- 496 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
'F=m.a.'
’ saygı duymalı insan, boşlukları da buna dahil...’
Feribot iskeleye yaklaşıyordu. İnsanlar sabırsız bir halde bekliyorlardı. Sağımdaki ufak tefek kızın yüzündeki anlamsız bekleyiş iki dakikadır hiç değişmemişti. Sol yanımda iri kıyım iki Arap kendi aralarında konuşuyor, bir yandan da fotoğraf çekiyorlardı. Furkan ve Ulvi’de kendi aralarında alakasız bir muhabbete tutulmuşlar, feribotun iskeleye yanaşmasıyla pek alakadar değillerdi. İki yakada bulunan camilerden hangisinin birbirine âşık olduklarından bahsediyordu Ulvi. Furkan cevap vermiyordu. Ulvi bana da sorunca ‘ne bileyim, benim bildiğim Ayasofya ile Sultanahmet var, ha bahsettiğin gibi bir meseleyi biliyorum ama pek bilgim yok. Yalnızca bir iki yer de okumuşluğum vardı küçükken, şimdi vallahi hatırlamıyorum’ demiştim. Ulvi de bu anlamsız sohbeti kesmiş, diğer insanlar gibi feribotun iskeleye yanaşmasını izlemeye koyulmuştu. Furkan usta birliğine katılmak üzere diğer gün uçağa binecekti. Ulvi’de Almanya’ya gidecekti. Birkaç saat de olsa İstanbul’u gezelim dedikleri için, hatırlarını kırmamak adına beraber feribota binmiştik. Görevli elindeki telsiziyle beraber dümeni tutan kaptana mesafeyi söylüyordu:’ Bir buçuk metre, bir metre, yarım metre, yirmi santim, tamam, tamam açabilirsin.’ Feribot hidrolik sisteminin mucizesine inanırcasına koca demir yığını kapağını iskeleye açıverip, tamamen indirdiğinde, polimer yapılı, sert bir tabaka olan yüzeyde insanlar koşuşturmaya başlamışlardı. Anlamsız bir koşuşmanın neticesi karşıdaki ücretsiz servislerden başkası değildi. ‘Hadi biz de binelim’ dediğimde, Ulvi ‘yürüyelim’ diye tutturmuştu. ‘Yapma, etme, Beyoğlu’na kadar yürümeyelim, bari Sirkeci’den yürürsek, zaman kazanırız desem de’, ısrar etmişti, mecburen kabul etmiştim. Yenikapı’dan Kumkapı’ya doğru bacaklarımızı iyice göbeğimize yaklaştırıp yürümemize devam ederken, ara ara nefesim tıkanıyor, Ulvi’ye sinirleniyordum. ‘Ya bıktım İstanbul’da minibüse binmekten, yürüyelim’ gibi mazereti vardı. İki haftadır ablasının yanında İstanbul’da kalıyordu ama yürüme tercihini baştan vermişti. Uyumsuz bir kuş olup, sürünün ivmesini düşürmemek adına kabul ettiğim düşünceyle yola devam ediyordum. İkisinin hafif önünde yürüyor, hangi yola sapacağımız onlara gösteriyordum. Hâlbuki girdiğimiz her sokak arası, cadde tamamen içgüdüsel bir yol almaktan ibaretti. Yaklaşık otuz derecelik bir açıyla Kumkapı’dan yol alırsak, doğru yolu bulabilirdik. Zaten Sultanahmet’i görünce yorgunluğumun yarısı bir anda bitmiş olacaktı. Aslında bu yorgunluk bedenden çok, zihinsel bir yorgunluktu. Bu ruh yorgunluğunu tarif etmem zor, yine de tarif etmeye çalışırsam, Ugandalı bir arkadaşın, Türkiye’ye gelip de küçük bir tekstil atölyesinde çalışması gibi bir şeydi. Siyah incilerin bedenen de bir yorgunlukları oluyordu ama zihinsel yorgunluklarını tarif etmek pek de mümkün değildi. En az üç dil bilen siyah inci, çat pat Türkçesiyle hayatını ikame etmeye çalışıyordu. Ülkesinde eşi, çocuğu vardı. Onlara para göndermek için buraya gelmişti. ‘Ey Aziz İstanbul, sen kimleri bağrına basmadın ki’ diyesi gelir insanın.
