- 961 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Sonsuz Yazı
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Geçmiş...
Bir sebebi var elbette bu derin, uçsuz düşüncelerimin. Her ademoğlu gibi bir çok düşüş yaşadım, kasvet, çığluk, korku dolu saniyeler peşi sıra takip etti şu yalan hayatımı. Ve sonunda bunları biriktirip bazılarını arıtmaya bazılarını ise karşımda beliren her hangi bir şemale yansıttmak amacıyla kullandım. Çoğu zaman görünmez prangalarımla yaşamayı öğrendim, esaret altına girmedikçe kimse özgürlüğün ne demek olduğunu tam anlamıyla kavrayamaz. Belki kalın demir parmaklıklardan ve kafam kadar bir pencereden oluşmuyordu. Ancak gardiyanım vardı, her adımımda bana ket vuran olduğum yere mıhlayan. Tabi ki beyindi bu gardiyan..
Eskiden akıl hastalarının kötü kişilikler olduklarını düşünürdüm, toplumdan soyutlanmış ve anti davranışlarda bulunmaya yatkın kimseler. Ürkütücü gelirdi çoğu zaman. Deli dediğimiz insanların aslında ne kadar güçlü bir potansiyelleri olduklarını gördüm. Çocukken yıkık dökük ahşap bir konağın civarında yaşardım. Harabeydi ama iskeleti hala sağlamdı. Buraya giremezdik, nedeni ise üzerimize yıkılacağından değil. İçinde bir adamın yaşamasıydı. Bu adam bildiğimiz evsiz özelliklerine ilaveten kapalı kutu birisiydi. Gözlemlerdik sürekli onu atılmış veya çok bayat (taş gibi sert) ekmeklerle dolu gelirdi her zaman "evine" Bunlarla karnını doyururdu tabi yediğini görmezdik ancak ekmekleri ıslatıp güvercinlere yedirdiğini bizzat görmüştüm. Çoğu zaman mırıldanıyordu ne dediğini hiç anlayamadım. Dış görünüş itibarıyla çok korkutucuydu hatta bir bacağı aksıyordu. Ama inatla yaşamaya devam ediyordu. Diğer insanların sırf kir pas içinde yırtık elbiselerinin içindeyken onu nasıl hor gözlerle izlediğinin farkındaydı. Ama umursamıyordu. Çünkü o kendi dünyasında yaşıyordu. Dışlandığı hor görüldüğü iyi giyimli, kültürlü, beyefendi veya hanımefendi’lerin dünyasında değil. O konağın belediye tarafından yıkılmasına dek düzenli aktivitelerini yapmıştı her zaman. Sonra meçhule karıştı en azından benim için belki de yeni bir yıkık dökük bir harabe bulmuştur...
Bu adam benim gördüğüm ilk deli tasviriydi bu bakımdan anlattım bunları size. Deli dediğimiz insanları yadırgadığımız dışladığımız inanılmaz bir önyargıyla baktığımız bu çevrede o adamı başta bende korkutucu ve gereksiz bulmuştum. Sürü psikolojisi denilebilirdi sanırım benim bu düşüncelerim için. Topluma uyup yadırgamıştım adamı. Geçmişi neydi neler atlatmıştı, belki zengindi, belki bir aile babasıydı hayat onu nasıl bu noktaya sürüklemişti bilinmez. Şahsen her insanın akli dengesinin bir gün bozulabileceğini düşünürüm. Kişi mezara girmeden evvel azami bir kez böyle bunalımlar yaşayacaktır. Çünkü beyin dediğimiz organa çok yük bindiriyoruz şu ortalama 70 yıllık ömürde. Elbette bir kaç kez format atılması gerekiyor temizleyebilmek, arıtabilmek için. İşte o format yediğin an sana deli ceketini giydiriyorlar ve deli apoletini takıyorlar. İyi halt ediyorlar (!)
Benim durumum da farksız sayılmaz çoğu deliden. Zira komplo teorileriyle haddinden fazla ilgilenirim. 5 dakikada 10 tane karamsar, anti senaryolar üretebilirim. Neden mi böyle oldum? Basit aslında güvenimin hep boşa çıkmasından, çok kolay kandırılmamdan, sürekli denize attığım bana "dalga" olarak dönen iyiliklerden. Dayanabildiğim kadar dayandım ancak limit çoktan aşmıştı sonunda sigortalar yandı ve şalter attı. Kilitlendim, hareket edemedim, uyuyamadım, içemedim, yiyemedim, yıkanamadım hatta üç beş laf harici konuşamadım bile. En son hatırladığım bunlardı. Gözlerimi açtığımda bir yatakta eli kolu bağlı bir halde florasanın beyaz ışığıyla yıkanıyordum...
