aforozlu düşlerle çatışma
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
yaşadığım yerde bugün babalar günü gülce...Christi Himmelfahrt...Jesus’ un Tanrı’ ya ulaştığı tahmin edilen ve öyle kabul edilen gün incil’e göre...ne düşündüm biliyor musun? Tanrı’ nın huzuruna çıkabilmek için kaç kilometre gitmeliyim daha? oysa gideceği yerlere varmak için son sürat yol alan sabırsız biriyim...saatte ortalama iki yüzle kovalarım aklımı, hep benden önce mi varır namussuz!
aynı zamanda bugün resmi tatil...ama dün makineciler grev yaptı...sendikacılarla bir uzlaşmaya varılamadı anlaşılan...o yüzden mektuplar karma karışık geldi...üstelik sadece yarısı bize ulaşabildi...grevin yarın da süreceği söyleniyor...bu demektir ki hem dünden kalan eksiklik hem bugünün mektupları hem de yarınkiler toptan gelirse zor ve terli bir gün yaşayacağız...
dün Marcus’la da konuştum "sözleşmemin bitimine iki hafta kaldı durum nedir?" dedim..."seni elimizde tutmak istiyoruz...çok memnunuz senden...sen yukarlarda bi yerdesin gülce!"...bla..blaa...blaaa...Marcus bu cümleyi kurarken gerçekten de gözlerini yukarıya doğru kaldırınca; çok kısa bir süre için de olsa kendimi harbiden bulutlarda hissettim...benim orda bir yerlerde yerim yurdum var mıydı?...Tanrı’ yla aramızdaki mesafe kısalmışdı da benim kör gözlerim mi göremiyordu acaba?...hep aynı şeyi yapıyorlar...ilk önce göğe fırlatıp şişirerek ayağını yerden kesiyorlar, sonra da eros’un yayını gerdiği gibi oku tam kalbine saplayıp; karbondioksitli yüreğinin iki oksijen molekülü parçasıyla birleşmesine mani oluyorlar...zaten yerde sağlam bi yerimiz olmadı hiç bari gökte tutunacağımız elektronlu birkaç dalımız olsun...
altı sene olacak hala sözleşmeli çalışan bir elemanım...sendikacılarla da konuştum...adı Wolfgang...sendikacıların başı...çok sempatik ve güler yüzlü bi adam...sorunumu avukatla konuşup nasıl bir adım atmamız gerektiği konusunda bilgi alıp bana haber verecek...Meryem’le büroya gittiğimizde Wolfgang bize dönüp "çok yorgun görünüyorsunuz yatmadınız mı siz? diye sordu...biz de "grev yaptık ya kaç gündür mektuplarla boğuşuyoruz...hem yorgunuz hem de uykusuz" dedik...kafasını salladı güldü..."çok yormayın kendinizi eve gidin dinlenin"...
ben de dinleniyorum...ama dinlenmek de yoruyor bazen...kafamın içinde biriken dağınıklığı toplim derken daha da iç içe katıyorum beynimi...bi gün şu beynimi fazlalıklarından boşaltmak istiyorum...çöplüklerinden arıtmak...kaç konteyner dolar merak ediyorum...gözü açık uyumak nedir kuzum?..yorgunum...betonlaşan ayaklarımı kırarım korkusuyla kıpırdatmak gelmiyor hiç içimden... kaç ton taşıyorum ağırlaşan vücudumda o da belli değil...
annemi babamı aradım...köydeler...orda olmayı isterdim...hem de çok isterdim...o güzelim dağların eteğinde -eğer ayı-yılan korkusu da olmasaydı- sabahlayabilirdim belki...kafamı toplayabilirdim...babamın sesimi duyabileceği ayarda "babalar günün kutlu olsun baba...Allah sana sağlık. huzur, mutluluk versin" diyebildim anca...telefonu kapattıktan sonra da sessizliğime gömülüp içimden kendime: "seni çok seviyorum baba! güzel Tanrı’m seni başımızdan hiç eksik etmesin" dedim bir gün onun da aramızdan gideceği gerçeğini kabullenip içim titreyerek...
