- 549 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Denizi Göremiyordur
Tanımadığın insanlarla dolu bir yerdesin, diyelim. Bir hastanede mesela… Pencerenin önünde öylece duruyorsun. Dışarıda kocaman bir deniz varmış gibi bakıyorsun tıpkı. Enginlere bakan birinin görmeyen gözleriyle... Yüzeyde kalmayan bir bakış görmeyen gözler armağan eder insana çünkü. Maddenin gerisine yönelmiş, gölgeler âleminde usul usul gezinip duruyordur.
Evet, ne diyorduk?... Öylece duruyorsun pencerede. Kafandaki hangi bilmeceyi çözüyorsun, belirsiz… Sana bakan biri mıhlanır kalır olduğu yerde. Çünkü öyle bir haleyle çevrilisindir ki, içini gözlemleyenlere mahsus o ışık çemberi öyle bir efsuna boğmuştur ki seni; gören çakılır kalır. Bir adım bile atamaz artık sana doğru. Büyüyü bozmaktan korkar çünkü. Eğer sana yaklaşır, varlığını ilan ederse sen sesini duyar, öyle bakmaz olursun artık. Ona çok aşina gelen, seni onunla ve herkesle bir kılan ‘o şey’ un ufak olur birden; sen onun için çok yabancı, ona en küçük bir şey ifade etmeyen onlarca insandan biri olursun.
Seni seyreder uzun uzun, tıpkı senin pencereden kendini seyrettiğin gibi büyük bir sabırla. Günlük yaşamın koşturmasında kaybettiğimiz onca ayrıntının yeniden görünür hale geldiği bir mola yerine döner o pencere önü. Böyle minik minik ayrıntılar varlıklarını fısıldamak için biraz zamana ihtiyaç diyarlar çünkü. Ve daha da önemlisi; sessizliğe…
Seni büyülenmiş gözlerle seyreden o kişi çok yakından tanıdığı birinin sıcaklığını bulur sende. Öyle özlemiştir ki bu duyguyu! Çünkü kendi yaşamında sözüm ona yakını olan insanlar hiç böyle cömertçe sunmamışlardır ruhlarını ona. Ne zaman gözlerini yöneltse onlara, günlük yaşamın ardına saklanmışlardır. Fasulye ayıklıyordur mesela biri… Aslında bu bir engel değildir içini seyretmesine. Ama başka biri -diyelim seni seyreden o şahıs- vardır odada. Onunla fasulye ayıklayan kadın arasına giren koca bir duvar… O olmasa o efsunlu ışık o kadının da çevresini saracaktır belki… Uçsuz bucaksız bir deniz uzanırmış gibi önünde, dalıp gidecektir enginlere. Derinlerde herkesin aradığı o hazineyi bulacak; ruhunu geri iade edecektir bedenine.
Tabii tüm bunlara koca bir belki’yi de eklemeli mutlaka… Çünkü her yalnızlık ve sessizlik ille de okyanus esintisi getirmez havasız kalmış ruhlara. Bazılarının ruhu hayatı boyunca hiç deniz görmemiş biri kadar yabancıdır bu rüzgâra. Hiçbir sokağı maviye varmıyordur. Hiç tatmamıştır derinlerde gezinmenin ruha kattığı o uçsuz bucaksız derinliği. Yolda giderken önünde geçtiği asma’nın yapraklarında cenneti değil, akşama yapacağı yemeğin malzemesini bulur o. “Biri görmeden dolmaya yetecek kadar yaprak toplayabilecek miyim” diye içi içini yer durur.
İşte öyle bir kadın eğer bir odada fasulye ayıklıyorsa, gerçekten de sadece fasulye ayıklıyordur… Ve dünyanın en zor işlerinden birini yapıyor demektir bu. ‘Büyük resim’ kaybolmuş, geriye sadece o ve fasulyelerin olduğu, penceresiz bir resim kalmıştır. Oysa her resimde bir pencere olmalıdır mutlaka. Resmin içinde görünmese de varlığını hissettirmelidir en azından. Ona bakan biri anlamalıdır ki; çerçevenin içindeki görüntüyle sınırlı değil resimde ifade edilen şey… Onu daha büyük bir resme dâhil eden bağlar var.
Önünden geçtiği asma’nın yapraklarında akşam yapacağı dolmaları gören bir kadını anlatan bir resimde hiç pencere olmaz. İsterse evinde onlarca pencere olsun, o yine de penceresiz kalmaya mahkûmdur bir resimde. Baktığı pencereden gördüğü manzaranın içinde arasıra da olsa ruhunu seyretmeyen her insan gibi o da maddeler dünyasına hapsolmuştur… Fasulyeler birikmiştir önünde… Denizi göremiyordur.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.