- 1178 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
'duvar'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
’sarı’
Kolaysa buraya bir daha uğra. Uğrayamaz ki orospu çocuğu! Ama hayır ya, sinirimden delireceğim. Konuşmayacağım, hayır, konuştukça küfür edip duracağım.
…
Burası, hayır, unutuyor olamam. Burası her zaman gelip uğradığımız, zaman zaman çay ya da kahve içip, dertleştiğimiz yer olmalı. Annem öldüğü gün, evde akrabalar ağlaşıp, Yasin okurken, ben dışarı çıkıp, yer yer koşarak onun yanına gelip, dizine başımı koyup ağlamamış mıydım? Ben kendimi zaten tanıyordum, onun beni tasvir etmesine de gerek yoktu ama en çok maral gözlerimden akan gözyaşlarına acıyorum. Boşuna ıslatmışım onu ellerini, yanaklarını, ense kökündeki adamsızlığını.
Şilan, yok canım bu böyle olacak, yok ben aileme söyleyeceğim de işleri yoluna koyar koymaz gelip beni isteyecekmiş de, beni çok seviyormuş ama biraz daha sabretmemiz gerekiyormuş da… Kaç sene olduğunu bile bilmiyordu ki! Hem bilseydi onun için değişen bir şey olur muydu? Sanmıyorum. İyi ki de ayrılmışım! Ayrılık kelimesini kullanırken dahi rahatlıyorum. Kelebekler ağzımdan dışarı çıkıyor, göğsüm nefessiz birkaç saniye, rahatım, evet, böyle çok iyiyim.
Ablamın evine ne zaman gelsem aynı duygular içerisinde, tarifsiz bir boyuta geçiyorum. Bu sarı renkli duvarı ve kıbleye bakan tarafında içine çakılmış çivi üzerinde duran yeşil tespihi görünce rahatlıyorum. Yaşarken de aslında her şey bu kadar yalın, sade dokunuşlar hayatın tarifsiz duygularını içeriyor. Bu tespihi oraya ilk asan dedem gibi… Sonra biz bu evden çıktığımızda, bu evi kiracıya verdiğimiz zamanı da hatırlıyorum. Ablam evlenince, babam bu evi onlara hediye olarak vermişti. Tespih hala oradaydı. Yeri hiç değiştirilmemiş, değiştirilmesi dahi düşünülmemiş Kâbe’nin bir gölgesiydi o. Tespih ezan sesleriyle daha anlamlı olduğu saatlerden birinde, akşam yemeğine yakın bir saatte ablam bana teselli vermeye çabalıyordu. Anlamsız bir çabaydı bu. Ablamın on dört yaşındaki çocuğuna baktıkça dağlarda baharın büyüyen kalın yapraklı, yabani çiçekleri anımsıyorum. Yeğenimin kaşları kalınca maşallah, koyu kahverengi gözlerine yakışan bir yorgunluk Tanrı’nın hediyesi ona. Sahi, bu aralar Tanrı’yla da pek alakam yok. Arayı çok soğuttum ama suçu biraz da onda arıyorum. Eniştemle ablamın ilk beraber oluşlarının hediyesi olarak bu çocuğu aramıza verdi. Ablamın gerdek gecesinden sonra birkaç gün hayalet gibi aramızda dolaştığını iyi hatırlıyorum. O zamanlar on üç, on dört yaşlarında, yeğenimin yaşlardaydım. Ablam ergenliğe girmiş, kız olmanın acıtan duygusunu yeni tadan kız kardeşine bir şey anlatamamış olsa da, hafiye gibi odasına gizliden girip, yazdığı günlüğü okumuştum. Evlenmeden önce de hep günlük yazardı. Yazmayı çok severdi. Hatta babama bir gün:’ Baba, ben de bir gün yazar olacağım. Ahmet Arif gibi şiir yazamasam da, Tolstoy’un yolundan ilerleyeceğim.’ Babam karakter olarak da sinirli bir tiptir, ablama hatırlayamadığım bir küfür etmişti, Tolstoy’u sevmeyenleri çok duydum ama hiçbiri babam kadar ona aşağılayıcı küfürler etmemişti. O yaşta ben de Tolstoy’un yazarlar arasında bir peygamber olduğunu bilmiyordum ama babamın yanlış bir şeyler söylediğinin farkındaydım.
