- 423 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
EFENDİLER EFENDİSİ O’! (rahmetellil âlemin)
Bu günkü dünya düzen(sizlik)inin bütün sıkıntıları inen kâinat kitabı ve insanın beyanı olan Kitab-ı Ekber ile insan arasında bağ kurmada vazifedâr kılınan peygamber efendimizin, ruhundan, ahlakından yaşayışından, uzaklaşmaktan kaynaklandığı su götürmez bir gerçek.
Öyle değil mi? Basit bir alışkanlıktan vazgeçilemezken, o çölden örf-adap tanımayan bir vahşiyi alıyor bir anda yıldızlaştırıp allâme seviyesine çıkarıyor. Hem de çok kısa bir sürede…
***
Neden Efendi deniliyor ona biliyor muyuz?
Efendi, Yunancadan dilimize geçmiş saygın, muteber, mümeyyiz kişi anlamına gelir. Arapça da ise Rab ile karşılık buluyor, yani özetle terbiye eden anlamında. Peygamberimiz ile özdeşleştirdiğimizde ise insana kaybolmuş kimliğini iade eden, insanı fıtratı düzeyine çekerek, orijinal yazılımı işlettirmede ona rehberlik eden, kişisel hak ve halk ile dengeli ilişkiyi öğreten, iradeyi kişinin kendi kontrolünde görmek isteyen efendi…
Korku ve sevgi-saygı arasındaki farkı belirleyen, değerleriyle farkı fark ettirenlerin hak ettiği bir unvandır efendilik.
Aklı karmaşadan, hissiyatı bulanıklıktan, duyguları armoniye getirmek, vahiy ve sünnetin ışığında yol alan aldırmayı tavsiye eden, etmeyene saygı gösteren bir ifade böyle bir şahsiyette şık durmaz mıydı?
Kur’an’ın ete kemiğe bürünmüş hâli peygamberimiz, diğer peygamberlerde tecelli eden birkaç Esma’nın tümünü kendinde toplayan beşerin en üstünü olması unvanı ile bizleri de şereflendirerek bize bizi kazandırmıştır çünkü.
****
Dengeli bir yaşayış için Peygamberden en avama kadar “her insanı” üç bölüme ayırarak değerlendirmek gerekir.
İnsanın tabiat ile bağı olan (bedensel ihtiyaçları ve özel hayatı).
Makam-ı itibarı ile (annedir, babadır, evlattır, yöneticidir veya her hangi bir görevi bakımından).
Ve ruhsal tarafı, (hisleri, duyguları, aklı ve kalbine tabi vicdanı).
Yani madde, mana ve bu ikisi arasında denge unsuru olan duruşu, mevkiideki görevi.
Göz ardı edilen bu üç ayrı kimlik birbirine karıştırıldığında yüceltme ve alçaltmada ölçü tanınamaz. Üzerine mevsimsiz giydirilen kıyafetlerle şekillendirip, sonra yakıştı yakışmadılarla kişiyi kişiler sayısının adedince yorum değerlendirmesi ile hem yapana ve hem de yapılana zulüm edilmiş olur. Hz. Ali; “Bir insanı layık olmadığı yere koymak zülümdür “diyor, yine o Efendinin tedrisinin mahsulü önder…
Bu manada ata ot, kediye süt vermek adalet olsa gerek.
Oysa ölçü tektir, onu çoğaltan insanların bencilliğinden doğan açmazların kural tanımazlık sonucu gelişen feveranlarının bu gerçeklerle alakası yoktur.
İşte insan bu üç şahsiyeti ile birlikte değerlendirildiğinde abartma veya yerme kalabalığından kurtulan akıl-ruh ve kalp ancak böyle ikna edilebilir.
İnsanı kutsamanın “koruyorum” zannıyla onu sınırlamak olduğunu bilmeyen bilinç ne kendisine yakın görebilir nede kutsama yüceltisi ile ona ulaşabilir. Hep uzaklaşır, yoksa dolayısı ile de önce kendisine yabancılaşır, sonrası kaos zaten.
O önce indirilene kendisi inanıyor, uyguluyor, yaşıyor ve ondan sonra söylüyor. Delilsiz hiçbir öğretisi olmadığı gibi aksi bir iddia söz konusu bile olamıyor bu sayede de. Müşriklerin o zaman ki iddiaları ile bu dini kendisi uydurmuş olsa idi (haşa!) koskoca bir ömrü böylesi bir fedakârlığa, adanmışlığa feda edilebilir miydi?