Keskin bir viraja son sürat girmiştim ancak hala yaşıyordum. Bütün Kasım ayını orada geçirdim başlarda hücreden farksız dar koridorlarda, ayağımda terliklerle bir ileri bir geri dolanıp duruyordum, kocaman bir saat vardı ne kadar baksamda zaman bir türlü akmazdı işin kötüsü hareket alanm kısıtlıydı. Hemşireler, hasta bakıcılar soğuktu, koridor taşlarından bile daha soğuk. Bana zaman geçirecek bir şey bulursun diyorlardı. Halbuse her şey yasaktı ne bir kitap, telefon, müzik vs. Kalkış saati tam hatırlayamasamda 5-6 sularıydı, bir kaç adımlamadan sonra kahvaltı verilirdi, yemek salonunda bir televizyon vardı yüksekte ve bir kafes içinde. En kıdemli hastanın ya da yemekhane şefinin elinin altındaydı kumandası...
Havanın bozuk olmadığı günlerde bahçe kapılarını açarlardı o dar koridorun bir başında çıkış (özgürlük) bir başında bahçe denilen bir alan vardı. Hapishane’de havalandırma derler ya aynen öyle. Masalı banklardan başka bir şey yoktu. Etrafımız tel örgülerle çevriliydi. Tel örgülere tutunup hastanenin yeşilliklerine, bizden daha özgür hastalara bakabiliyordun. Bazı günler elektroşok merkezine götürülüyordum tekerlekli sandalyeyle, şokluyorlardı beynimi. Sonra yine dar koridora geri dönüyordum. Yatakhane kapıları ahşaptı bazıları içine göçmüştü sanırım bazı hastalar tekmelemiş veya yumruklamış. Koridor boyunca ikili, üçlü, beşli banklar sıralanmıştı. Ancak bunlara nadiren oturulurdu genelde herkes yatardı bunların üzerine. Bütün yatakhanelerin kapı kolu sökülmüş yetkili personele verilmişti, takıp açıyorlardı anahtar gibi. Hepsi boştu, ancak yatmadan evvel nadiren izin veriyorlardı orada dinlenmemize. O yüzden banklarda iki büklüm kıvrılıyorduk. Verilen ilaçların moronlaştırıcı ağırlığı sayesinde robotlaşmıştık sanki. Hareket etme darlığı ve alınan üç öğünün ikisinin aşırı yağlı olması sayesinde bayağı da kilo almıştım. Yemek vakti dışında su içmemize izin verilmiyordu, sürekli anahtarlarıyla oynayan bir yerlere girip çıkan bir adama nereden su içebilirim diye sorduğumda adam bana "lavabodan iç" demişti (!) Lavabo demişten tuvaletlerde iğrençti. Kapılar kapanmaz, alaturka tuvalet seramiklerinin yüzeyleri sararmış bir haldeydi. İlginç bir kokusu vardı tuvaletin öyle dışkı ya da sidik kokusu değilde. Karman çorman bir kokuydu bu ter, ayak ve pas kokusunun birleşmiş haliydi sanki. Ben bu tuvaletlerin içinde bulunduğu yerden su içtim arkadaş...Susuzluk ağır bastı hijyenden, şimdi tuvaletle ne alakası var lavabonun diye düşünenler olabilir şöyle açayım o halde. Hacetini gören adam yani "kaba"sı eliyle silen malum tuvalet kağıdı yok. İşerken eşey organını tutan adam o lavabo musluklarını tutuyor, keza ayak yıkayanlar da mevcut. Bazıları da ağızlarını musluğa dayayarak su içiyordu susuzluktan bunları da hesaba katarsak içmek zorunda kalan kişinin pek istekli olamayacağını anlamalısınız..