Günlüklerin çoğu acıtıcı, insana hüzne boğan şeylerle doludur. Ablam farksız mı olacaktı, Tanrı buna izin verebilir miydi? Ablam her seferinde kendini geliştirmeyi adadığı bu yolda, bariz şekilde özgün cümleler bulabiliyordu:’ Nonoşlara, entel kokanalara, pezevenklere, kendini bir bok sanan müptezellere karşı tavır aldığımı belirtiyorum. Artık eski Berivan yok, bütün doğruları iyisiz ve kırım yanlarıyla yazacak. Sevgili defter, onun beni düzdüğü o ilk günden beri seni hep meşgul ettim. Bazen tek kelime yetti koca bir yılı anlatmaya, bazen seni hemen tüketmeyeyim diye sustum, sana yazacaklarımı da yazamadım. Bazen yazımı o kadar küçülttüm ki, bir daha okunamaz halde cümleler doldu sayfana. On dört yıldır başka defter alamaz mıydım, alırdım elbette ama senin yerin bir başka. Kimseye tam olarak derdimi anlatamıyorum, kardeşim Şilan’da buna dâhil. Keşke anlatabilsem, rahatlayabilirim ama olmuyor, yapamıyorum. Bak işte, sana karşı da dürüst olamıyorum.’
Sarı duvar, yeşil tespih, kullanılmayan seccade, iki çift kırlent, önümü kapatan iri siyah çanta. İyi bir imitasyon, üzerimdeki kışlık şapkalı polar. Gri renkte oluşu, bir yandan göğüslerimi kapatmakta zorlanan siyah dar penyem. Sanırım üç buçuk liraya Diyarbakır’a gittiğimde almıştım. Yine onu hatırladım. Bana Fars Prensesim derken mutluydum, beni mutlu ediyordu ama mutsuzluğu da tadabildim sayesinde. Anlayamıyorum. Bir insan nasıl olur da hem mutluluk hem de mutsuzluk kaynağı olabilir? Beni mutlu eden bir şeyin yok oluşu karşısında mutsuzluğa boğulmam saçma değil mi? Olmayan bir şey için insan zaten üzülmez ama var olup da yok olunca o şey, işte burada takılıp kalıyorum. Felsefe aşkın neyine? Olmuyor, deniyorum ve hatırladıkça küfredesim geliyor.
Yeğenimin dikkatini çeken şey, kırık tırnağım. Sinirden duvara vurmuştum. Evdeki sarı duvara. Bizim evinde duvarlarının rengi sarı. Ne çok sarı şey var hayatımızda! Yer yer onun da kızıl sakalları arasında birkaç sarı kılın çıktığına şahit olmuştum. Her neyse, bunun şimdi ne önemi var. Ukalalığa gerek yok. Tanrı’yı sevmiyor olabilirim, buna teizm bulantısı da denebilir, babam bana küfredebilir de, sevgilimden de ayrılmış olabilirim, daha kötüsü her gün her türlü ağzı kokan, içinde pis kirli çamaşırıyla dolaşan erkeklerin bakışlarını yırtarak bir yere gidiyorum, bunu on beş yaşımdan beri on üç senedir de yaşıyorum ayrıca, sanırım insan bir yerde durmayı bilmeli, Tanrı gibi yaşayamaz hiç kimse!
