- 998 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Bir yalnız adam
Bir yalnız adam
Olaylar, insanlar, şartlar öylesine zorlamıştı ki adeta inzivaya zorluyordu adamı. Yorulmuştu, takati kesilmiş, eli kolu bağlanmış gibiydi, kendine kahrediyor, kimseyi suçlamıyordu amma çaresizice çare sahibine bütün dertlerini sessizce sükût içinde havale ediyor, onun ne yapacağını bekliyordu.
Yaşadığı şehrin kasvetinden kurtulmak için iki yıl doğup büyüdüğü yeri “Tebdili mekânda huzur var” diye bir daha dönmemek üzere terk etmişti. Zaman içinde anladı ki bu söz bana göre değil gerçeğiyle yüzleşti.
Ne fark eder uzaklara gitsem de,
Ateş yüreğimde, çile ensemde,
Gurbeti vatana tercih etsem de,
Kaçamam kendimden, ben yine benim,
Gölgem gibi sanki bahtım kaderim.
Bu hakikati anlamak kolay olmadı, bir türlü “evdeki hesaplar çarşıya uymuyor” gayret ve çabaları hep boşa çıkıyordu.
Değişen ne var ki? Sadece mekân,
Gün yine boğucu kasvetli akşam,
Her taraf bulanık ne yana baksam,
Yer demir, gök bakır, kaskatı dünya,
Maddenin içinde kaybolmuş mana.
Babasının ısrarlı çağrısına duygusuz kalamazdı, Kurban bayramı davetine icap etmek için memleketine döndü. Bu defada eş dost baskısı devreye girince onları da kıramayıp temelli dönmek zorunda kaldı. Yine hiçbir şey değişmedi, yine her şey yeniden başladı bittiğini sandığı yerden.
Ne düşündüğünü bilmeden kendini aramaya koyulmuştu. Gurbette bıraktığı hiçbir şey almamış, alacaklarının peşine düşmemişti. İyi bir yöneticiydi, aynı zamanda tasarımcılık onun vazgeçilmeziydi. Müdürlüğü yaptığı fabrikanın batmak üzere olduğunu anlayınca dört aylık emeğine bir kuruş almadan oradan ayrıldı. Daha sonra bir başka fabrikada bir yıl fabrika müdürlüğü yap kedi işini kurdu.
Daha önce yaşadığı beş haziran bin dokuz yüz yetmiş yedi, beş ocak bin dokuz yüz seksen kararlarının açtığı yaraya bu defa beş nisan bin dokuz yüz doksan dört karaları daha derin yaralar açtı. Tasarımlarıyla birileri milyon, hatta milyar dolarlar kazanırken kendisi bir ekmeğe muhtaç hale geldi.
Artık dayanamıyordu, çok yorulmuş, herkeste kaçar hale gelmişti ve o küçücük odasına kapanmaya karar verdi.
O küçücük odasında yalnız yaşayan adamın mutluluğu, kendini kendi yapan, onu asla terk etmeyen, acılarının, ıstırabının, sevinçlerinin, müzminleşmiş hastalıklarının, içinde mesken kurup, herkesin terk ettiği şu zamanda, onların perçinlenmiş vefasının asla terk etmeden, dert değil derman oluşlarıydı. Kimseler görmese de, anlamasa da, sezmese de kendi içindeki acıların, tatlıların, varlıklarını lütuf sayıyor, onları lütfedene şükür kere şükrediyordu, zira her şeyi sevgiliden biliyor ve bir başkası suçlamıyordu.
Bu sarsılmaz imanın, içsel şahadetin verdiği ilahi bilinçle, ne isyan ediyor, ne şikâyetçi oluyor, Vahdet ikliminin getirdiği hazla içsel mutluluğu tek vücut içinde kendi bile kendinden habersiz doyasıya yaşıyordu.
Adam ne zaman odasından çıkıp sokağa adımını atsa, görmek ve duymak istemediği her şeyler adeta üstüne, üstüne geliyor, o küçücük odada dertleriyle birlikte olabildiğince özgürken, sanki mahpushane avlusunda volta atan mahkûmlara dönüyorlardı, dertleri yeniden depreşiyor, içendeki dostları bu dış dünyadan tedirginlik duyuyorlardı ve yine o tek hücrelik odasına koşuyordu.
