- 751 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KIRAATHANE MUHABBETİ (Öykü)
Mart ayı bitmek üzereydi. İnsanlar kışlık giysileri üzerlerinden atmak için sabırsızlanıyorlardı, ama hava hâlâ soğuktu. Arada bir de olsa yüzünü gösteren güneş, soğuğun etkisini bir türlü kıramıyordu. Batıdan doğuya akın akın hızla akıp giden kara bulutlar, durup durup öyle bir yağıyordu ki, her yağışında herkesin yüreğini ağzına getiriyordu. Karabasan gibi basan kara bulutlar, sanki normal yağmak yetmezmiş gibi, yanına bir de rüzgârı almış, her yana dehşet saçıyordu. Yağmur, kimi zaman gıcıyla birlikte yağıyor, kimi zamansa biraz azalarak doluya dönüşüyordu; ama çoğu zaman sağanak şeklinde yağıyordu. Müthiş sesler çıkaran gök gürültüsü ve art arda çakan şimşekler, insanların içine büyük bir korku Salıyorlardı. Sele dönüşen yağmur suyu, dere yatağına çevirdiği yolda, önüne gelen ne varsa, hepsini coşkun bir akıntıyla alıp götürüyordu. Direnebilenler, sadece sel suyunu yara yara ilerleyen taşıtlar ile yerlerinde inadına dimdik duran ağaçlardı. Gerçi sel, daha coşkun aksaydı, ağaçları da köklerinden söküp götürecekti. Ama ağaçlar, var güçleriyle toprağa sarılmış, direndikçe direniyordu. Yağmur ve rüzgâr, bir o yana bir bu yana eğilip bükülen ağaçlara bir şey yapamıyordu.
Herkes can havliyle kendini bir yere atmış ve bulabildikleri küçücük bir yer de olsa, oraya sığınmışlardı. Kimileri otobüs duraklarında, kimileri de bir mağazanın giriş bölümünde kendileri için bir yer bulmuştu. O da herkes gibi bir yere sığınmış, dehşet dolu gözlerle bu manzarayı seyrediyordu. Şu kalabalığın içinde bir tek kendisi kalmıştı, bu yaşta ayakta kalan. Şu ağaçların sulara direndiği gibi, bir tek kendisi kalmıştı ölüme karşı direnen. Seneler, nasıl da bu yağmur suları gibi, sel olup akıp gitmişti. Dalgın dalgın hızla akıp giden sulara baktı, baktı, baktı... Yağmur suları uzun, kalın bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla, ama çok hızlı akıp gidiyordu.
Yağan yağmura, esen rüzgâra ve akan sele, bir süre öylece baktı. Geçmiş günleri düşündü: “Nice sel felaketleri yaşamıştı Adana. Hemen her nisan ya da mayıs ayında mutlaka sel basardı Adana’yı. Zaman zaman yeterli olmasa da sel felaketlerini önleyici çalışmalar da yapılmamış değildi; Cemal Paşa, Demir Köprü’den şimdi Adana Müzesi olan yere kadar bir set yaptırmıştı. Sonraları, Adnan Menderes zamanında, Süleyman Demirel’in mühendisliğini yaptığı Baraj, sel tehlikesi nispeten azaltınca, bu sete ihtiyaç duyulmadığından, setin üst kısmı yıkılmış, üzerine ise, set boyunca devam eden yol yapılmıştı. İşte bugün, Fuzuli Caddesi dediğimiz yol böyle açılmıştı. Yine Irmak üzerine sulama amaçlı Regülatör yapıldı. Hele Seyhan Barajı yapıldıktan sonra, artık Adana’yı sel basmaz olmuştu.” Tüm bunları gayet iyi bilen Mehmet Amca, şimdi şundan emindi: “Ne kadar müthiş yağmur yağsa da, sel basmazdı artık Adana’yı. Bu yüzden içi rahattı. Herkes tedirgin olsa da o olmazdı.”
Mehmet Amca biraz daha erken çıksaydı yağmura yakalanmayacaktı. Saatine baktı, yağmur, yarım saattir aralıksız bir şekilde yağıyordu. Şimdi kıraathanede ol-saydı, sobanın başına geçer, altına da bir sandalye çeker otururdu. Ardından hemen çaycıdan bir çay isterdi. Şimdi ne keyifli olurdu ama, bu havada sıcak sobanın yanında, sıcak çayı içmek. Bunların hepsinden daha da önemlisi; dostlarıyla sobayı çepeçevre sarıp, hep birlikte muhabbet etmek.