‘Tarihin kirli, kötü isimli çocuklarının coğrafyasında barışı yine anneler getirebilir. Hiçbir hayat, umudu düzemez.’ Bunu ablam yazmıştı günlüğüne. Telefonuma yazdım bu sözü. Bu sözü aklıma, kalbime, kendi yalnızlığıma yazdım. Kaderime yazdım ben umutla bir çocuk gibi oynayıp, tekrar sıkılmadan ikinci gün hemhal olmak için ona kavuşacağım anı beklemeye. Umut’a, insana, özgürlüğe, kanı damarlarda akan bir coğrafyaya…
Annemi umut olsun diye toprağa gömmüştün. Beni de göm baba!
’daha sarı’
‘On sekiz yaşındaki kızı mı bana uygun buldunuz şerefsizler?’
Cavit yüksek sesle söylenip, iş yerinde dolaşıyordu. Elindeki çay bardağını duvara atacak diye korkuyordum. Duvar yeni boyanmıştı. Açık sarı renkte duvarlar çok hoş görünüyordu gözüme. Yeni bir elbise giymiş, alımlı bir kadın kadar güzeldi ama yorgunluğunu tarifsiz bir sessizlik kapladığı için konuşamıyordu. Cavit biraz sakinleşince, oturduğum masaya çağırdım. İlk başta tınlamasa da, az sonra çay bardağını çalışmayan dondurma dolabının üzerine koyup yanımdaki sandalyeyi kendine doğru çekip oturdu.
‘Ne oldu birader, niye bu kadar sinirlisin?’
Suskunluğu uzun süre sürmeyecekti. Derin nefes alıp veriyor, sakinleşmeye çalışıyordu.
‘Ne olsun, şereflerini sildiğimin usturupsuzları on sekiz yaşında kızla beni evlendirecekler.’
Konuyu anlayamadığım ve daha doğrusu tam olarak bilmediğim için Cavit’e baktım bir süre ve ‘nasıl’ diye sordum.
‘Nasılı mı var? Kız on sekiz yaşında, liseyi yeni bitirmiş, bana kakalayacaklar.’
Şaşırmıştım. Kakalama mevzusu ilginç gelmişti.
‘Abi, on sekizinde kız, sana kakalamak nedir anlayamıyorum. Kızın yaşıyla alakalı sorun ne ki? On üç yaş aranızda var, anlıyorum ama mevzun farklı sanki.’
‘Tabi farklı, kızı görsen yüzüne sıçmazsın!’
Mevzuyu şimdi anlamıştım. Kızın yaşı bir yana, çok çirkin bir kızı bizim Cavit’e önermişlerdi. Tepki olarak ‘on sekiz yaşındaki kızı mı bana uygun buldunuz’ kısmıysa tamamen işin mübalağa tarafıydı.
‘Allah için resmi filan varsa göstersene Cavit’ derken, kendimden sıkılmıştım. Beni ilgilendirmeyen bir mevzuya dalmak üzereydim.
‘Ya şeytan görsün yüzünü. İçini karartmak mı istiyorsun, boş ver, kızı görüp ne yapacaksın!’
Cuma günü olduğu için, içim rahattı. İki gün izin bir yana, motosikletle şehir dışına tur düzenleyecektik. Motoru önce yıkatıp, sonra da bazı aksamlarını yağladıktan sonra Cumartesi sabahı yolculuk için beni bekleyecekti. Bir ara yağını da değiştireyim mi diye düşünüyordum ama iki aylık yağdan ne eksilme olur diye kendi kendimi vazgeçirmiştim.
Rota Şehitliklerdi. Çanakkale’ye bu altıncı gelişimdi ama hiç bu kadar zevk almamıştım. Öncelikle on kişilik tur ekibi içerisinde en cılız motor benim motosikletim olmasına karşın, tur rehberimiz ve öncü motorumuz Selami abinin tavsiyelerine hep kulak verdim. Arka arkaya on motor makas şekli kullanarak yol alıyordu. Dış makasta kalan motorlar arkada araba gördüklerinde sinyal verip, iki motor arasındaki mesafeye usulca geçiyorlardı. Dört motor sağ şeridin solunda ilerlerken, altı motor şeridin en sağında usulca ilerliyordu. Yaptığımız piknik, tarih öğretmeni İdris beyin Çanakkale savaşını anlatırken bizi mahveden hatıraların yaşandığı yer de bulunmamız, keyifli turumuz ve geri dönüşümüz ayrı bir mutluluk kaynağı olmuştu.