Ailem çok destek oldu hastanedeyken bana, onlar olmasa çok zor bir duruma düşebilirdim. Zira yaşlı insanlarda vardı ve ziyaretçileri yoktu bazılarının. Ne diyeyim..."Yazık"
Bu tür hastanelerin belki de tedavi metodu bu. Hastalara daya ilacı, hor muameleyi, her türlü anti steril mecrayı illa düzelir mantığındalar. Bu ihtimal bana oldukça mantıklı geliyor. Zira moral anlamında en ufak bir yardımını görmedim ben bu hastanenin. Güleryüz ya da ilgi alaka sıfırdı, genellikle de hastaları başlarından savıyorlardı bazen bağırıyorlardı bile. İnsanların beyinleri yorulmuş, ezilmiş birde bunlar vuruyordu düşene. Boşuna dememişler düşenin dostu olmaz diye. Hayatı tüm çıplaklığıyla, yapmacıklığıyla, yalanlarıyla saydamlaşmış halde izleyebiliyordun. Büyüyordu ruhun dayanabilirsen, yoksa limitin yetmediğinde oradan çıkmak biraz zor açıkçası. Zaten kendi isteğinle de çıkamıyorsun ben iyiyim demek yetmiyor. İntihar edebileceğinden korkuyorlarmış. Özgürlüğün kısıtlanmış, suratsız insanlarla birlikte, inanılmaz ağır ilaçlarla pislik içerisinde bir kutuda intihar eder insan asıl. Onlar intihar edebileceğin materyalleri alıyor. Her türlü bağcık vs. İntihar etmek isteyen adam kafasını duvara vura vura edebilir oysa ki. Ya da kendini yakabilir zira sigara içebiliyordun bahçede. Sigarayı yakabiliyorsan kendini de yakabilirsin. Neyse hastane muhabbetini burada bitiriyorum, anımsadıkça lanet ediyorum çünkü. Hayatımda kritik bir nokta olduğundan bu kadar bahsettim o kadar..
Gündüzleri uyuyordum; insan görmemek, ses duymamak adına. Dünyanın dinamikleri çok değişmişti ve robotsal bir hal almıştı kafalar. Zamanın hızla akışı ve ölümlü oluşumuz bir nimetti. Devirde kime güvenip sırt verebilirdin ki? Ya da kimin doğruları birebir örtüşüyor ki? Bazıları hayatta kalma mücadelesi verirken, diğerleri kürklerinin içerisinde sefa sürüyor. "Para" tanrıya inanmayanların inandığı bir olgu günümüzde. İnternette rastladığım videolarda, otomobilin kalitesiyle bir kızın vucüdunu kullanabiliyorsun pes..!
Hayaller yaşatıyor seni, bu kör talihin bir gün dönebilme umudu. Bazende azınlıktaki mert yüreği açık insanlar. Tarafını seçip savaşıyorsun, tarafsız kalmaya çalıştıkça önüne engeller çıkıyor. Dünya’nın sistematiği oldukça basit bu yüzünden bakarsak. Bir amaç bir gaye belirletiyor sana ve onun uğrunda, önüne geleni gerek madden gerek manen tüketmeye çalışıyorsun. Duygularla çok kolay oynanabiliyor, bu işte uzmanlaşanlar bir hayli bol. O kadar seçenek sunuluyor ki biriyle yetinemiyorsun, her dalda "zirve"ye "kafa"ya göz dikiyorsun. Oysa ben zirve olduğunu düşünmüyorum. Belki işinde ehil olabilirsin ancak bu seni en iyi yapmaz. Zira mükemmel değildir insan, kusuru/defosu olmayan varsa başka ki yok. O halde zirve de düşünülemez. Gerçi kimseler aşağıdan yukarı değilde, yukarıdan aşağı bakmayı seviyorlar. İnsandaki en büyük defo kibirdir. Al Pacino’nun The Devil’s Advocate isimli filminde gördüğüm bir sahnede geçiyordu. O filmde şeytan’ı oynuyordu aktör ve "Kibir en sevdiğim günahtır" tarzında bir söylemde bulunuyordu. Bu söze inanıyorum, düşününce çokta mantıklı geliyor. Her türlü kötülüğün altında kibir yatar ve insan kibirle birlikte dünyaya gelir, onunla birlikte ölür. Bununla sınanırsın zaten, inananlar adına bu hissiyatı dizginlemek zor olsa da başarabilenleri de vardır...
Kalabalığın ortasında yalnızlık, gördüğün, duyduğun halde reddettiğin, bir haşereden ayırt etmediğin kesim. İnsanın hatası doğmak olmuş. Çünkü boşa nefes aldığını düşündüğün kimseler vardır elbette bir kişinin içinde. Doğrular ve yanlışlar göreceli, güzellik ve çirkinlik her türlü zevk renk meseleleri gibi. Oysa ikiside her dilde, her renkte ve coğrafyada tek cevabın verilebildiği değerler olmalı. Bunu gerçeklikten ayırmak gerek, "Benim doğrum bu" demekle "benim gerçeğim bu"demenin arasında fersah fetsah mesafe var. Bir olgu hem doğru hem yanlış olabiliyor, bakış açısına göre değişebiliyor. Kusura bakmayında bundan saçma bir şey de olamaz. Doğru dediğin nettir. Bilimdir, bilgidir doğrular ya da yanlışlar. Yani demem o ki kişisel gerçekleri ve inançları doğru ya da yanlış olarak payelendirmeyin. Çünkü öngörülerinizi ve karakterinizi sınırlandırır bu da naçizane bir tavsiyem olsun..