Mehmet Amca, aslında soğuk ve yağışlı havalarda pek dışarı çıkmazdı. Ancak bugün yağmura yakalandı. Evden çıktığında hava açıktı, yağmur ansızın bastırmıştı. Eve de geri dönmek istemedi. Yağmura yakalanacağını bilseydi, mutlaka şemsiyesini yanına alırdı. Başını soğuk-tan korumak için, kışın sürekli kasket takardı. Çok soğuk havalarda bir gözünde akıntı olurdu. Bu yüzden sürekli olarak yanında bir mendil taşırdı. Gözünü soğuktan, rüzgârdan ve güneşten korumak için güneş gözlüğü takardı. Ayrıca, bugünlerin dışında kullandığı hem uzak hem yakın mercekli gözlüğü de vardı. Bir kulağının altı, içeri doğru biraz çukurdu. Bunun nedeni bademciklerinin birinde bir kist oluşmuş; ameliyat yapan doktor, kisti alırken, yanlışlıkla tükürük bezini de aldığı için, o tarafı biraz çukur kalmıştı. Uzun boylu, dik duruşlu biriydi.
Büyük küçük fark etmez, herkes Mehmet Amca hitap ederdi. Saygıdandı böyle söylemeleri. Yoksa asıl adı Mehmet Emin Güzelsoy’du. O, yaştaşı üç beş dostu bir arada gördü müydü dayanamaz, hemen yanlarına giderdi; önce gayet saygılı bir biçimde selam verir, sonra hal hatır sorardı; hem de herkese tek tek. İnsanları asla kırmazdı. Aslında kolay kolay da sinirlenmezdi, sakin biriydi. Sinirlenecek bir durum olursa, hemen tepki göstermez, biraz durup sonra karşılık verirdi. Sözü de dinlenirdi hani. “Azizim” diye söze bir başladı mıydı, herkes pürdikkat kesilirdi. Öyle boş boş konuşmazdı; nerede ne söyleyeceğini gayet iyi bilirdi. Oldukça da bilgiliydi. Çok kitap okur, araştırma yapmayı severdi. Alçak sesle, tatlı bir ses tonuyla hitap ederdi herkese. Saygılı bir ses tonuyla, yeri geldiğinde kullandığı vurgusuyla öyle bir konuşurdu ki, siz farkında olmadan susar, onun konuşmasını büyük bir keyifle dinlerdiniz.
O, oldum olası takım elbise giymeyi severdi. Elbiseleri genellikle füme rengindeydi. Desensiz, açık renk gömlek giyer ve üzerine sade bir kravat takardı. Takım elbise ile adeta özdeşleşmişti. Bir defasında spor giyinmişti de, bu giyimi, başta kendisi olmak üzere, herkese garip gelmişti. Takım elbise giyme alışkanlığı ona Atatürk’ten geçmişti. 1937 yılında Atatürk Adana’ya geldiğinde onu takım elbise içinde görmüş, o günden sonra o da takım elbise giymeye başlamıştı.
Atatürk söz konusu olduğu zaman, ondan hep saygıyla söz ederdi. Gerçi o Atatürk’ü bir kez görmüştü ama bu görüş bile onu ömür boyu etkilemişti. Mehmet Amca o günü asla unutamıyordu. Atatürk’ü anlattıkça da anlatırdı. Özelikle gençler anlatmasını istedikleri zaman o ne gördüyse onu olduğu gibi anlatırdı: “Ben, Paşa’yı ilk ve son olarak 19 Kasım 1937 yılında gördüm. Atatürk, Adana’ya geldiğinde, şimdi Atatürk Parkı denen yerde bir tören yapıldı. O sırada Adana Erkek Lisesinde okuyordum. Bizi okul olarak oraya götürdüler. O zaman on dört yaşlarındaydım. İşte, onu bu resmigeçit sırasında görmüştüm. Çok bitkindi. Zorlanarak da resmigeçit için ayakta duruyordu. Sonuna kadar da durdu. Tören bittikten sonra parkın karşısında bulunan İsmet İnönü Kız Enstitüsü gitti. Sağ elinde bir baston vardı. Sabiha Gökçen sol koluna girmiş ona destek oluyordu. Atatürk’ü o zaman çok sevdim. Hastalığına aldırmadan resmigeçit töreni için ayakta durmuştu. Yine hastalığına rağmen 24 Mayıs 1938 yılında da “Hatay Meselesi” için yine Adana’ya gelmişti, ama tören yapılmadığı için bizi karşılamaya götürmediler. Bu nedenle bu son gelişini bilmiyorum.”