Yol boyunca konuşmaya pek imkânımız olmamıştı. Nihayet Eminönü’ne vardığımızda, Ulvi saate bakıp sinirli bir ifadeyle ‘Kardeş, ne yapacağız’ şimdi demişti. Saat dörde geliyordu, otuz beş dakika da gelmiştik. Hızlıydık hızlı olmasına ama Beyoğlu’na varıp konsolosluğa varmak için de takat denilen potansiyelden çok şey de yitirmiştim. Eskisi gibi yürümediğim için, ayrıca uzun bir süre ortopediye ters bisiklet kullanımından ve daha önemlisi rutubetten dolayı bacaklarıma pek güvenemiyordum. Ulvi’nin esas işi Ankara’da ki Alman konsolosluğundan gelecek onay haberiydi ama bir türlü telefondan ulaşamıyordu. Ne zaman açsa meşguldü. Önceki gün tam 96 kere aramış ama bir türlü konuşamamıştı. ‘Ulvi’ dedim, ‘ne olur bir kere de benim için dene!’ Ayfon denilen teknolojik trendin şarjı da çabuk bitiyor. Meret kendini insana o kadar çok alıştırıyor ki, ona sahip olanlar elinden onu uzak tutamıyor. Ulvi ‘şarjım az’ derken ‘hadi aç yahu’ diye sitem edince, bizden az uzaklaşıp, şansını denemek için konsolosluğun numarasını çevirmek üzereydi. Furkan çevreye bakınıyordu. İstanbul’da yaşayıp, onun gibi şaşkın bakışlarla dolanan çok insan vardı. Ulvi’nin yanakları şişik halde bize doğru gülerek yaklaşıyordu. ‘Onay vermişler kardeş, ne yapacağız, hadi gidelim Beyoğlu’na’ dediği an, ‘lan yürü git, adamın asabını bozma, onay vermişler, ne güzel haber işte, yoruldum ben’ diyebilmiştim. Gergin Ulvi gitmiş, yerine sevinçli, relax Ulvi gelmişti. Furkan sonraki gün sabahın ilk ışığında uçağa bineceği için, gezme konusunda o da isteksizdi. ‘Hadi o zaman balık ekmek yiyelim’ fikrini Furkan’dan duyunca, bir an için gerilmiştim. Aç mıydım? Kararsız mıydım? Eski bir anıyı hatırlatmıştı, hepsi o kadardı. İnsanı sıkan, üzen şeyleri hatırlatan anıları tekrar ısıtan böyle anlamsız faaliyetlerden uzak durmalı. ‘Zaten bu mevsimde ne balığı, gidip adamakıllı bir restorana girelim de’ diyemezdim. Mecburen isteğini kabul edip, daracık oturakların olduğu balıkçılardan birine geçtik. İçlerinde en kısası ben olmama rağmen, en geniş alanı kendime bırakabilme için ıslak mendil satan çocuğu az öteye gözlerime itelemiş, zor da olsa rahat bir nefes almıştım. Hemen sol tarafımda oturan iki genç kız hallerinden anlaşıldığı kadarıyla rahattılar. Arka tarafta başka üç kız daha vardı, birisi balıkları almak için ayaklanıp, yanımdan geçerken istemeyerek de olsa ayağı kalkıp yer vermiştim. Dönüşte de burayı kullanırsa, yol vermeyeceğim de inat etmiştim. Neyse ki, balıklar ve turşu suları gelmişti. Paşalar gibiydim. Biri balıkları alırken diğeri de turşu sularını getirmeye gitmişti. Yarım ekmek balık iki dakika içerisinde bitmişti ve anlamsız bir yavaşlıkla üçümüzde mor su içerisindeki turşuyu bitirmek için uğraşıyorduk. Birimiz ‘tuzlu’ dese, diğeri ‘genzimi yaktı’, bir diğerimiz de ‘bu ne lan’ deyip oturduğumuz yerden kalkabilirdik. Neyse ki ne konuştuğumuzu anlamadığım birkaç dakikalık turşu eziyetinden sonra ayaklanıp, bilet almak için gişeye doğruyu yürümeye başlamıştık.