Neden artık negatif bir tavır takınıyorum? Pragmatist, realist, modern veya postmodernist olamadım hayatım boyunca. Bir akım seçmem gerekirse biraz ekspresyonist, biraz empirist bir karakterim var diyebilirim. Soru ekleri vazgeçemediğim nadir imgelerden biri oldu. Hayattan dayak yiye yiye sonunda kuşku dolu, şüpheli gözlerle etrafını süzen, binbir teori üreterek aralarından birisini seçmekte zorlanan düşünce yapısına ulaştım. Önce kendini korumalısın şu düzende ve hayatına kastedilmesine izin vermemeye çalışmalısın. Hayata kasıt sadece bireyin öldürülmesi anlamına da gelmemeli. Aciz yaşam, standartlarının yıkılması, duygularının sert şamarlar yemesi vb. durum da dahildir bu kasıta. Doğar doğmaz verilen bir nitelik değil kazanmak gerekiyor. Aslında yaşayarak da öğrenilmiyor kaybetmen lazım sürekli. Kaybede kaybede öğreniyorsun ve bağışıklık kazanıyorsun çevredeki "hastalıklara" Sonu yok bu kaybedişlerin çünkü bilgi ve yöntem sonsuzdur. Yeteri kadar kaybettiysen ve hala hayata küsmediysen artık tam manasıyla dolu dolu yaşabilme imkanın var. Bir kere mimiklerden, tonlamalardan herhangi duyularının algılabildiği cisimden karakter tanımı çıkarabiliyorsun. Elbette kesin sonuç vermiyor ancak bir kitabın önsözünü buradan çıkartabiliriz. Bu da bizim kitaba şevkle mi yoksa bıkkınlıkla mı başlayıp başlamayacağımızı gösterir. Yani insanı tanımaya gireriz, girmeyiz veya gözlemlemeye devam ederiz belirli bir mesafeden. Bazı insanlar pokerface görünebilir bir çıkarım yapmak zordur oldukça. Size asıl zarar verecek insanlar aslında bunlardır çünkü bu insanlar harika rol yapabilirler. Onlara güvenmek hayatınızın hatalarından birisidir zaten bu durumu deneyimleyen anlar aslında mevzuyu. Sanıyorum ki çoğu kimse pokerface kurbanıdır, bende onlardan birisiyim. Bu insanlarla aranıza sağlam bir bariyer koymanız gerekiyor. Sizinle iletişimleri her zaman belirli bir sınırda olsun. Sır vermeyin asla, çok özel durumlarınızı, geçmişinizi, idea’larınızı asla paylaşmayın. Çünkü çalıp yayarlar, afişe ederler kafalarına göre. Bunları size karşı kullanmayı bilirler. Onlara koz vermeyin..
O kadar değişik tip var ki. Gerçekten cennette, cehennem de olabiliyor dünya bunlar sayesinde. Bir şekilde nefes alıyorsun, bir şekilde karnını doyurabiliyorsun, ancak gerçekten yaşamaktan keyif alabiliyor musun? Bir çok uğraş veya meslek edinebilme imkanın var. Bir çok zevk, tat ve macera var dünyada. Ancak ideoloji, din, yaşam standartları ve önemlisi para gibi duvarlar var karşında. Yeterince yeşille istediğini yapabilme özgürlüğün var. İnsanı mal gibi alabiliyorsun, klozetini altınla kaplatabiliyorsun. satın alamayacağın çok az olgu var. Bunlar sağlık, huzur ve zaman. Dünya adil orası kesin. Bazıları kraliyet mensubu doğarken bazıları Afrika’da veya Hindistan’da oldukça fakir bir ailenin mensubu olarak doğabiliyor. Bu adaletsizliğe farklı açılardan bakmak istiyorum. Mesela sen çok ünlü bir ismin çocuğusun, hiç bir şey yapmadan rahat rahat yaşayabilme imkanı veriliyor sana. Peki bunun karşılığı ne olabilir diye düşündünüz mü? Kim kime karşılıksız bir şey verebilir sana yaratıcı tarafından mükemmel bir hayat veriliyor elbette karşılığı var. O yaşamı olabildiğince kendinden düşük yaşam standartlarındaki insanlarla paylaşman gerekiyor. Mesela vakıflara, hastanelere, evsizlere, geçinemeyenlere yardım etmen gerekiyor çünkü sen hiç bir şey yapmadan bir varlığın üzerine kondun. Yani demem o ki sana verilen ve verilmeyen, tanınan ve tanınmayan her hak için bir bedel ödemelisin.
Belki bir gün herkes hak ettiği yere gelir de bu veryansınlar son bulur. İnsanca yaşamak yeri doldurulamaz bir gereklilik..
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.