Yine, aynı gün gerçekleşen bir olayı da yeri geldikçe anlatmadan edemezdi: “Tören bitmiş dağılıyorduk ki, herkeste bir koşuşturma gördüm. Ne var, ne oluyor, diye sordum. Atatürk’ün arabası Döşeme Mahallesinin orada çamura saplanmış, arabayı çamurdan çıkarmak için uğraşıyorlarmış, diye söylenince, ben hiç yerimde durur mu-yum. Fırladım hemen. Çoluk çocuk hep beraber koştuk. Bisikleti olanlar çabuk gitmiş, olan biteni yakından görmüşlerdi. Ben de bunlardan biriydim. Korumalar arabaya kimseyi yaklaştırmıyordu ama uzaktan da olsa Atatürk’ü arabanın içinde otururken görüyorduk. Atatürk, arabanın içinde bekliyordu. Bir sürü uğraştan sonra araba çamurdan çıkarıldı ve sonunda yola devam etti. Ama biz şaşkındık; nasıl olur da Atatürk gibi bir adamın arabası çamura saplanır. İşin gerçek yüzünü çok sonradan öğrendik: Meğer Adana Valisi ile Adana Belediye Başkanı’nın arası iyi değilmiş, bu yüzden de birbirlerinin açığını ararlarmış. Vali, Belediye Başkanı’nı zor durumda bırakmak için Atatürk’ün arabasını çamurlu yola sürdürmüş. Atatürk ne bilsin, İsmet İnönü Kız Enstitüsünde dinlendikten sonra, Milli Mensucat Fabrikasını gitmek istemiş. Vali, Döşeme Mahallesinden giderken yolu biraz değiştirerek başka bir yoldan Milli Mensucat’a götürtmüş; yol yapılmadığından Atatürk’ün içinde bulunduğu araba da böylece çamura saplanmış. Arabayı çamurdan çıkarma çalışmalar sırasında Atatürk’ün yanında bulunan Vali, Atatürk’e neler neler anlatmış ki, Atatürk, Ankara’ya döndükten bir süre sonra Adana Belediye Başkanını görevden almış. Atatürk öldükten sonra Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü, ilk seçimlerde bu Belediye Başkanı’nı İçel’den Milletvekilliği seçtirmiş. Bu Belediye Başkanı da Turhan Cemal Berikel’dir.”
Mehmet Amca’nın evinde geniş bir kitaplığı vardı. Osmanlıca yazılmış kitapları da vardı. Bunların arasında Osmanlının son zamanlarında okullarda ders kitabı olarak okutulan bir “Edebiyat Kitabı” da vardı. Okula başladığı yıl yeni harflere geçilmişti. Bu nedenle eski yazıyı hiç bilmezdi. Lisedeki bütün ders kitaplarını saklamıştı. Zaman zaman kitaplarını gözden geçirdiği bir gün, Kanaat Kitabevi tarafından 1935 yılında basılan Âgah Sırrı Levent’in yazdığı “Edebiyat Tarihi Dersleri (Tanzimata Kadar)” adlı okul kitabını buldu. Başladı onu okumaya; Fuzuli’yi okudu, Nef’i’yi okudu. Kitabı baştan sona okudu. O günleri yâd etti. Arif Nihat Asya, onun Edebiyat hocasıydı, kitapta Arif Nihat Asya’nın bizzat işaret ettirip, öğrenmelerini istediği yerleri görünce içi burkuldu. Edebiyatı ona sevdiren Arif Nihat Hocası olmuştu. Gözünün önünde canlandı hocası: “Arif Nihat Hocamız çok güzel ders anlatırdı. Ders anlatırken herkesin kendisini sessizce dinlemesini isterdi. Dinlemezlerse çok kızardı. Bazı muzip öğrenciler, onu kızdırmaktan zevk aldıkları için dersle ilgisi olmayan sorular sorarlardı. Tabi o da kızar, kimi zaman da küfrederdi. Arif Nihat Hocanın bir bisikleti vardı. Okula (Erkek Lisesi) onunla gider gelirdi. Yine kimi muzip öğrenciler, Arif Nihat Hoca okuldan çıkınca eve gitmek için bisiklete bindiğinde, bisikletin arkasından tutarlar, onun pedal çevirmesine engel olurlar, hocayı kızdırana kadar da böyle tutarlardı. Kızdığı zaman da hızlı bir biçimde iterler, sonra da bırakırlardı. Hoca da, bu hızla giderken düşmemek için dengeyi iyi kurar, sonra da yola devam ederdi. Öğrenciler onu kızdırmaktan büyük keyif alırlardı. Bütün bunlara rağmen öğrencilerini yine de çok severdi. Öğrencileri de onu çok severdi. Hey gidi günler hey! ” İç geçirdikten sonra yine devam ederdi anlatmaya: “Arif Nihat Asya, 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’den Adana Milletvekili seçildiğinde Adana istasyonunda ne coşkuyla karşılanmıştı ama. Bütün öğrencileri hepimiz oradaydık. Sadece öğrencileri mi, halktan da büyük bir kitle gelmişti bu karşılamaya. Adana böyle bir kalabalığı ilk defa bu sırada görmüştü. Eeee! Hocamız sevilmeyecek biri değildi; en azından “Bayrak” şiirini Adana’nın Kurtuluşu için yazmıştı.”
