- 773 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
Bud Light
Uçuruma baktığınızda uçurumun da size bakması gibi değildir ateşle olan ilişkiniz; tek yönlüdür. Siz ateşe bakarsınız, bakarsınız, bakarsınız, sonra sabah oluverir.
Daha sabah olmamıştı. Akşam için ayırdığımız erzağı tüketmiş, ortada yanan ateşe karşı maşrapalar dolusu biranın hayalini kuruyorduk.
“Şu hep sözünü ettiğin güçlerini biraz da yoktan bira var etmek için kullansan?”
Böyle bir küstahlığı beklemeyen Sırların Efendisi kızardı. Elindeki çubukla biraz korları dürttü. Sonra gözlerini ateşten ayırmadan bana:
“Boyundan büyük konularda o kadar atıp tutmasan iyi edersin.”
“Boyum seninki kadar Efendi; ne daha uzun, ne daha kısa.”
“Yani bacak kadar...”
Yemeğin başından beri sessizliği tercih eden elf söylemişti bunu. Genelde elfler cücelerden haz etmez, bu yüzden de bulaşmazlardı ama bu bir elf için bayağı düşük çeneliydi. Sayesinde aramızdaki tartışmayı unutup ona karşı cephe aldık. Sırların Efendisi bir yandan, ben diğer taraftan boyu uzun, aklı kısa yaratığa laf sokmaya başladık. Elf sakince bizi dinliyor, cevap vermeye yeltenmiyordu.
Elf sustu, sustu, sustu... Sonra birden ayağa fırladı. Gözün yakalamayacağı bir hızla okluğundan çıkardığı oku yayına yerleştirdi ve karanlıkta bir noktaya nişan aldı.
“Ne oluyor?”
“Şşşş... Yanlız değiliz.”
Elim çift başlı baltama gitti. Kaptığım gibi elfin nişan aldığı çalılığa daldım. Karanlığın içinde daha karanlık bir silueti görünce baltayı salladım. İlk elde bir şeye denk gelmedi. İkinci savurmada bir bedene saplandı. Beden geriye yuvarlanınca saplı kalan balta da elimden kurtuluverdi. Karanlıkta baltamı el yordamı ile ararken ortalık aydınlandı. Sırların Efendisi, elinde meşale, yanımda dikiliyordu. Ona aldırmadan artık görebildiğim baltama uzandım. Bir türlü yerinden çıkmıyordu.
“Ne yaptın sen?”
“Sağlam savurmuş olmalıyım. Kımıldamıyor.”
“Baltanı sormuyorum sersem. Adamı neredeyse ortadan ikiye ayırmışsın.”
“Yani?”
“Kim olduğunu bile bilmiyoruz. Durup dururken adama niye saldırdın?”
“Karanlıkta, çalıların arkadasındaydı. Hayra yoracak bir durum yoktu.”
“Adam gecenin bir vakti yolculuk ediyor. Hırlı mıyız, hırsız mıyız, anlamaya çalışıyor. Sen ise fırlayıp adamı parçalara ayırıyorsun.”
Elf yanımıza gelmişti. Cesede baktı.
“Bree kasabasından olmalı. Yüzü tanıdık geldi.”
Efendi ateş başına doğru dönerken “Yaptığını temizle. Adamı uygun bir yere göm” dedi.
...
Yorulmuştum. Kendinizden daha büyük biri için çukur açmak, onu oraya yuvarlamak, sonra da üstünü örtmek tahminizden daha fazla güç gerektiriyor.
“İkiniz de bir el atmadınız” diye homurdandım.
Ben yokken aralarında konuşmuş olmalılardı. Zaten hep böyle olurdu; sudan bir sebeple beni gönderip yolculuğun geri kalanını planlarlardı. Bir iki kere çaktırmadan dinleyecek oldum, elfin keskin kulakları beni hemen farketti.
“Böyle her kıpırdayan şeye atlayacaksan işimiz var demektir. Hem derdin neydi senin?”
Bir elf için sadece çenesi düşük değil, ağzı da bozuktu. Sorusuna yanıt Efendi’den geldi.
“Babası gibi korkak olmadığı göstermeye çalışıyor; hepsi bu.”
“Babam korkak değildi benim. O bir savaşçıydı. Orklarla savaşta herkesten çok adam öldürdü. Herkesten...”
“... önce savaş alanından kaçtı. Sana da onun orada bıraktığı savaş baltasını bulmak kaldı. Hikayeyi biliyoruz.”
