- 1305 Okunma
- 7 Yorum
- 0 Beğeni
Vatan Uğruna Kırk Üç Şehit. Kadınlar ve Çocuklar...
6.Bölüm
10 Ocak 1915. Doğu Karadeniz Bölgesinin ılıman iklim kuşağının klasik bir yansıması, oldukça yumuşak bir kış günü. Yakınlarda hoş bir mavi, deniz ufkuna eğildikçe hafiften geri tonlara bürünen temiz bir gök yüzü. Doğu ufuklarını teşkil eden yüksek dağların doruklarına yakın seyir halindeki küçük bulut kümelerini saymaz isek, görünürdeki her şey süt liman. Ne Karayel’de, ne de Poyraz’da bir kıpırtı yok bu sabah. Kışın soğuğuna inat, yapraklarına veda etmeyen zeytin, defne ve karayemiş gibi ağaçların dallarında tek bir hareket olmaması, kadim dostları rüzgardan ayrı düştüklerinin en bariz göstergesi.
Öyle haşarılığı ile ün salmış deniz bile bir başka durgunlukta, bir başka sakinlikte bu gün. Sabahın erken saatlerinde karınlarını doyurma alışkanlığındaki karabataklar bile gözükmemekte etrafta: martılar, Hemidiye Kayasının kuytularına iyice çömelmiş, öyle sessiz sessiz uyumaktalar. Oysa, şu anda pür dikkat balıktan dönecek takaların yollarını gözlüyor olmaları gerekirdi. Zira, her teknenin bir köşesinde, onlar için ayrılmış üç beş parça balık muhakkak bulunurdu. Sonuçta, onlar da bu köyün bir sakini idiler.
Erken saatte balığa açılan balıkçıların ağ toplamaları gözlenebiliyordu sahilden. Hatta, bazıları işini bitirmiş, küreklere asılarak, ağır ağır sahile doğru yönelmişlerdi bile. Rus donanmasının tacizleri nedeni ile, öyle uzun süre ağların denizde kalmasına izin vermiyorlar, ne çıkarsa bahtımıza deyip, erken erken çekiyorlardı artık sudan.
Felaket öncesi sükuneti tarifleyen bu sevimsiz durum, kadınlar ve çocukların, erken saatlerde denizdeki torpilleri temizleme görevi için sahilde toplanmalarına engel olmadı. Hatta ve hatta, Rize sırtlarından epeyce yükselen güneşin hoş görünüşü ve yaydığı ısı, küçük çocukların dahi sahile getirilmesine, temiz, siyah ve incecik kumlara oyun içim salıverilmelerine neden oldu. Alışılagelmiş bir durumdu bu zira. Bu yöre kadınları için en güvenilir bölge, deniz sahili idi. Çocuklarını oraya gönül rahatlığı ile bırakır, sonra da günlük işlerinin peşinde koşar durulardı. Öğlen arası az buçuk doyurmak, akşam üzerine doğru da, alıp eve götürmek için uğrarlardı sadece. İnanılmaz güvenli bir çocuk yuvası gibiydi sahil onlar için. Öfkesi ile meşhur Karadeniz’in, o güne kadar bir küçük çocuğu yuttuğu ne görülmüş, ne de işitilmiş idi.
Torpil toplama işi, o gün de bırakıldığı yerden tekrar başladı. Köy gençlerince urgana bağlanan ilk torpil, kadınlar ve çocuklar tarafından epeyce bir zahmet çekerek sahile yaklaştırıldı. Ağırlığından kurtarıldı ve altına kızak sürüldü. Tam bağlama işlemine geçilmişti ki, inanılmaz bir gürültü ile patladı.