Ulvi bizden ayrılıp, karşıya geçecekti. Uzunca bir zaman insan göremeyeceği arkadaşıyla nasıl bir son fasıl geçirir, bu konu da insan pek düşünmeden hemen karar verip, tokalaşmalı, sarılmalı ve ‘Allah’a emanet ol’ demeli. Biz de ona bunu yaptık. Almanya’ya gidecekti. Altı ay boyunca Almanca öğrenecekti. Büyük olasılıkla da orada kalmak için eniştesi yordamıyla bir şeyler ayarlayacaktı. Şayzeden daha iyi bir şeyler söyleyebileceği zaman geleceği ana kadar görüşmemek üzere otobüse Furkan’la binmiştik. Furkan Bağcılar’a gidecekti. Aksaray’dan metroda ayrılacaktık. Bağcılara giden metroyla benim bineceğim metro ayrı olmalıydı. Belediye böyle bir karar vermişti. Haklıydı sanırım. Yollar çok farklı güzergâhlar içeriyordu. Saçmalıyordum. Bunalmıştım.
Nihayet yalnız kaldığım an gelmişti. ‘Bütün serüvenler böyle biter’ gibi basit bir tezim var. Daha geçen gece bir akrabanın ölüm haberini aldığım da, on dörtlük aylık bir çocuğun telefonu bana haber veren kişiden alıp, ‘baba, baba…’ diye seslenmesinden sonra ölüm haberini çoktan unutmuştum. Yarım yamalak konuşuyordu ufaklık. Adını söyledikçe seviniyor, gülüyor, ‘babammmm’ diye bağırıyordu. Kuşlar gibiydi, biraz da kelebek. Uçuyor, uçuyor tekrar cıvıldıyordu. Telefonu alan birisine ‘babası ne zaman gelecek’ diye sorduğumda, ‘bir saate döner, ölüyü yıkamaya gittiler’ cevabı gelince tekrar ufaklığın sesini duymak güzel gelmişti. ‘Babam, o benim babam’ diye seviniyor, adını tekrarladığımda, ‘babammmm’ diye son harfi iyice uzatıyordu. Oradaki ‘m’ uzunca bir memnuniyet ve sevgiyle alakalıydı. Çevresindekiler ‘o baban değil’ dediklerinde, ‘hayıy, babam, babammmm mana ismim töledi’ diye cevap veriyordu. On dakika boyunca ‘babam’ diye tekrarlayan ufaklık yorulmamıştı da, ben yorulmuştum. Yine de tatlıydı, birkaç dakika boyunca ölüm gerçeğini susturmuştu.
Herkesin bir duruşu var burada. Örneğin şu on altı, on yedi yaşlarındaki kısa boylu süslü tıknaz kızın duruşu kendinden emin, ısrarlı bir hali tasvir ediyor. Gözlüklü, sol eliyle tuttuğu siyah laptop çantasını ara sıra sağ eliyle tutup, sonra tekrar sol eliyle tutmaya devam eden, içerideki insanlara bakan, bir yandan da yola bakınan gençse çok kararsız, tuhaf ama başarılı olma potansiyeli taşıyor. Kırklı yaşlarda, iri kıyım, yer yer dökülmüş, dalgalı sarı saçlı adamsa cama dayanmış ve yorgun. İki dakika içerisinde arkadaş olmuş, birbirini tanımayan yaşlı iki kadın da seçimlerle alakalı konuşuyorlar. Öte yandan ıssız bir ada, tam da gidiş yönüne ters oturup, benim bakış alanım içerisindeki güzellik, burada olmanın hiçbir anlamı olmadığını ifade edebilir bakışları var. Israr edersem bana bakacağını biliyorum. Bir bar taburesinde oturuyor olsam daha isabetli olurdum düşüncemden yana ama ayaktayım, yorgunum, hatta kişiliksiz de olabilirim. Ne olur şimdi kulaklarında çalan şarkı ‘sacré coeur’ olsun. Eğitimli, hatta üniversite mezunu; ben bunu anlayabilecek yaştayım aman Tanrım! Alkış bana ya da kahretsin, çok güzel! Açgözlü biri değilim. Böyle olursam kötü biri olurum. Hiçbir anne çocuğunun kötü olmasını istemez ama hayat çocukları da değiştirir. Narsizm bir hastalıksa, açgözlü olmak da bu hastalığın belirtisi olabilir. Büyük bir iç yetinememesi buna sebep olabilir. Kıskanabilirim, hatta hoş olmayan empatiler dahi kurabilirim. Böyle bir terim var mı psikoloji de, birisinin eylemde kendisine zorla yer elde etme çabasından bahsediyorum. Örneğin kötü empati denebilir buna ama daha çok haset, kıskançlık deniyor. İnsan eğer kıskançsa, bu aslında kendisine has tutkularından kaynaklanıyordur. Bir nesneye, canlıya karşı tutku insanda marazi duygular var edebilir. Bir güzelliğe karşı sevgi beslemekse, özgür olmakla alakadardır. Şimdi karşıdaki güzelliğe karşı ben özgür bir şekilde sevgi besliyor olamaz mıyım? Bir asır önce buradaki her şey farklıydı. At arabalarıyla insanlar dolaşıyordu. Belki de burada her