Kelimeler dilime dolaştı; bir şey diyemedim. Babam benim yumuşak karnımdı. Gerek cüceler, gerekse insanlar arasında adı korkağa çıkmıştı. Halbuki ben onun savaşta yaralanınca esir düştüğünü, baltasının da orkların eline geçtiğini biliyordum. Dahası orkların o kadar cana kıymış baltayı ganimet diye sakladıklarına emindim. Gidip onu olacak, orkların babamdan ne kadar korktuğunu ve ona ne kadar saygı gösterdiklerini herkese ispatlayacaktım. Babam korkak değildi. Ben korkak değilim. Bunu da her fırsatta gösteririm.
...
Oynamaya ara verdik. Sırların Efendisi’ni oynayan Steve etrafına oturduğumuz masadan kalkıp mutfağa yöneldi.
“Buzdolabından bir şey isteyen var mı?”
Kenny sesini çıkarmadı. Ben “bir tane daha” işareti yaptım. Oyunun anlatıcısı Patrick başını kaldırmaya gerek duymadı; nasıl olsa Steve ona Bud Lite’ını getirecekti.
Anlatıcımız sadece oyundan dolayı yorgun gözükmüyordu. Fazladan bir durgunluğu vardı. Bu yorgunluk yönlendirdiği oyunu da etkilemiş, macera sırasında karşımıza sadece çalılardaki kasabalıyı çıkarmıştı.
Steve onun önüne birayı sürdü. Grubun meraklısı olarak sorgulamak da bana düştü.
“Bir şey mi var Patrick? Bu akşam her zamanki performansında değil gibiydin.”
Akşamın altıncı birasını dudaklarına götürdü (Ben hala üçüncüdeydim).
“Var...”
Masaya geri bıraktığı bardağı yarılanmıştı. Bana bakıp:
“Belki de şu korkak baba temasına bu kadar yüklenmemeliyiz. Bana can sıkıcı şeyleri hatırlatıyor.” dedi.
“Can sıkıcı derken?”
“Bizim evde olanları mesela... Çocuklar, sır değil: Oğlum ergenliğe girdi ve hiç kolay günler geçirmiyoruz.”
Konuya aşinalığım vardı. Patrick ara sıra oğlunun geçirdiği değişimi anlatıyordu. Ama gelişmelerin onu bu kadar rahatsız ettiğini bilmiyordum.
“Durumu ilk olarak aksattığı ödevleriyle farkettik. Yaşı itibariyle doğaldır derken sınıf öğretmeni bizi çağırdı ve oğlumun gelecek sene sınıfını tekrarlayacağını söyledi. Düşünebiliyor musunuz, yedinci sınıfı bir daha okuyacak. Benim oğlum...”
Patrick’in oğlu deha değilse bile ilk yüzde onun içinde olan bir zekaya sahipti. Biraz gayretle sınıfını rahatlıkla geçmesi gerekirdi. Ama olmayacaktı.
“Hep annesinin yüzünden... Çocuğun başının etini yedi, “Çalış! Çalış! Çalış!” diye. Çalışacağı varsa da çocuk çalışmadı.”
Bu durumlarda “O zaman sen niye dizginleri ele alamadın? Oturup oğlunla bir çalışma programı yapmadın?” diye sorulmuyor. Sessizce Patrick’in dibini gördüğü bardağına bakıyorum.
“Bununla da kalmadı. Annesine ve bana cevap verir oldu. Üzerinden çok geçmedi, bana “S..tir git” dediği. Düşünebiliyor musunuz, ona üç yaşındanyken ilk bilgisayar oyununu gösterdiğimde sevincinden uyuyamayan çocuk şimdi bana s..ktir’i çekiyor.”
İçimden mırıldanıyorum. Diğerlerinin duysa da anlayamayacakları minik bir dua bu: “Tanrım, beni bu durumda asla bırakma!”
Patrick yerinden kalktı, mutfağa gitti. Dolapta kendi getirdiği biraların tükenmiş olduğunu görünce “Kemal, seninkilerden bir tane alıyorum” dedi.
Ben çoktan kontenjanı doldurmuştum. İçemediğim biralar nasıl olsa ev sahibimiz Steve’e kalacaktı; Patrick de bunlardan sebeplenebilirdi. Yerine tekrar oturduğunda şişenin de yarılanmış olduğunu gördüm. Belki şişeleme tesislerinde eksik doldurmuşlardı.
“Sinirlerine hakim olamıyordu. Bir tartışmamızda bana kızıp odadaki her şeyi kırıp dökmeye başladı. Eline geçirdiği bardağı salondaki aynaya fırlattı. Hareketlerini kontrol edemediğini görünce onu yakaladım ve duvara yapıştırdım. Bu noktada boğazından yakalamışım. O da benim elimi yaraladı.”