Mehmet Amca, ll.Dünya Savaşı öncesinde İstanbul Üniversitesi’nin İktisat bölümüne kayıt yaptırmıştı. İlk yıl okumuş ama ikinci yıl okuyamamıştı. Savaş çıkmıştı çünkü. O yılları da asla unutamıyordu; Führer’in radyoda konuşmasını adeta dünmüş gibi hatırlıyordu. 1943 yılında, Adana Yenice’de Churchill’in İnönü ile görüşmesini de unutamıyordu. Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşı’na sokma çabalarını da. Yenice’den trenle her geçişinde, bu iki liderin baş başa görüştüğü, bugün müze yapılan o beyaz vagonu görüyor ve o günleri, içinde oluşan garip bir duyguyla anıyordu. Yine kıtlığı da hatırlıyordu. Ekmeği karneyle almalarını zaten asla unutamıyordu. Savaşın ne kötü bir şey olduğunu sadece bu karneyle ekmek dağıtımından da anlayabiliyordu.
Tabi, gençlik yıllarını o da herkes gibi asla unutamıyordu. O günlerin anıları, her zaman için zihninde tazeliğini koruyordu. O, yaşamında bir kez sevmişti. Lise ikinci sınıftaydı o zaman. Aynı sınıfta okuduğu altı kız öğrenciden adı Sofya olanı onun dikkatini çekmişti. Be-yaz tenli, siyah saçlı, ela gözlüydü Sofya. Bu kız, esrarengiz davranışı, çekingenliği, ürkekliği ile diğerlerinden çok farklı geliyordu ona; adeta herkesten kaçıyordu Sofya. Kimseyle konuşmazdı da. Mecbur kalırsa kız arkadaşlarıyla konuşur, onun dışında da kimseyle görüşmedi. Evden okula, okuldan eve gidip gelirdi, onu başka yerde gören olmamıştı da. Karşıyaka’da çilingir ustası bir Ermeni vardı, onun oğlunun adı Sarkis’di. İşte, Sofya bu Sarkis’in kızıydı. Yani Sofya bir Ermeni kızıydı. Sarkis Usta babası gibi iyi bir çilingir ustasıydı. İşini o kadar iyi yapardı ki, herkes ona iş yaptırırdı. Mehmet, Sofya’nın bir Ermeni kızı olduğunu biliyordu. Ermenilerle Müslümanlar arasında geçenleri de, özellikle halasının Ermeniler tarafından yakılmasını da; ama, bu kızda sanki bir şey vardı onu çeken. Mehmet, kıza bakmak istemiyordu, ama elinde olmadan bakıyordu. Kız bu bakışları fark etti, ama aldırış etmemeye çalıştı. Durumunu gayet iyi biliyordu; bir Ermeni kızla bir Müslüman erkek! Olacak iş miydi? Herkes ne derdi! Bir iki selamlaşma, konuşma; derken arkadaşlıkları ilerledi. Ama çok geçmeden Sofya okula gelmez oldu; bir gün, bir hafta, bir ay... Sofya bir daha okula hiç gelmedi. Sordu soruşturdu, sonunda öğrendi; Adana’dan gitmişlerdi. Ama nereye gittiklerini kimse bilmiyordu. Gençlerin arkadaşlıklarını gördü mü, Sofya yine gözlerinin önüne gelir, içi sızlardı. Zaten hiç unutmamıştı ki onu. Sonra siyah saçlarını, ipeksi beyaz tenini, o hüzünlü bakışlarını... Bir daha da başkasını öyle sevememişti.
Evlenmemişti; Sofya’ya olan aşkından mı yoksa baş-ka bir nedenden mi, hiç anlatmadı bunu. Aslında varlıklı bir ailesi vardı; ancak evin en büyük çocuğu olunca tüm sorumluluk onun sırtına binmişti. Yine “şura senin bura benim” derken, işten güçten zaman bulup da evlenmeye ayıracak zaman kalmamış, bir de bakmış, yaş elli. Ondan sonra da evlenmekten tamamen vazgeçmişti: “Bu yaştan sonra evlensem ne olacak. Nasıl olsa, böyle yalnız başıma yaşamaya alıştım.” derdi. Gerçi, annesi yakın zamana kadar sağdı, ancak bakıma muhtaçtı; çünkü annesi son zamanlarında yatalak olmuştu. Sonra annesi de ölünce bir başına kalmıştı. Son on yıldır yalnız başına yaşıyordu. Gerçi yalnız sayılmazdı, evinde kitapları vardı. Öyle de olsa bir can yoldaşı olsa iyi olurdu: “Ne yapalım. Kısmet!” diyordu.