yer ağaçtı. Sahi ya, ağaç, insanların ağaçlara değer vermediği, sırf gösteriş namına, değeri çok ağaçlardan alıp, onları süs namına kullandığı bir dönemde ağacın önemini nasıl anlatılabilir ki? Oysa ekmek, su gibidir ağaçlar. Böyle değil mi güzel bayan? Evet, baktı, baktığı an dünyalar benim filan da olmadı. Klasik senaryo cümlelerine bizim gibi insanların ihtiyacı yok ama baktığı an daha anlamlı bir yüz ifadesini tercih ederdim. Metrodan inene kadar ona baktığım halde, bir daha bakmadı. İyi ki baktım dersem, bu beni akşam namazına kadar mutlu edebilir, keşke bir daha baksaydı dersem de, bu beni bir ay boyunca rahatsız edecek. Karşı penceredeki ısı camda gözüken simanın içsel bir dönüşümle alakası yok. Tanrı’nın eliyle itelediği kişi olmak açıtı olabilir ama insan bazen uğruna güç harcadığı şeyler olur. Örneğin sırtımda taşıdığım bir çuvalın omzunda çıkaracağı izleri gururla birkaç gün taşıyabilirim. Aynanın karşısına geçip de, kendime bakındığım anlar da bana emeğin güzelliğini hatırlatabilir o izler. Hem bundan kime ne? İnsan amiri sıfatı zatlarla konuşurken de asla rüküş bir irade göstermemeli. İnsanlar kendisine saygı duymayan bireyleri kullanmak için can atarlar. Bunun temeldeki sebebi merhametsizlik de olsa, kimileri buna hayatta başarılı olup, ayakta kalma sanatı deyip, zırvalama becerisi de gösterirler. Kendini savunabilme yetisi olan koyun, sürü içerisinde aciz bir varlık haline dönüşürken, insanın bu oluşumun tersi olarak, toplum var ettiğinde haklı oluşun ve emeğin sesini her vicdana eşit bir şekilde duyurabilme gücü kendinde bulabilmelidir. Fani şahıslara haddini aşıp, gereğinden fazla hürmet gösterip, onları göklere çıkarma çabası insan olmanın nüvesine ters bir davranıştır. Özünde daima özgür olmanın sevincini yaşayan bir insan huzurla yaşayabileceği dünyalar var edebilir. Belki de inancı gereği yalnızca yaratıcısına boyun eğecek bir canlının olur olmaz her yer kendisi gibi canlılara boyun eğip, secde etmesinin manasını hangi şeytani faaliyette aramak gerekli ki? Tutkularımız mı bizi kendimize yabancılaştırır? Hangimiz üstün özellikleriyle daha farklı bir canlı haline dönüştü? Yalnızca araçların farklılıkları ve ederlerinin üstün oluşuyla mı insan başka bir insandan daha üstün oluyor?
Bir daha bakmasını istediğim güzel bayanın kıyamete kadar asla bakamayacağı yüz ağır adımlarla ilerleyip, inmek için kapıya doğru yaklaşırken, güzelliğin önündeki iki kitabı fark ediyor. Biri ‘Boşuna mı okuduk?’ adlı bir kitap, diğeriyse ‘Kpss Eğitim Bilimleri Çıkmış Sorular’ yazan sınav kitabı. Güzel bayanın psikolojisinin özüne varılabilecek iki kanıtta önündeydi. Uzun kollu açık pembe renkteki bluzunun rahatsız ferah bir yanı vardı. Sona yaklaşılırken, sevgiyle alakalı bir şey aklıma geldi. Aslında fasıl bile denebilir. Nasıl ki emeğin gücünden bahsediyor insan, sevginin de gücü kendi içindeki emekle alakalı ama bazen de insanın aklına her sevgide gösterdiği emeğin anlamsız kalışı, sonuç olarak üzgün olmasına dair ayrıntılar ortaya çıkıyor. Peki, her emek aziz değil miydi? Elbette emek nerede olursa olsun değerlidir ama mevzu emeğin amacıyla da doğru orantılı olarak dünyayı huzurlu kılar. Kötü bir şeyi var etme yolunda da emek harcanır fakat bu emeğin aziz olmasına engel bir durum da oluşturur. Her emek var olanı aziz kılmaz ama aziz kılınması gereken bir netice için de daima emek gereklidir. Araçları tanrılaştırmadan insan amacı da varlığının özü saymadan yaşarsa hayatın güzelliğini keşfedebilir. Yine de böyle umutlu şeyler düşünecek biri değilim. Ben karamsarlığımla mutluyum. Gerçekten de bu güzel bayanın üzerindeki bluz gibi hayatı pembeleştirici bir yanı olmalı. Sihirbazdan farksız olduğunu nereden bilebilir ki? İnsan mümkün olduğunda uzaklaşırken acele etmeli. Hayır, koşmalı, koşarken de arkasına bakmamalı! Sigara içecekse, beklemeli, uzaklara kadar koştuktan sonra içmeli.