Patrick’in elindeki sargının sebebinin de arabayı tamir etmesi kökenli olmadığını anladım böylece.
“Daha sonra... Daha sonra kollarını farkettik. Eline geçirdiği bir jiletle kollarını doğramıştı. Öyle çok derinden, intihar amaçlı değil. Kendinden nefret eden birinin yapacağı gibi, kendini cezalandırırcasına...”
Bu noktada herkes Patrick’e değil, bana baktı. Galiba “Tanrım”ı yüksek sesle söylemiştim. Ama devamındaki “Lütfen... Lütfen... Lütfen...”leri sessizce geçiştirmeyi başardım.
“Olay kontrolümüzden çıkıyordu. Oğlumu psikoloğa götürdük.”
“İyi yapmışsınız” dedi Steve. “İşler çığırından çıkmış gibi gözüküyor.”
“İyi yaptığımızdan o kadar emin değilim” diye cevap verdi Patrick. “Oğlum doktora benim onu düzenli olarak dövdüğümü söylemiş. Doktor da görevi gereği sosyal görevlilere haber vermiş.”
“Eee, ne olacak şimdi?”
“Olacağı şu: Yarın sabah görevliler eve gelecek. Beni ve annesini ayrı ayrı sorguya çekecek. Gerek görürlerse oğlumu alıp götürecekler. Dövme suçum sabit bulunursa da tutuklanıp mahkemeye çıkarılacağım. Dedim ya, psikoloğa götürmek o kadar iyi bir fikir değildi.”
Boşalmış şişeyi masaya koydu.
YORUMLAR
Çocukları psikoloğa götürmek gerçekten de sakıncalı olabiliyor. Sonrasında sizin de psikologluk olma olasılığınız çok yüksek. İlk kısımla ikinci kısımın geçişi bana göre çok güzel olmuş. Bir yadırgama durumu yaşamadım.
Tebrik ediyorum.
Saygılarımla.
İlhan Kemal
Sadece oyun oynayanlarda değil, okuyan insanlarda da aynı sendrom vardır: Başınızı kitaptan kaldırırsınız ve Saint Petersburg'daki kışlık saray yerini maarif takvimli duvara bırakır. Bu noktaya önümüzdeki üç öyküde de tekrar tekrar geleceğiz. Saygılarımla.
biranın kapağından dökülüyor hayal ve gerçek. insan zum olunca baltalı ilahları da görür, içindekileri de döker orta yerlere.
hayal dünyasında giderken aniden düştüm sandalyeden...)
güzeldi.
İlhan Kemal
Biraz değiştirip şöyle diyebiliriz: ''Hayal biranın kapağından dökülürken, gerçek bir sinek gibi aralanmış kapaktan içeri girip, biranın içine düştü.''
Saygılarımla.
yazının orta dünya temasıyla başladığını gördüğümde açıkçası heyecanlandım. zamanında ben de böyle fanzin denemeleri yaptığımdan (çoğunu çöken bilgisayarımda kaybettim) onlardan biri olduğunu düşündüm. daha sonra bir rpg olduğunu farkedince hafif bir hayalkırıklığıyla devam ettim. sonunda beklediğimden çok farklı bir yerde buldum kendimi. açıkçası her ne kadar biz de yaşamış olsak da yeni nesil ergenler yada oralarda dedikleri onlu yaş grupları insanı korkutuyor. ve yaşlıların ettiği bir dua geliyor devamlı aklıma "Allah evlatlarınla imtihan etmesin", amin diyorum, en kötü ihtimalle bile karma diye bir şey varsa, ebeveynlerimden ah almadığım için geleceğe biraz daha umutla bakıyorum.
elinize sağlık bu güzel öykü için.
İlhan Kemal
Aslında bu bir ''Hayat kurgudan daha şaşırtıcıdır'' denemelerinin ilki. Diğer öykülerde de gerçek hayattan doğrudan alıntılar yapmayı planlıyorum.
İlginiz için çok teşekkür ederim. Saygılarımla.
Not: Rune Keeper'i siz nasıl tercüme ederdiniz / uyarlardınız?
grafspee
rune keeper'a gelince basit bir şekilde rün muhafızı kulağa hoş gelse de herkesin rünü bilemeyeceğini düşünerek,
kadim yazının muhafızı
unutulmuş yazının bekçisi
kayıp harflerin koruyucusu
ilk aklıma gelenler.