Hikayenin tam bu noktasında bir bukle soluklanma ihtiyacı hissettim. Hem canım sıkılmış, hem yüreğim yanmış, hem de boğazım kurumuştu. Akdeniz’in serin geceleri bile, giyindiğim tişörtün terden sırıl sıklam ıslanmasına engel olamamıştı. Az buçuk dinlenmem, o hazin manzarayı tarif edebilmek için gereken kelimeleri zihnimde toparlamam gerekiyordu. Hikayeyi pür dikkat ve merak içinde dinleyen Edebiyat Fakültesi öğrencisi olan kızım atıldı hemen:
-Eeee!...Ne oldu şimdi? yarım kaldı hikaye baba ya! Tam da en heyecanlı yerinde.
-Kızım, ağzım kurudu, çay ve nevaleler tükendi. Maaşallah, ben anlatmakla meşgulken, ha babam götürüyorsunuz her biriniz. Yemek ve söz aynı organdan oluyor maalesef. Konuşurken, ne bir lokma yiyebiliyorum, ne de bir yudum içebiliyorum. Az dinleneyim yahu! Hadi, çayı tazeleyin, nevaleleri getirin. Oğlum, sen de kütüphaneden Akçaabat tarihi kitabını bir kapıp getiriver. Olayı, gerçek yaşayanın ağzından aktaralım.
Aile halkı bir anda ortadan kayboluyor. Kimi çay peşine, kimi çerez peşine, kimi kitap peşine koşuyorlar. Hikayenin heyecanına kendilerini öyle kaptırmışlar ki, olay soğumadan akışına devam etsin telaşında her biri. Fazla zaman geçmiyor, biraz önceki sıcacık ortam tekrar teşkil ediliyor. Oğlumun getirdiği Muzaffer Lermioğlu’nun,’Akçaabat Tarihi ve Birinci Genel Savaş-Hicret Hatıraları isimli kalınca tarih kitabını, büyük kızımın eline tutuşturuyorum; 232. sayfayı açarak, altı kurşunkalemle çizili bölümü okumasını rica ediyorum.O da, vakit geçirmeden, güzel bir Türkçe ile okumaya başlıyor.
’10 Ocak 1915 Pazartesi günü. Yine sahile çekilen bir torpil;memuru tarafından yapılan kızağa bindirilmekte iken müthiş bir gürültü ve sarsıntı ile sahilin kumluğu üzerinde infilak etti. Bu infilak köyü ve etrafı sarstı. Bir kısım evlerin camları sarsıntının ihtizazı ile kırıldı. Olay yerinden bir kara duman yükselmişti. Mutlak bir facia vardı. Kaza yerine koşuştuk. Oraya vardığımızda müthiş ve tasavvuru bile tüyleri ürpertecek feci manzaralarla karşılaştık. Kalbimiz kan ağladı. Bir yığın yanmış, kömürleşmiş, paramparça olmuş insan cesedi yerlere serilmiş, yanan elbiselerin dumanı, yine yanan cesetlerin kokuları ile karışmış, tahammül edilir, görülür gibi değil. Yerlere basamıyorduk. Kol, bacak, ciğer, parmak, baş parçaları dağınık bir halde idi. Zavallı torpi sorumlusundan eser bile kalmamıştı.
Burada öyle hazin ve kalp parçalayacak manzaralar göze çarpıyordu ki, bu hal karşısında taşın bile gözü olsa mutlak kan ağlardı. Siniri zayıf olanlar bu manzarayı uzaktan dahi görmeye tahammül edemeyerek geri dönmüşlerdi. Saçı sakalı yanmış, kolu ve bacağı koparak kömür haline gelmiş bir ihtiyar henüz ölmemiş, can veriyor. Su, su diye inliyor. Su verildi, biraz sonra fark edilmeyen gözleri ebediyen kapandı. Nispeten uzak olanlar yaralı kalmış, yeri eşerek oynayan bir kaç çocuk kurtulmuş, yakında olanlar teşhisi kabil olmayacak derecede parçalanmıştı. Ölenlerin cesetlerini bir araya toplamak, kime ait olduğunu bulmak mümkün değildi. Hadise yerine gelenlerin her biri parçalanan evladının, anasının, kardeşinin cesedinin bir parçasını teşhis edince bu parça üzerine bayılıp düşüyor, kimi ağlıyor, kimi feryat ediyor, kimi başını saçını yoluyor. Mahşerden bir numune.