Yürüdüm. Yürüyen merdivene bindim. Koşmadım. ASME kaynaklı bir yürüyen merdivendi. Eğimi yatayla otuz dereceydi. Kot farkına göre birkaç ufak ayrıntı da değişim de kendini göstermişti. Dışarı çıkınca ilk iş adres sormak olacaktı. Çuvalı doldurmak gerekiyordu. Ayna karşısına geçince, birkaç gün boyunca izini kaybettirmeyecek ağırlıkta bir şeyler lazımdı. Çuval bunu istiyordu, ben de kabul ediyordum. Ayaklarımı hissetmemek için düşünüyordum, uzak yerlere seyahat ediyordum. Şöyle bir soru sorabilirdim: ‘ Why you should read Kafka before you waste your life?’ Aslında aynen bu şekilde bir kitap okumuş da olabilirdim. Her şeyden önce çağın özgürlüğünden dem vurup, insanların züppe başıboşluğuna dair avantgarde sanat dahi yapabilirim. Hayır, hayır, küçük çocuklar gibi tükürüyorum. Ağızdan çıkan tükürün trigonometrik açısıyla beraber, kütlesi, yüksekliği, yerçekimi kuvveti ve rüzgarın hızı gibi önemli faktörler göz önünde bulundurmadan tükürüyorum. Tükürük katlar arasından geçerken hızlanıyor, hızlanıyor ve çöp tenekesine yakın bir yere düşüyor. Her şeyi klozet üzerinde otururken uydurmuş olarak buluyorum kendimi. Elimdeki kitabı koyacak yer bulamadığımdan, ağzıma, dişlerimin arasına koyuyorum. Elimi yıkamak için büyük fırsatı bana verdiği için ağzıma teşekkür ediyorum. Üniversite’de akademisyen olan birine gelip de, ‘hocam, ben çalışıyorum, bu yüzden her dersinize gelmem zor, bu yüzden sizden devamsızlık konusunda esneklik istiyorum’ diyen öğrencesine karşılık olarak ‘ben de çalıştım arkadaşım, simit sattım, öyle üniversite okudum, her dersime de gittim, sen de geleceksin’ diye cevap veren hocanın anlamsız hiddetini bana sunan, sifondan her saniye akan su sesini duymamak için banyonun kapısını kapıyorum. O da yetmiyor, odanın da kapısını kapıyorum. Pencereyi açıyorum. Cibinliği dahi açasım geliyor, son anda vazgeçiyorum. Televizyonu açıyorum. Alt komşu rahatsız olmasın diye sesini kesiyorum ama dayanamayıp sesini yükseltiyorum. Yetmiyor, bilgisayarı açıp, alakasız bir müziğin de oda içinde çalmasını sağlıyorum. Ses kulağımda hala, dayanmak güç, beynim zonkluyor sanki! İnsanın başı ağrırken canı sıkılmamalı ya da uyku hapı alıp uyumalı.
Kütle sabitken, ivmeyi yön olarak belirten negatif ya da pozitif bir durum da yok. İvme sıfır. Değerlerin anlamsız olduğu yer insanın merkezi. Varlığın merkezkaç kuvvetinden bile etkilenmediği zaman olmalı. Teorik olarak imkânsız. Kibirden ve budalalıktan vazgeçemiyorum. Gerçekten de özel bir şeyden bahsetmiyorum. Yine de kendimden başka hiçbir kuvvete sığınmamalıyım.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.