişti güya.
– Ver şunları ver! İki saattir uyuz uyuz hareketler.
Arkası dönük kadının başındaki eşarbı alıp şöyle bir boğazına geçirip sıkma fikri zihnini yoklasa da bulunduğu yerden kıpırdayamadı. Tüyleri dökülmüş kırmızı halının üstüne sıpıtıp atılanlara baka kaldı. Kısacık tırnaklarını avuçlarına batırdığını hissedemeden.
– Bunları bir daha görmek istemiyorum Geldiğimizde doğru çöpe…
Gözlerini sımsıkı yumdu. Onlardan dışarıya akamayan yaşlar, yutkunurken genzini yakarak indi aşağıya. Kapanan fermuarın sesi odaya döndürdü onu.
– Haydi marş marş!
Eve ilk geldiği gün de bu sözle yollanmıştı odasına. Allah’ı vardı şimdi annesinin -bir türlü içinden gelerek anne diyemese de- yemekleri çok güzeldi. Zorlardı “ye, ye” diye üstelik. Bir de “doydum artık” lafını duyunca “keşke başka çocuk alsaydım” diye bağırmasaydı yüzüne.
Babasının aşağı kattan gelen sesiyle aydınlandı yüzü.
– Hadi kızım, geç kalıyoruz.
Ardından kadının tiz sesi merdivenleri aştı.
– Uyuşuk bu uyuşuk; bilseydim böyle bir kız olacağını…
– Geliyorum geliyorum!
Hiç ummadığı bir tonda çıktı kızın sesi. Basamakları ikişer ikişer inerken elindeki çantayı bir o yana bir bu yana salladı umursamadan.
– Allah kahretsin, sakar şey n’olacak. Bırak, bırak vakit kalmadı gelince artık…
Merdiven duvarlarını süsleyen çerçevelerden biri kendini yere atmıştı. Kıymıştı işte canına. Çantanın dokunuşunu bahane ederek.
Ya o…Kaç kere düşünmüştü? En son “artık okula gitmeyeceksin bu kadar yeter” dediği gün müydü; yoksa rengarenk ipliklerle beyaz bir bez geçirilmiş kasnağın eline verildiği gün müydü? Yakında görücüler gelmeye başlarmış. Yaşından büyük gösteriyormuş. E, adet de gördüğüne göre… Ömür boyu ona bakacak değillermiş ya. Hem onların da hakkıymış torun görmek…
Vapur adadan uzaklaşırken bir özgürlük havası sardı benliğini. Yeşil çantaya kilitlenmiş eli gevşedi biraz. İyot kokusunu çekti ciğerlerine. Bu koku tüm vücuduna yerleşmeliydi. Kucaklayıp sarmalıydı onu. Uyutmalıydı koynunda. Mavi mavi, yeşil yeşil, yosun yosun. Küçükken babasının “bak deniz çamaşır yıkıyor” dediği vapura vuran dalgaların bugün büyük temizlik günüydü. Kocamandı köpükler… Yardım bekliyorlardı. Derinliklere gidebildiği kadar gitti bakışları.
Annesi gözlerini denizle göğün birleştiği çizgiden hiç ayırmadan bakadursun babası elindeki gazeteyi pür dikkat okuyordu. Vapuru takip eden martılar, sadece kızın umurundaydı. Onlardan birinin kanadında olmak. Uçmak, uçmak. Enginlere… Bir daha o eve dönmemek. Annesine gitmek… Öldü diyorlardı onun için. Yalandı yalan. Bir gün gelip “kızım” diyecekti. Hissediyordu bunu. Bulacaktı yavrusunu. Sormayacaktı bile “beni niye bıraktın anne” diye.
– Artık otur yerine direk gibi kaç dakikadır diyen kadına döndü.
– Oturmak istemiyorum, ayakta duracağım.
– Otur dedim sana!
Babasının saçsız kafası hala elindeki gazeteye gömülüydü. Kız, yan tarafta oturanların bakışlarını tepeden tırnağına kadar hissedip vücudunu dikleştirdi.
– Hayır!
– Sen o yakanın düğmelerini mi açtın? İnşallah gizliden koymamışındır o elbiseleri de.
Nadir görülen gamzesi kızın yanağında belirdi. Bana ne diyen omuzlarına destek olarak.
– Koydum işte!
Kadının ince kaşları daha da çatıldı. Etrafına aldırmadan saldırdı öne doğru.
-Ne diyorsun sen be! Aptal kız! Ver bakayım!
Hırsla çekiştirilen koyu yeşil çantanın sapına yapıştı kız. Bir iteklese denize düşürebileceği kadının elinden aldı onu. Bir an çevredeki gözlerden yollanan zırhı giydi üzerine. Savurabildiği kadar uzaklara attı elindeki koyu yeşili. Martılar yön değiştirdi denizin üstünde batıp çıkana doğru.
-Çanta… Çanta gitti. Allah kahretsin seni. Baş belası… Seni o yuvadan alanın da diye el kol hareketleri ile bağıran kadına bakan kız, bluzunun birkaç düğmesini daha çözdü.
Babası gazetenin üçüncü sayfasını okumaya geçerken…
Sevgi ÜNAL
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.