aklıma dünden beri o çınar ağacı takılıp durdu tarla kuşum...belki çınar değildi bilmiyorum...ama yıkılmayan bir ağaçtı sonuçta...bütün fırtınaları arkasına almış bizi de dört-beş metre karelik gölgesiyle serinletmek istiyordu...babam kestirme bir yol bulmuştu bize...kümes kadar iki odalı bi okul lojmanından çıkıp, amcamların kaldığı eve gitmek için gözüne kestirdiği sakin sessiz bir güzergâhı bir-iki saat boyunca yürüterek ayaklarımızı, tabanlarımızı güçlendirmek istiyordu...annemin hazırladığı bir yolluğu da sırtına atıp, peşine daltonlar gibi dizerek, iki noktadan bile geçemeyecek siyah çizgilerin hizaya gelmeyen görüntüsünü, zoraki üstümüze giydirmeye çalışıyordu ..."hadi düşün önüme bakim!"..yok öyle değil babam gerçekten severdi yürümeyi...taşlı ve tozlu yolların vazgeçilmez adamıdır diyebilirim babam...her kaldırımda bir ayak izini illaki bırakmıştır miras olarak...sonra bu huyunu herkese bulaştırdı...
küçük boyumun yanında filinta gibi duran o ağacı işte bu yüzden unutmuyorum tarla kuşum...unutmadığım ne kadar çok şey varmış meğer...aslında unutkan biriyim...günleri, tarihleri, okuduğum kitapları, hikayeleri, kahramanları çabuk unutan ve birbirine karıştıran biriyim...bunları niye unutmuyorum abuzer?..sen de haklısın sana ne? sen nerden bileceksin?
gövdesi sağlam kadim dostumuzu unutmuyorum çünkü yolu yarıladığımızı işaretleyen bir semboldü, bir ışıktı bizim için...straplezli gölgesinde dinlenmek ve annemin tereyağlı çökelek sürdüğü ekmekten bir lokma yiyebilmek, soluklanmak için tek kurtarıcımızdı o...bu yüzden de çok değerliydi gözümde...her gün o yolu tepmiyorduk ama en azından sıcak havalarda, bir hafta sonu etkinliğini biz işte bu şekilde değerlendiriyorduk...amcamlar beş kardeş tek katlı evin üstüne, üç kat daha çıkıp herkesi huzura kavuşturmak ve bir arada olmak adına bunun daha iyi olacağını düşünmüşlerdi...babamın da bu ortaklığa katılacak maddi gücü olmadığından, hiç değilse hafta sonlarını inşaatda çalışıp bu şekilde kollarını-pazularını şişirerek bir işe yaramak istiyordu...öyle beleşten istemiyorduk bir tapuyu...
ev bitince o lojmandan taşındık...o dar evde çok güzel günlerimiz oldu...hani "yokluk karın doyurmaz" derler ya bazıları...oysa bizim fazlasıyla doyuyordu...yanındaki koca okuluyla beraber üstelik...babam sınıfları süpürürken ona yardım ederdik akşamları...ne tozları yuttuk biz abuzer...kaç sınıf vardı hatırlamıyorum ama eğlenceliydi...abim bir üst katta müdürün odasına damlar, ben de aşağıda çatık kaşlı Vasfiye hanımın -müdür yardımcısıydı- şişirilmiş rahat deri koltuğuna yayılarak ahizeli telefonu elime alıp onun gibi hava atardım...ohh canıma değsin Vasfiye hanım! inanmazsınız belki ama sizinkine fark atıp sollayacak kadar hatıralarım olmuştur o okulda....masanın üstünde jilet gibi parlayan kalem setleri gözümüzü kamaştırırdı...sanki dosyaları imzalıyormuşum gibi masustan kağıt üzerinde gezdirirdim boş boş...demek benim kağıt-kalem merakım ordan gelme...kağıt, defter dayanmıyor mübarek...onlar da kaldıramıyorlar hüznümü n’apsınlar...