O yıllarca aynı terzi, aynı berber, aynı ayakkabıcıya gitmişti. Terzisini hiç değiştirmemişti. O hiç hazır elbise alıp giymedi, hep diktirdi. Saydam Caddesinde “Ayakkabıcı Mualla” adında bir ayakkabıcı vardı; ayakkabısını hep buradan alırdı. Ayakkabı pençesini ise hep Köşker İsmet’e yaptırırdı. Bu Köşker İsmet’in diğer adı da Topal İsmet’ti. Yine altmış yıllık berberini de değiştirmemişti: Hep Berber Fışkı Bekir’e tıraş olurdu. Fışkı Bekir’in elleri titrerdi. Ancak bir duble rakı içince el titremesi geçerdi. Böyle keyfi yerine gelince de, öyle bir tıraş yapardı ki sormayın gitsin. Ama şimdi ne Ayakkabıcı Mualla var, ne Köşker İsmet, ne de Fışkı Bekir.
Değer verdiği eski eşyalarını saklardı. İyice eskimiş de olsa, o yıllardan kalma gramofonunu zaman zaman açar, taş plaklarını dinlerdi. Kimlerin taş plakları yoktu ki onda; Münir Nurettin Selçuk’tan tutun da Hamiyet Yüceses’e, Safiye Ayla’ya kadar... Daha nice niceleri vardı. Bunlar, Klasik Türk Müziğinin radyoda çalınmadığı, radyodan kaldırıldığı yıllarda, İsmet İnönü’nün “milli şef”liği döneminde alınmıştı. O dönemlerde radyoda sadece Batı müziği ve Türk Halk müziği çalınıyordu.
Hayatının önemli bir kısmı dernek, kulüp ve parti çalışmalarıyla geçti. Kimi zaman bunları kurdu, kimi zaman üye olarak kaldı, kimi zamansa yöneticilik yaptı. Gençlik yıllarında Şehir Kulübü’nde yöneticilik yaptı. İleriki yıllarda Ulu Camii Yaşatma Derneği başkanlığı yaptı. Millet Partisi’nin kuruluşu sırasında Osman Bölükbaşı ile çalıştı. Bu parti için, kendi bölgesinde parti örgütlenmesini sağladı. Bölükbaşı’nın Partisinin mitingleri çok kalabalık olurdu. Çünkü Bölükbaşı esprili konuşurdu. Ama iş oy vermeye gelince, halk ona vermezdi. O da bu durumu şöyle anlatırdı: “Alkışlar bize, oylar Menderes’e!” Mehmet Amca, eski siyasetçileri çok iyi tanırdı. Şimdikileri ise, öncekiler kadar iyi tanımazdı. Çünkü çoktandır, bu işlerle uğraşmıyordu. 12 Eylül’den sonra bu işlerden soğudu. Turgut Özal’dan sonra ise temelli bıraktı. Bu işleri bırakalı yirmi beş yıl kadar oluyordu. O zaman altmış yaşlarındaydı.
Bir saat kadar kalmıştı dışarıda, iliklerine kadar da üşümüştü. Yağmur da dinmişti. Bir an önce kıraathaneye gidip sobanın başına geçip ısınmalıydı. Bir yandan saçakların kenarından damlayan yağmur sularının üzerine damlamaması için dikkat ederken, diğer yandan yağmurun düzgün olmayan yollarda oluşturduğu gölcüklere düşmeden yavaş yavaş yürüyerek kıraathaneye ulaşmaya çalışıyordu. Hasta olabilirdi de. Ne de olsa biraz ıslanmıştı. Neyse sonunda kendini kıraathaneye atabildi. Garson hemen onu kapıda karşıladı,
“Islanmışsın Mehmet Amca.” dedi, ardından paltosunu almak istedi, ama o vermedi. Her zaman verirdi:
“Hele bir ısınayım sonra alırsın.” dedi. Sobanın yanında hemen bir yer açıldı. Garson bir sandalye getirmişti bile. Birkaçı eksik de olsa, dostları yine sobanın başındaydılar. Onlara selam verdi, onlar da onun selamını aldılar. Sonra her biri tek tek ona “merhaba” dedi. O da onlara tek tek “merhaba” diyerek karşılık verdi.
Garson ne içmek istediğini sordu:
“Ihlamur mu, çay mı?”
O, her zamankinden, diyecek oldu. Az önce hayal ettikleri aklına geldi.