Pazartesi işe geldiğim gün, Selin Cuma günü oturduğum sandalyeye oturmuş, masada ıslak yanaklarını bir yandan silerken, bir yandan da elindeki gazeteye dikkatle bakıyordu.
‘Selam… Nasılsınız Selin Hanım, güzel haftalar olsun inşallah’ son derece makul bir iyi haftalar girişi olurdu normal zamanda. Ama Selin bana bakarken, gözlerine dolan kanı ve hüzünlü tarafına şahit olmuştum. ‘Ne oldu’ diye sormama gerek kalmadan o anlatmaya başladı:
‘Şerefsiz, bu şerefsizi var ya, hem de… Ya biz bu adamla üç senedir aynı iş yerinde çalışıyoruz! Ya, yaptığına bakar mısın Allah aşkına! Allah belasını versin ya, ya inanamıyorum ya, senin haberin olmadı mı, sen de okumadın hiç gazeteyi değil mi?’
Gazeteye doğru yaklaşıyordum. Bu ayrıca Selin’e doğru da yaklaşıyor olduğumu gösteriyordu. Terlemişti sinirden. Topuz yaptığı saçlarından bir tutam ensesinden boynuna doğru kaymış ve terden etine yapışmış gibi duruyordu. Keskin, şeftali kokulu parfümünü sevmesem de, Selin bir başkaydı. Evli olduğu için ona karşı tavrımız belliydi ama yine de bazen güzelliğini ona karşı saymanın sakıncası yoktu.
Gazete onun elinden düşer gibiydi, ben tuttum. Dördüncü sayfaydı. Üçüncü sayfa haberi değildi. Bakındığı yeri okumadan önce Cavit’i gördün mü diye soracaktım ki, Cavit’in kimlikteki resmini gördüm. Yanındaki haberi okuyordum.
‘Cuma akşamı geç saatlerde yaşanan kan dondurucu cinayetin araştıran Emniyet’ten yapılan açıklamaya göre, zanlının sanılanın aksine zorla cinsel ilişkiye girdiği 18 yaşındaki Elvan Toprak’ı hamile bıraktıktan sonra, genç kızın ailesinin evlenme koşuluyla tecavüz suçunu örtmeyi kabul ettikleri Cavit Karar’ın, genç kızı çöp poşetiyle boğduktan sonra, bıçakla karnına defalarca sapladığı öğrenildi. Cavit Karar (31) verdiği ifade de, ‘zorla bu hayatta bir şey olmaz, istemiyordum, çok zorladılar dayanamadım ve kızlarını öldürdüm’ dediği öğrenildi.
YORUMLAR
Oldum olası şu kurbanın tecavüzcüsüyle evlendirilmesi işine hayretler içinde bakıyorum. Bu nasıl bir işkence şeklidir?
Hiç edebi gözle bakamadım. Niye dersen gepgerçek bir hikayeydi ve birinci cümleden sonuncu cümleye kadar mutlu son olsun diye düşündüm. Hani olmaz ya...
Tebrik ederim. Selamlar.
İki ayrı anlatıcı iki ayrı yazar gibi. "sarı"yı okurken Engindeniz'in çağrışımlarla yaşayan kadın anlatıcıları geldi aklıma. "daha sarı"da ise detay deyince aklına sadece motoru gelen bir erkek karşımda.
Belki de en iç burkucu nokta kızın ölümünde bile muhattap alınmayışı idi: "Kızlarını öldürdüm", ekinlerini yaktım, davarlarını uçuruma sürdüm der gibi. Saygılarımla.