Zaten onu dört duvar arasına mahkûm ve mecbur eden bu dış dünyanın cazibesi, insanları ve olayları değil miydi? Altmış beş yıllını zindana çeviren, ömrünün en güzel yıllarını acımasızca örseleyen, bütün emeklerini türlü tuzak hile ve yalanlarla çalan, tertemiz duygularını kirletip hırpalayarak, yaralayıp sömüren, bu sokak, bu çarşı, bu şehir, bu dünya değil miydi?
Oysa oldukça sosyal, halkın her kesimiyle rahat konuşa, yardımlaşan, elinden geleni esirgemeyen, herkesi, özelliklede yoksul kesimi sarıp sarmalıyor, milli ve manevi değerleri anlatmakla kalmıyor, yaşıyor ve yaşanması için insanüstü mücadele veriyordu.
O artık şuursuzca akan insan seline karışmaktan, yorulmuş, bıkmış, usanmıştı. Kimseye kini nefreti yoktu amma kırgın ve üzgündü, yaşadığı girdaplardan çıksa çamura batıyor, çamurdan çıksa çöle düşüyor, çölden kurtulsa sarp yokuşlara sürülüyor, bundan da kurtulsa yolu dibi çıkmaz sokaklara gidiyordu.
Hep aynı çırpınış, hep aynı kafes,
Acılar içine sıkışmış heves,
İçimde boğuşur çığlık, çığlık ses,
Bir ses ki o sese kulaklar sağır,
Hissedip, duymanın bedeli ağır.
Adam artık aranmak, sorulmak, tanınıp bilinmek istemiyordu, unutulmak için elinden geleni yapıyordu. Beklentileri her geçen gün biraz daha azalıyor, umutla umutsuzluğu, iyilikle kötülüğü, vefa ile vefasızlığı, ihanetle sadakati, sefa ile cefayı, olumlu olumsuz ayırt etmeden hepsini tek görüyor ve gönlünü daraltan o buz gibi kalın surlar yıkılıyor,
Ruhundaki güç, hudutları yok ediyor, gönül kanatlarının estirdiği sevgi rüzgârı evrenin her köşesine dalga, dalga yayılıyordu. O bu rüzgâr dalgasını bir nefes alırken içine çekiyor, verdiği nefesle geldikleri yerlere yeniden yolluyordu, Sanki haşir ve neşir bütün ihtişamıyla bu iki nefes arasında bayramdan önceki arifenin heyecanını yaşatıyordu.
Oysa Ona göre kaç kere kıyameti kopmuş, kaç kere Hak divanı kurulmuş, kaç bin kez hesaba çekilmiş, ne kadar ağır diyetler ödemişti. Bir tarafı çöl sıcağı bir tarafı Sibirya gibiydi, bir ayağı cennette diğeri cehennemde. Hiç fasıla vermeden elleriyle avuçlayıp, cenneti cehenneme, cehennemi cennete taşıyordu. Aradığı şey ikisinin arasındaydı, bulabilmek aşkıyla usanmadan yılmadan, can veresiye ona ulaşmanın gayret ve çabasındaydı. O bu arama aşkını dünyaya değişmezdi, değişse bile onun yerine bundan daha değerli bir şey alamayacağını pekâlâ biliyordu.
Önüne sayısız maddi zenginlik verecek, nice fırsatlar çıkmış, gönlüne kaç mecaz-i aşk güneşi doğmuştu, Sevgilisi olmak için ne çok sesler gelmişti. Fakat idrakine hükmeden, adını bilmediği, tanımını yapamadığı bir güç, onu sürekli engelliyordu, kaç defa "aradığım sen değilsin" çığlıklarının tenha yerlerde her tarafı çınlattığını kendinden başka kimse duymuyordu, hâlbuki duyulmalıydı, duyulacaktı. O duyurmamaya öylesine özen gösterdi ki, deli diye dillere düşmek, başka türlü de ardından gelinmesini istemiyordu. Ancak biri duymalıydı, biri bilmeliydi "aradığın benim" demeliydi, o bunu bekliyor ve der miydi diye de beynini parçalıyordu. "Diyecek bir gün, diyecek" hissini bütün hücreleri titrerken öylesine derinden hissediyordu ki, onunla kaplandığını ve kendinin kaybolduğunu kaç kez yaşamıştı, kim bilir ne zamana kadar kaç defa daha yaşayacaktı?
Mahpushane sanki şu sonsuz âlem,
Et kemik içinde tutsaktır gayem,
Beni hiç kimseler anlamaz madem,
Ey sahte büyücü bahtımdan el çek,
Sar beni hakikat, sev beni gerçek.
Ta ki o aradığı sırrı çözene kadar.
30.09.2012...Mustafa Yaralı
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.