“Tavşankanı bir çay olsun” dedi.
Herkes şaşırdı:
“Hayırdır!” diye sordular.
O da:
“Hayır hayır!..” dedi.
Az sonra çay geldi. Önce adeta tadına bakarcasına şöyle bir içti.
“Oh!” dedi. Beğenmişti. Çay da çaydı hani ya! Öyle tavşankanı. Yıllar olmuştu öyle tavşankanı çay içmeyeli. Hep açık çay içerdi. Demli çay içse gece uyuyamazdı. Ha, bir de, çay demişken son zamanlardaki çaya sinir oluyordu. Neydi o; “poşet çay mı ne!” Hiçbir tadı yoktu bu çayın, tadı haşlak haşlaktı. İnsan içtiği çaydan hiçbir tat alamadığına göre, niçin içerlerdi bu çayı. Çay diye, sadece ağız yakan sıcak suya mı denirdi.
Çaycının getirdiği çayı içti. Ardından bir çay daha istedi; ama bu kez açık çay istedi. Herkes “tamam, şimdi oldu” anlamına “Ha!” dedi.
“Ha şöyle! İnsan ağız tadıyla, keyfini çıkara çıkara çay içmedikten sonra, ben o çay içmeye, çay içme demem.” dedi.
Televizyona baktı; televizyonda haberler vardı ve Irak’taki olaylardan söz ediyordu. Amerikan’ın Irak’ı iş-galinden bu yana ölen Amerikan askerlerinin sayısından söz ediliyordu: İki bini geçmişmiş (01 Mart 2007). Ölen Iraklılarının sayısından hiç söz eden yoktu. Bu yıl futbolda üç büyüklerin üçü de iyi değilmiş. Enflasyon tek hanede kalacakmış! Kıraathanede en çok özellikle futbol ve at yarışları konuşulurdu. Sonra, ekonomik sorunlar ve siyasi konular. Yaşlı olanlar daha çok hastalıktan söz ederlerdi. Sonra ekonomik ve siyasi konular da önemli bir yer tutardı. Spor denince, onlar sadece yürümekten söz ederlerdi; birbirlerine o günkü yürüyüşlerin nasıl geçtiğini anlatırlardı. Sonra hemen hastalıklarının nasıl olduğunu sorarlardı: Kimileri şeker hastasıydı, kimileri tansiyon, kimileri kolestrol. Ama herkesin ortak derdi vardı: Prostat. Herkes kendi hastalığını, bunun çaresini nasıl aradığını, bu hastalıkla ilgili neler duyduğunu ve neler okuduğunu anlattıkça anlatırdı. Ama mutlaka herkes birbirine yürüyüş tavsiye ederdi. Mehmet Amca ne yazık ki şeker hastasıydı. Bazen dayanamayacak kadar tatlı canı istedi miydi, insülin vurur, sonra tatlıyı yerdi.
Saatine baktı; ilaçlarını alma saati gelmişti. Üç yıl önce birden fenalaşmış, kendini yitirmiş, tam o sırada doktor olan yeğeni yanındaymış, bunun bir kalp krizi olduğunu anlamış, ilk müdahaleyi yaptıktan sonra acile kaldırılmış, birkaç gün içinde de bypas ameliyatı olmuştu. Aslında o sağlığına çok dikkat ederdi. Derdi ki: “Yaşlılıkta iki şeye dikkat edeceksin; üşütmemeye ve düşmemeye. Üşütüp de hasta düşersen ya da düşer de bir yerini kırarsan geç iyileşirsin.” Bunlardan dolayı kış günlerinde de pek dışarı çıkmazdı. Çıkmak zorunda olduğu günler sıkı giyinirdi. Yine başında kasketini de asla eksik etmezdi.
Onun en çok istediği şeylerden biri, kıraathanelerde satranç oynanmasıydı. Tam elli yıldır ya satranç oynuyordu ya da öğretiyordu. Adana’da 1957 yılından beri satrancın nerelerde oynandığını bilirdi. Yıldız Kıraathanesinden Camlı Kahve’ye kadar hepsini bilir, oynayanları dahi dün gibi hatırlardı. Ama bunların sayısı üç beşi geçmezdi Ama bugün bu alanda epey yol alındığını da belirtmeden edemezdi. Bir zamanlar şöyle hayal ederdi: “Şuraya bir satranç takımı konsa da oynasak; oyunu kay
bedenlere her zaman olduğu gibi “acemi” ya da “keklik” deyip takılsak. Sonra yine, zaman zaman satrançla ilgili hikayeler de anlatsak; mesela, Timur’un satranç oynarken oğlu olduğunu; tam da rakibine şah-ruh(şah-kale) çektiğinde habercilerin “Oğlun oldu!” demelerini, Timur’un da bunun üzerine oğlunun adını Şahruh koyduğunu, bu Şahruh’un babasından sonra hükümdar olduğunu anlatsak. Yine, oyunda “at” oynanması istendiğinde, seyircinin biri “atı oyna” yerine, bize bir şeyi hatırlatırcasına “sür atı” deseydi de, biz de ona uyup geri kalanını söyleseydik: “Dök zülfünü meydana gel, / Sür atını ferzâne gel. / Al dayreni hengâme gel! / Bülbül senin, gülşen senin, / Âşıkınım hayli zaman.../ Dil muhtazır teşrifine, / Gel aman aman!..”Amaç yine muhabbet etmekti.