Elbette o da yemeli, içmeli, yüzmeli, uyumalı, gülmeli, şaka yapmalı, gerekirse savaşmalı, çalışmalı, yorulmalı, ağlamalı, konuşmalı, canı yanmalı, evlenmeli, şefkati, sevmeyi hassasiyeti, önce kendisi bilmeli sonra en doğru ölçülerle söylemeli. Ya değilse gökten inip yapın edin deseydi, kimler benimserdi, kendine uyarlayabilir, hangi aklına izah edebilirdi bunu.
Her iki kişiliğini de ortaya açık açık koyarak yaşamıştır. Eylem ve söylemleri arasında hiç bir tutarsızlıkta görülmemiştir.
Bin küsur yıl öncesi öğretileri bu gün hala orijinalitesini korumakla beraber hala gün be gün kendini güncelleyerek inananlarını beslemektedir.
Allah’ın resulü ayaklara vurulmuş prangayı, ellere vurulmuş kelepçeyi ve körleşmiş aklın gözü-kulağını hür iradeye açarken kalıcı mutluluğun formülleri ile Hürriyet-i şer’iye, (bir olan Allah’a iman edip, bütün kâinatın ve sebeplerin esaretinden ve mahkûmiyetinden kurtulmak) ye çıkartarak bitimli hayatı sonsuzlaştırmıştır.
(Devam edecek)
***
Hakikatin kanıtı bizzat bu yaşayışın ta kendisidir. Ona kolay bize zor savunması cevapsız kalmasın diye, kendisine indirilene tabi olarak, önce o yapıyor sonra sizde yapın diyor. Zekât diyor, fakat o iki katını veriyor. Fakirlik ise herkesten daha fakir, öksüz, yetim, asker, kumandan, eş, baba ve daha sayılmaz insana ait hasletler ve işte bunların yanı sıra o bir peygamber…
Misâlen; İslam’ın emirlerinden olan zekâtı kim yersiz bulabilir, ben fakirlikten yanayım düşüncesini kim savunabilir ki? (Bu emri yerine getirirken ehli beytine zekât verilmesini yasaklayarak şaibe kapısını kapatan yüce bir şahsiyettir o).
Güçlünün kulluğundan, maddeye sıkışıp kalmaktan, inançla aklı inşa, iman ile kalbi istikamete, özgürlük ile ruhu dengeleyerek doğru düşünce sistemiyle insana kendini anlama bilicini göstererek şahsiyet kazandırmıştır.
Değiştirmeden dönüştürmenin mükemmelliğini, varlıkla bütünleşerek muhteşem yaşam sergisini, görselliğin zirvesini insanlığa resmetmiştir.
Sadece Allah’a güvenip onun himayesine tevekkül ile korumasız yatağında vefat eden tek efendi de odur…
İnsanın içinden dışına dek, sosyal, kültürel, sağlık, bilim adına ne varsa hiçbir soruyu cevapsız bırakmayacak bir mükemmellikle, hayatta boşluk bırakmadan aklı, vicdanı ve ruhu onarmış ve artık yamuk düşünceyle kendisine ve insanlığa karşı her bir bireyi prototip gibi şahsiyetlerle "güçleştirmeyin kolaylaştırın" neferlerini bu görevde vazifelendirmiştir. Çünkü her insan yeryüzünün halifesidir…
***
Emir ve yasaklar denilen şeylerin tümü fıtrata paralel yaşamın getirisi olan mutluluk ve huzurun şifresidir onun tavsiyeleri… Geçmiş ve geleceği bu günde dengeye getirme bilinciyle maddi manevi her alanda dayanak noktası (korku, kaygıdan arınmış kesin bir güven) olmuştur…
“Allah seni özgür yaratmışken, başkasının kölesi olma” diyor yine Hz. Peygamberin talebesi Hz. Ali.