Bir kadın;yavrusunun yalnız bir tek iskarpini içerisinde kalmış ayağını bulabilmiş, bunun yavrusuna ait olduğunu kendi eli ile bağladığı iskarpinden, çorabından anlamış, çıldırmış bir hale gelerek;elindeki iskrpini ve işindeki kopmuş ayağı göstererek rastladığına ’Hini oğlum, haniya yavrucuğum!’ diye soruyor.
Yanmış ve parçalanmış insan cesetleri, vücut parçaları o kadar fena bir koku neşrediyor, öyle korkunç ve çirkin görünüyor ki, burada daha fazla durmaya, tahammül etmeye imkan yok. yaralılar kaldırılıyor, birçok insan dövünüp feryat ediyor, gözyaşı döküyor. Harp faciasından, harp musibetlerinden hazin ve feci bir sahne...’
Hoş bir üslup ile okumaya başlayan kızımın sesi, zaman geçtikçe titremeye, sık yutkunmalar ile kesintilere uğramaya başlamıştı. Kitaptan okuduğu hazin tablo karşısında bocalaşmış, yüz rengi de resmen beyaza dönüşmüştü. Baktım iş kötüye gidiyor, çektim aldım kitabı elinden, hikayenin devamını kendi bildiğimce, kendi tarzımda, bir buçuk yumuşatarak anlatmaya devam ettim.
Yaz aylarında tarlalardan toparlanıp, kurutularak tütün damları içindeki vagonların üzerine stoklanan otlardan bir tutam alıp, ahırdaki ineklere atma telaşındaki Hatice Ana, tam da damın yan kaplama hartamalarını tutan küçük kirişlere tırmanmış iken yakalandı patlamaya. Sarsıntıdan dengesini kaybetti, sırt üstü yere yuvarlandı. İyi ki biraz kuru ot atmıştı zemine ve onlar sayesinde bir tarafının kırılmasından kurtuldu. Önce ne olup bittiğini anlayamadı, düştüğü yerden doğrularak üstüne başına bulaşan otları temizledi. Tam bu sırada kulağına geldi insanların canhıraş çığlıkları. Telaşla dışarıya fırladı, tüm köylüler gibi sahile koşmaya başladı. Koyun sahilini kaplayan siyah kumluğun hemen nihayetinden başlayan ve köy eteklerini oluşturan küçük düzlükte nihayetlenen alçak yamacın başına vardığında, herkes gibi o da hazin manzarayla karşı karşıya geldi, ne yapacağını şaşırdı, bir müddet dizlerinin üzerine çökerek çaresizce göz yaşı döktü.
Çok zaman geçmemişti ki, birden aklına gelini Asiye ve torunu Osman geldi. Hızla kalktı, haykırışlar arasında sahildeki ceset parçalarının arasına daldı. Ne yapacağını bilemeden, bir o yana, bir buyana koşup durdu çaresizce. Nereye bakacağını, yavrularını nasıl arayacağını bilemedi. Bir yandan baş örtüsü ile gözlerini silme, bir yandan insan parçalarına basmama çabasında dolanıp dururken, ayağı kumda oluşturulan bir tümseğe takıldı ve oraya yığılıverdi. Kendini toparladığında, gördükleri karşısında kendine inanamadı. Torunu Osman, kumluğa oyulmuş bir çukurun içine yüzükoyun uzanmış, bir çocuğun olanca masumiyeti ile ağlayıp duruyordu. Telaşla kaldırdı onu, sağını solunu yokladı. Her şeyi ile sağlamdı torunu, oynamak için girdiği bu çukur hayatını kurtarmıştı.