bir gün yine yaz tatili Vasfiye hanım çocuklarını da beraber getirmiş okula...bir kız bir de oğlan, isimlerini hatırlamıyorum...hanımefendi odaya kapatmış kendini, çocukları da ortalığa salmış, garibanların canı sıkılıyor ne yapcaklarını bilmiyorlar...ben de acıdım tabi...insanlık adına dedim alim okulu gezdirim, birkaç oyun oynar hiç değilse onların da sıkıntılarını gideririz...sonra baktım bu oyunlar bunları kesmiyor...kız cebinden iki üç tane sigara çıkarıp elime uzattı ’hadi içelim’ dedi...bak sen! heralde annesi ayakta uyurken çantasından yürütmüştü...ben de ayıp olmasın diye bu ahlâksız teklifi kabul edip bi güzel oyununa geldim mi...sonra da pöfür pöfür karşılıklı dumanı çelimsiz suratımıza üfleyip caka satmaya başladık mı bir güzel...hıyar oğlu hıyar huylanmaya başladı mı bu durumdan...kara kaşı, kara gözü duman altında kalınca; kendisini mafia filmlerindeki kabadayıların ortasında, bileylenmiş keskin usturaya kelleyi kaptıran talihsiz bir kurbanın hazinli sonunu gözünün önüne getirmiş olacak ki o an böyle sağlığa zararlı şeyleri kullanmaya yanaşmıyor, akıllı çocuk! biz de dokuz-on yaşlarındayız henüz:))))...baktı olacak gibi değil, kendisini adam yerine koyan da yok delikanlı damarı tuttu mu bizim artistin "anneme sizi söyleyeceğim! bittiniz kızım siz bittiniz!"...oğlum dur celallenme hemen! sakin ol bişey yapmıyoruz...yok! bu kudurdu...aklınca gözümüzü korkutup ispiyonlayacak bizi...yok "siz görürsünüz gününüzü, annem bi duysa sizi mahveder" daha buna benzer bir sürü şey zırvalayıp kulağımızı götürdü mü bücür...o bodur boyuyla bi afra-tafra o biçim sorma gitsin...biz iki kız ne yaptıysak zapt edemedik bu veleti...başa çıkamadık bacaksızla...tehditleri peş peşe sıralayınca beni de bir telaş sardı mı sonra...eyvah eyvah! dedim ayvayı yedim! tabi kıza çaktırmıyorum, içimden de fokur fokur kaynatıyorum azarla karışık terbiyelediğim ihtar ışıklarını...neyse ki Vasfiye hanım zahmet edip ayağına kadar çağırmadı ama eskiden tanışık olduğumuz o cengâver haliyle yine öyle ters ters bakınıp durdu etrafına...konuşmaya ne hacet! kadının gölgesi yetiyordu da artıyordu bile saklanacak delik aramamıza...bir daha da tövbe! ne çocukların yüzünü ne de sıfatını gördüm...kadına bak be!..az kalsın kızın beni yoldan çıkarıyordu bacım! ne ayaksınız siz?..sonra babam gülerek yanıma geldi mi...kızım siz ne yaptınız öyle anlat babana bakim? diye sordu mu ben de "valla baba ben bi şey yapmadım masumum! fırlama olacak o kızın, başının altından hep çıktı bütün muzurluklar" deyip güvenilir savunmamı yaptım...babam da "yalnız hoca bir daha kızına yaklaşmamanı ve kendisinden uzak durmanı tembihledi" deyince; içimden "ulan ben de çok meraklıydım sanki size!" ünlemini öfkeli bir biçimde dilimin ucunda kendi kendine çarpışırken buldum...o günden sonra da Vasfiye hanımla yıldızımız hiç barışmadı...kadın bişey demiyordu ama bakışları yetiyordu cancağızım...zaten gökten zembille inmiş vaziyette karşımda parladığında her sefer, başımı bi suç işlemişim gibi yüzüm kızararak öne eğiyor, alnıma suçlu damgasını yapıştırarak kendimi açığa vuruyordum hemen...