Bir zamanlar bu kıraathanede birkaç oyuncudan başka kimse yokken, şimdi onlarcası vardı. Hatta öyle ki, aynı anda on masada satranç oynanıyordu. Dönerli oynadıkları için her masanın başında üçer kişiden nereden baksan otuz kişi satranç oynuyordu.
Yağmur yine hızlanmıştı. Bir kişi, yağmurun yağışını daha iyi görebilmek için camların buğusunu sildi. Yağmura yakalanmış birkaç kişi, son anda kendini içeri atıp, hemen sobanın yanına koştu. Soba da adeta yağmurla yarışıyordu; o da iyice alevlenmişti. Hem de gürül gürül. Soba borusunun sobadan çıktığı yerdeki kısmı ve dirseği ateşin hararetinden kıpkırmızı olmuştu. Herkes bulunduğu yerden biraz geri çekilmişti.
O, epey ısındıktan ve epey sohbet ettikten sonra bir ara başını çevirdi, kıraathanede bir değişiklik var mı, diye baktı, ama her şey yine eskisi gibiydi. Kıraathanenin ön yüzü boydan boya camekândı. Camekânın iç tarafındaki üst köşede her zaman olmasa da çoğu zaman açık duran bir televizyon vardı. Kıraathanenin duvarları sigara dumanının kiri pek belli olmasın diye de tütün rengi ile boyalıydı. Duvarlarda, karşılıklı olarak asılmış iki manzara resmi vardı. Resimlerden birinin yanında duvara çapraz asılmış, seccadeye benzer bir duvar halısı; diğerinin yanında ise bir askı ve hemen yanında da bir duvar saati, onun yanında da bir takvim vardı. Masalarsa büyük ve dört köşeliydi, üstleri ise yeşil çuhayla kaplıydı. Kimi masalarda okey taşları her zaman öylece dururdu. Tavla masası azdı, anlaşılan tavlayı oynayan pek yoktu. Salonun ortası ile cama yakın bir yerde de soba duruyordu. Bu soba baharla birlikte kalkardı. Çay ocağı ise tahta çitle ayrılmış bölümdeydi. Burada sürekli kaynayan bir çay kazanı ve onun üzerinde de iki tane demlik vardı. Bardakları yıkamak için küçük bir lavabo taşı ve musluk bulunuyordu. Çay ocağının gerisinde, duvarda bir raf ve bu rafta da çeşitli eşyalar vardı; açılmamış çay ve kesme şeker paketleri üst üste konmuştu. Kahve fincanları, çay ve su bardakları ise yan yana diziliydi.
Onun en büyük şikâyeti, kıraathanelerde ‘okuma köşesi’ olmayışıydı. Böyle bir köşe olsa ve bu köşede, içinde kitap bulunan bir dolap olsa kötü mü olurdu. Yine burada bütün günlük gazeteler bulunsa fena mı olurdu. Kıraathaneler, hiç olmazsa hafta sonları gazetelerin hepsini satın alsalardı? Böylece hem bütün gazeteleri okumaya çalışırlardı, hem de bulmacalarını çözerlerdi. Gazeteleri okurken kimi zaman gülecekler, kimi zaman sinirleneceklerdi. Kimileri siyasetten söz edecek, kimileri emekli maaşlarının azlığından yakınacak, kimileri magazin sayfalarına bakıp milletin ahlakının bozulduğundan söz edecekti. Bulmacaları çözmeye gelince, herkesin bilemediği sözcükler olursa hemen sözlük ya da ansiklopedilere bakılacak bulunacaktı. Böylece eski bilgiler tazelenecek ve yeni bilgiler öğrenilecekti. Onun bütün derdi muhabbet adı altında insanları düşündürmek, konuşturmak va tartıştırmaktı.