Torununa sapa sağlam kavuşan Hatice Ana, ondan aldığı yeni bir ümit heyecanı ile gelini aramaya başladı bu kez de. Ancak, çok zaman geçmeden, sakin Karadeniz’in, sahilde oynaşan küçük dalgalarının kucağına uzanmış buldu onu. Vücudu sağlamdı ama, başının sağ tarafı tamamen parçalanmıştı. Bu arada, kıyıdaki patlamayı gören balıkçılar da işlerini bırakmış, son sürat köye dönmüşlerdi. Bu hazin tabloya onlar da şahit oldular, onların da yüreklerine ateş düştü.
Bu elim olayda,kırk üç kişi öldü, on altı kişi yaralandı. Harbiye Nezareti Muamelatı Zaptiye Müdüriyeti İstihbarat Kalemi’nden, Harbiye Nazırı’na gelen ve Harbiye Nazırı’nın imzası ile, Dahiliye Nezareti Celilesi’ne sunulan resmi yazının ekindeki liste olmasa, biz bu gün, o günkü faciada ölenlerin kimler olduğunu asla bilemeyecektik. On yaş ve altında dokuz kişi, on beş ve altı on dört kişi, yirmi yaş ve altı on iki kişi, yirmi yaşın üzerinde de sekiz kişi can verdi o günkü torpil patlaması ile. Bu gün, o elim olayın meydana geldiği yerde, kimliği belli olmayan ve ihtimamla korunan bir şehit mezarı var. O zamandan mı kalmıştır, yoksa daha sonraki Rus istilası zamanında mı defnedildi konusunda kesin bir bilgi yok.
Bu acı olaydan sonra, bir müddet torpil toplama işine ara verildi. Köylü, bir müddet ölenlerin yasını tuttu, dini vecibelerini yerine getirdi. Daha önce sahilde toplanan torpiller, çok sıkı şekilde gözlerden gizlendi. Zira, Rus donanmasının tüm Karadeniz sahilini kapsayan bombardımanı, hız kesmeden devam ediyordu. Osmanlının yetersiz deniz kuvveti içindeki en etkili gemileri Yavuz ve Midilli, arada bir bu sahillere uğruyor, Pulathane ve Trabzon limanlarına asker ve askeri malzeme indiriyor, ufak tefek bombardımanların ardından da tekrar İstanbul’a, tehlike içinde olan başkente dönüyordu.
Vefakar ve cefakar köy insanları, tüm acılarını yüreklerine gömdüler, gözleri ile şahit oldukları faciaya aldırmadılar, kalan torpilleri de toplamaya devam ettiler. Ancak bu kez, İstanbul’dan gelen bir mütehassıs bahriye zabiti bu işe sorumlu kılındı. Çocukların tamamının çalışma alanından uzaklaştırılması akabinde, tüm denizin torpillerden temizleninceye kadar çalışmalar devam etti.
Kırk üç canı feda etmek bahasına da olsa, memleketin ihtiyacı olan torpiller toplanmış, sevkiyata hazır hale getirilmişti. Şimdi asıl mesele, bin bir zorlukla toparladıkları bu askeri malzemeyi, memleket sularında kol gezen Rus zırhlılarının hışmından kurtarıp, bir şekilde sapa salimen Çanakkale’ye ulaştırmaya gelmişti. Sağlam bir takaya, gönülleri vatan sevgisi ile çarpan bir kaç gözü pek denizciye ihtiyaç vardı.
Bu konuda çok zaman kaybetmediler. Kısa bir süre sonra, bu yoksul kasabanın denizlerde göz bebeği olan Pulathane Motoru imdatlarına yetişti. O devirlerde, kömür yakan buharlı gemiler çokça limanlarına uğruyordu ama, yelkensiz ve küreksiz yüzebilen kendilerine ait bir deniz vasıtası yoktu henüz insanımızın. Her girişimi devletten bekleme alışkanlığı nedeni ile olsa gerek, bu tür bir girişimde bulunmayı da hiç akıl etmemişlerdi doğrusu. İşte, İttihat ve Terakki hükümetinin en büyük faydası burada oldu millete. Ecnebilerin tekelinde olan müteşebbislik ruhunu aşıladı insanımıza.