bu arada okulun spor salonu da bütün donanımıyla emrimizdeydi...koyu yeşil süngerli muşamba yataklarını yere dizip tepinirdik üstünde...insanın talenti yoksa yoktur arkadaş! doğru dürüst takla atmasını bile beceremezdim...normal bir öğrencinin yapabileceğinin yüz misli kadar antreman yaptım bi amuda kalkmasını bile öğrenemedim...ama masa tenisinde iyiydim...iyiydik...yalnız şu sert falsolu vuruşları abimler ne yaptıysa da öğretemediler bir türlü...onlar bazen müdür ve öğretmenlerle maçlar yaparlardı bütün hünerlerini sergilerlerdi...hatta yendikleri bile olurdu...
bir de bir iskelet vardı bir sınıfta...oraya tek başıma girmeye cesaret edemezdim...çok korkardım sanki canlanıp üstüme saldıracak ve beni çiğ çiğ yiyecek sanırdım...iskeletora benzetiyordum onu...kötü tarafta saf tutmuş da iyi insanları temizlemek istiyordu sanki...bu düşünceyle onu da okul süresince düşman belledim kendime...oysa en çok ceset kokuyordu...en çok toprağı hatırlatıyordu bana...
daha buna benzer bi sürü şeyler oldu tarla kuşum...sanırsın ki o okulda ne evrimler geçirdik...ne mutasyonlara maruz kaldık x men gibi...üç gündür yatağa bağlı ve monitora kilitlenince duyguları kabarıyor insanın...bazen yönümü şaşırıyorum...çıkmaz sokak gibi geliyor her köşe başı...insanın kalbi sadece kan pompalamaya mı yarar?..yetmiş kilo ağırlığındaki bir insan beş litreye yakın kan taşıyor vücudunda...oysa ben daha fazla hayal etmiştim...kendimi bıçakla birkaç yerimden deşersem dünya tek kişinin kanıyla da boğulur, bu kahpe saltanatı sona erer sanmıştım...öyle değilmiş gülce! sen de kalbini mezar yapma benim gibi olur mu?...yoksa boğulursun içinde...
keşke gömme bir dolabın içinde saklayabilseydim kendimi ve gerekmedikçe çıkmasaydım dışarı...işte bazen bu hüzünlü mektupları; kendi ellleriyle üstünü sıkı sıkı örtmeye çalışan nemli toprağa benzetiyorum...birkaç çivisi paslanmaya yüz tutmuş, birkaçının da ters çakılma sonucu başını öne eğen görüntüsüyle muhtemelen her gün yüz yüze gelmek zorunda kalacağım ve ziyarete gelenlere keyfimin sanılanın tersine gayet yerinde olduğunu ıspatlamak için sabırsızlanan ve görünüşe bakılırsa kapağı kasıtlı açık unutulan rutubetli ve haris bir tabutun içinde; kanatları körelmiş, yassı vücutlu tahta kurularıyla boğuşurken beni bulmalarını sevinçle karşılayacağım...kireç tutmuş yüzümün ve ilaçlanmış çatal göğsümün yeraltı böceklerinin tek geçim kaynağı oluşu ne garip! "ne garip şey ölmek anne!"