İdeolojiler adı altında kutuplaşmanın esiri, nefretin yönettiği "sen olmayan seni" hoşgörü ve empati ile, insanı bu parçalardan müteşekkil bütünlüğünü, nefis, ruh bir de bunları sahiplenen benim diyen asıl “ben” yanını göstererek, düşünce sistemini niyetle nasıl kontrol edebileceğini, iç sesini yanlış ve doğru nasıl fark edebileceğini, söylem ve eylemlerinde aslında seni kimin yönettiğini, her vehmi “benim” sanısından kurtarmak bile müthiş bir ayrıcalıktır.
İki dünya saadet kapılarının anahtarı efendimiz, özellikle de küfrün karanlık e/bet cehenneminden çıkış fihristesi. Çözümün ta kendisi bu yolda. Cennet sana zaten verilmiş, cehennemin cenneti reddediş olduğunu, ben fıtratımı reddediyor irademi seçiyorum da negatif yönde olsa da bu dinin özgürlüğüdür diyen efendi.
***
İşte anne baba da dâhil hiç kimse bu varlığa çıkma teşekkürüne hitap edemez. Allah ve peygamber (sav) yaşamın içinde hak ettiği yere koyulmadıkça da mutluluk, huzur vesair beklenemez. Ancak samimi niyet telafisi ile mümkündür yaratılmaya layık olabilmek. Çünkü her koyunun kendi bacağından asılacağı bir günde sadece kendine malik olduğu kadar, insanı kendisinden daha çok düşünene tabi olduğu miktardaki adaletten söz edebilecektir insan.
O insanlığa bunu anlatmak için gönderilen bir sultandır.
Aynı öğretinin içinde ki şu özgürlüğün muhteşemliğine bakılırsa “senin din(inanç)in sana benimki de bana” diyen bir hürriyet ile ister anla ister anlama…
Böyle bir öğretinin sonucunda akîl biri için bilinçli bir inkâr söz konusu değildir, tabi vicdanı sağırlaşmamışsa. Kusursuzluk buradadır, şayet bir kusur varsa oda onu doğru anlayıştan uzak kalmanın sonucudur. Doğru beslenen bir akıl her zaman doğruyu bulur. Çünkü kulun fıtratı kusursuzu arar ve hayatını onu bulmak için yaşar.
Ve “O” da;
“Allah’a götüren eşsiz şaheser, rehber Hz. Muhammed (sav) dir.
Zehra Asuman - Makaleler
20.04.2015
YORUMLAR
Bu tür yazıları okudukça, Müslümanlardan utanıyorum. Bir din ki oku diye başlar ve ardından iyi, güzel, hak ve adalet ile devam eder. Bütün coğrafyaları kana buladık, oysa inandık, lakin bir o kadarda can aldık.
Neden ? Sanırım yeryüzünde yaşamaya tek layık kullar Müslümanlar. Ya tanrı yanlış yapıyor (haşa) ya da insanlar anlamıyor. Ve yine oysa hani ''senin dinin sana, benimki bana''y dı. İnsanoğlu içindeki koca yalanla yaşamaya devam ettiği sürece diyorum ki :
Hani sırtımıza ýüklenen onca yalanı bile bile gündüzleri taşırken, geceleri bir demircinin tavında Tanrı'nın ateşiyle dövmeye kalktığımızda ,asıl yalanları gerçek doğrulara terk edeceğiz.Belki o zaman Tanrının bir kulu ya da bir yanı olacağız...
Ve belki de ondan önce
Tanrı günahlarını sayarken,sevapların alkış tutacak...İşte o gece yağmur yağacak, hesaplar tamamlanacak.Suyun temizlediğini sandığınız lekeler Tanrı'nın ellerine bulaşacak.Ve iste o an ,sadece yağmur değil ,gökyüzünde şimşeklerde çakacak.Sence o an ,Tanrı sana nasıl bir gözle bakacak?
Saygılar
Allah’ın resulü ayaklara vurulmuş prangayı, ellere vurulmuş kelepçeyi ve körleşmiş aklın gözü-kulağını hür iradeye açarken kalıcı mutluluğun formülleri ile Hürriyet-i şer’iye, (bir olan Allah’a iman edip, bütün kâinatın ve sebeplerin esaretinden ve mahkûmiyetinden kurtulmak) ye çıkartarak bitimli hayatı sonsuzlaştırmıştır.
zehra hanım Efendimizi yazınıza nakış nakış işlemişsiniz tebrik ederim
kaleminiz ve yüreğiniz daim olsun saygılar...