Aslında o kıraathanelerin bir kültür merkezi niteliğinde olmasını istiyordu; orada her tür sosyal etkinlik olmalı, hatta kimi zaman siyasi tartışmalar yapılabilmeliydi. Ona göre, ekonomiden, spordan, siyasete kadar her şey önce kıraathanelerde konuşulduğuna, tartışıldığına göre, kıraathaneler toplumun bir çeşit aynasıydı.
Tüm bunların olması için kıraathanenin çok geniş olması, oyunların cinsine göre kıraathanenin bölümlere ayrılması gerekiyordu. Bir yerde at yarışları, bir yerle de spor, bir yerde kültür, bir yerde gazete ve kitaplar, bir yerde okey, bir yerde satranç, bir başka yerde sohbet edilen bir bölüm bulunmalıydı. Hatta yiyecek içecek kısımları da olmalıydı. Oraya sabah bir gireceksin akşama kadar çıkmayacaksın. Tâ, yatma vaktine kadar da orada kalacaksın. Sadece uyumadan uyumaya eve gideceksin.
Ayrıca, bir başka isteği daha vardı: “Yine bu kıraat-hanelerin otantik bir köşesi de olmalı; eski çok özlenildiğinde, orada şöyle oturup keyfine göre kahve içilse ne güzel olur. Ama burası öyle sıradan bir yer olmamalı, eskiyi yansıtan bir havası olmalı: Eski kıraathaneler tarzında olmalı, rahat oturulacak bir sedir, ortada bir masa, çevresinde birkaç iskemle. Duvarlarında eski eşyalar asılı olmalı; çerçevesi oymalı ceviz bir kristal ayna olmalı. Eski bir kilim mutlaka olmalı; şahmaranlı olması şart değil, elindeki cezveyle kahve dağıtan bir kahveci güzeli motifli olsa da olur. Onun yanında her saat başı vuran duvar saati, bir başka tarafta “Philips” marka eski bir radyo olmalı. Yine, yanında Münir Nurettin’in taş plağının da bulunduğu bir gramofon olmalı. Münir Nurettin’in Sahibinin Sesi Köpek Marka’lı taş plaklarından “Kalamış Şarkısı” ile “Söyletme Beni Canım Efendim” şarkıları kendi sesinden, arada bir de olsa dinlense, ne keyifli olur. Burada her zamanki gibi üç beş dostla, ahbapla muhabbet edilse: Yine her zamanki gibi, geçmiş günleri yâd edilse; memleket meseleleri konuşulsa, yine “Ne olacak bu memleketin hali” dense; gelecekle ilgili kaygılar dile getirilse; evlatlarımızın gelecekleri konuşulsa; geçim sıkıntısından, hayat pahalılığından, kapkaç olaylarından söz edilse; Amerika’nın Irak’ı işgali, AB’ye girip giremeyeceğimiz tartışılsa, fena mı olur. Konuşulsa, tartışılsa, sinirlenilse, bağırıp çağrılsa, sevinilse, mutluluktan kahkahalar atılsa... Kısaca, insan olduğumuz anlansa… Arada bir de olsa, bol köpüklü kahve içilse. Kahve kokusu doyasıya içe çekilse. Hatta, kimi haftalarda, her zaman değil tabi, bir de nargile tüttürülse. Nargilenin kokusu, dumanı, fokurtusu her tarafı doldursa. “Görüyor musun mereti, ne de özlettirirmiş kendini.” Eh işte, bunlar gibi şeyler istiyorum. Yapılamayacak şeyler mi bunlar. Kısaca, eski günleri, gençlik günlerimi çok özlediğim zamanlar, duygusallığımın çok yoğun olduğu zamanlar, bir nebze de olsa yaşayabileceğim bir ortam, var olduğumu hissedebileceğim dost canlısı bir ortam, sıcacık bir yer istiyorum.”
Dışarıda yağmurda kalırken aklından geçenleri hayalinde yine canlandırdı.
“Çok da güzel olurdu hani” dedi kendi kendine, ama alçak sesle.
Yakınında oturanlar onun bir şeyler söylediğini duydular, ama bir anlam veremediler. Sordular:
“Ne oldu Mehmet Amca?”
O, içi buruk bir şekilde,
“Hiç!” dedi.
Ama her şey de insanın kendi elinde değildi ki: “Neyse” dedi içinden. “Dostlarla bir arada olmak çok güzel…” O gün, böyle muhabbetle akşam edildi. Kimleri kimleri yâd etmemişlerdi ki bu gün. Adeta bu gün, ömrüne ömür katılmıştı. Akşam çıkarken, hiçbir zaman söylemeyi ihmal etmediği “İyi akşam” sözünü, bu kez her zamankinden çok daha farklı bir tarzda, memnun olduğunu gösteren bir ifadeyle söyleyerek ayrıldı.
YAŞAR YILTAN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.