gül cemalini cansız bir ekranda görmek, ağırlaştırılmış müebbeti yemek gibi bir şey sanki gülce!...hatırlarsan Âşık Veysel "hergün aklımdan geçiyorsun, insan bir selam verir" demişti...biz selamdan geçtik gülüm...o selamların sırat köprüsünden, rütbeli yüksek duvarlarından da geçtik...bi aşağı atlamadığımız kaldı...Marx’ ın dediği gibi "zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok" nasıl’sa...bak herkes yalnız...bak herkes körkütük aşık...herkes "en iyi ben ölürüm" diyor...biz daha Mümtaz’ ın hikayelerini, Muhsin’ in güzel sesinden şiir ve türkülerini dinleyeceğiz...üstelik her akşam kayra’ nın zihinsel ölümünü gerçekleştirmesi için tanrı’ya yalvarmam gerekecek...işkence görüyor çocuk...bana da ediyor kavat...ölsün de artık kurtulalım...ölüm böyle bi şey işte...kuyruğa sokuyor insanı...dinden imandan çıkarıyor...kendi elinle kendini bilinmeyene teslim etmek...x denkleminin çözülemeyen sırrı sanki anasını satim...ne gök...ne de toprak...örtmez ki hiçbir şey çıplak üstümüzü kuzum...
bol nane...bol zencefil...bir limonun dağılan çekirdeği...ki limon derken her seferinde sulanan dilimin dudağıma pervasızca ettiği taciz...ve saatte 220 kilometre hızla üstüme gelen hüzünlerin altında ezilip büzülüşüm...
"Ey iki adımlık yerküre; senin bütün arka bahçelerini gördüm ben."...büyüksün Nilgün...bizim ön bahçelerimiz tedbiri elden bırakmayan yüksek duvarlardı sadece...arka bahçemizde ise solan güller vardı yalnızca...kuruyan dallar ve yapraklar...
"Beyinlerimiz savaşsın isterdim, ama görüyorum ki siz silahsızsınız bayım." (Kafka)
görünen o ki; geri çekileceğiz yine...her şeyden ve herkesden...
yüce Jesus! çok rica ederim vücudumdan aforoz edilen kollarımı, ayaklarımı bana geri ver!
kod adı Gül’ce...
YORUMLAR
çöl çil gezdiriliverdi ruhum an' bi an
en son nerde kaldım ben biliyorum
: kemiklerimi çok seviyorum ( iskeletimden korkmayan çocuklarla bir anatomi dersinde olmayı çok isterdim )
kemik ne ölümsüz
iyi şair kemik gibidir
demi
hemi
iyi geceler
vb
Gule
değişik bir yaklaşımdı...düşündürdü...
teşekkürler sevgili neval...
Bir yeri temizlemenin en iyi yolu o yerden taşınmaktır.
Bunu kahramanın dağınık zihninden ve konteynırlarla ölçtüğü zihin kirliliğinden yola çıkarak söylüyorum.
Taşınırken "birgün lazım olur" diye sakladığımız ama aslında çöpten başka bir şey olmayan şeylerden kurtuluşumuz gibi.
Gule
teşekkürler Aynur Hanım...
kıymetlidir düşünceleriniz...
Aynur Engindeniz
Teşekkürler bizden. Keyifle okuduğum bir çalışmaydı.
Sevgiler.
Elimizde ruhumuz vardı o da aforoz edildi.
Hakikat ve düşün tali yoldaki mecburi çarpışması gibi olmuş. Yazılarındaki kaşıntı veren o şeyi seviyorum. Aslında sevmek kelimesine ileride ihtiyaç duyacağım için kullandım tamamen, yoksa asıl kelimem, rahatsız* oluyorumdur. Kelimelerin kasası hafızadır. Burada kelimeler iş başındadır çünkü, çocukluğun ağzından düşüvermiş kelimeler. Hani demişti ya yazar; kelimeler bazı anlamlara gelmiyor, diye. Geliyor geliyor. Öyle bir geliyor ki.
Duvarın rengi siyah. Ama görüyoruz diğer renkleri. Bütün renkler beyazda olsa bile.
Gule
eksik olma Harun...sen de yüreğinle, düşüncelerinle hep vardın...
sağolasın gözüm...
Bir ağacın kocaman kolları sarmış seni, geriye dönerek ; insan kendini güvende hissetmek istiyor değil mi, hep o yüzden kaçıyorsun oraya..
cansın.
Gule
canımsın gülüm!