Kasabanın bir kaç hali vakti yerinde olan insanı birleşmiş, nakliye işlerinde kullanmak için bu buharlı tekneyi satın almış. Atmış tonluk, sekiz mil sürat yapan küçük bir tekne bu aslında ama, bu deniz insanlarının ilk küreksiz, yelkensiz deniz ulaşım vasıtası olması nedeni ile önemi çok büyük. Düşününüz, bu sahilleri ilk motor sesi ile tanıştıran vasıta.Tüm yöre halkının sevgilisi. İlk göz ağrısı. Seferberlik başlayınca, yurt hizmetine alındı tüm ekibi ile birlikte, bir çok önemli vazifeyi de başarıyla yerine getirdi bu küçük tekne. Sahil kıtalarına, silah, cephane, asker taşıdı. Yaralıların nakledilmesinde kullanıldı. Bu sularda mayın dökme gemimiz olmadığı için, bu görevi de yüklenerek, bir gece Batum sularına mayın döktü. Hatta ve hatta, bir müddet Marmara Denizinde, içine Yordanfil denilen hafif makineli tüfek yerleştirilerek, düşman denizaltılarının avcılığında dahi kullanıldı.
Sakin, karanlık ve oldukça soğuk bir Şubat gecesiydi. Yöre halkının diliyle, Küçük ayın sonu yaklaşmaktaydı. Karadeniz, bu mevsimde alışılmamış bir sakinlikte, sevimli bir uysallık içerisinde idi yine. Aylardır uygulan karartma nedeni ile, gerçekten deniz vasıtalarının bu coğrafyada seyir etmesi oldukça zorlaşmıştı. Denizin azgın dalgalarına kapılıp, bu sahillerin büyük bir kısmını kaplayan koca kayalıklarda parçalanmak içten bile değildi. Bereket versin ki, kendilerince bir yöntem geliştirmiş ve bu çerçevede cephedeki askere malzeme taşıyan takaların seyrüsefer emniyetini sağlamak için her buruna bayraklı ve fenerli insanlar yerleştirmişti yöre halkı. Bu ışıklar ve işaretler, yelkenliler geçerken devreye giriyor, Rus savaş gemileri göründüğünde ise, denizdeki vasıtalara gerekli uyarıları yaptıktan sonra ortadan kayboluyorlardı.
Gün karanlığa dönüp, akşam namazı eda edildikten hemen sonra, Salari sırtlarındaki gözcülerden olumlu işareti alan İsmail Kaptan’ın talimatı ile, Ahanda deresinin kuytusunda saklanmış olan motor, halkın da yardımı ile yavaşça denize salındı. Dürbinar Mahallesinden Kokoç Mustafa, Karabaki Hüseyin ve Trabzon Arafilboyundan Osman ve Ahmet isminde dört tayfası vardı. Rus donanmasının ortalıkta gözükmediğini fırsat bile kaptan, kısa bir zaman sonra, usta bir manevra ile sessizce köy sahiline yaklaştırdı motoru. Köylün yaşlıları Kopuk Ali’nin kahvesinde, gençler ise sahildeki mazinin kocaman sobasının başında toplanmış, torpili yüklemek için motorun gelmesini bekliyorlardı. El birliği yaptılar yine, gün ağrımadan yirmi altı torpili motora yüklediler, zorlu seyahatten etkilenmesinler diye sıkıca bağlandılar. Ardından da, motor personeli ile sarıldılar, helalleştiler, vedalaştılar. Böylece köylü, üzerine düşen kutsal vazifeyi tamamlanmış, sırayı, bu kahraman motor ve onun beş tayfasına devretmişti.
Kaptan, gün doğmasını beklemedi. Tüm ahalinin sevgilisi olan bu güzel taka, sabah ezanının başladığı saatlerde demir alarak, batı istikametine doğru süsülüp gitti. Önünde, İstanbul’a kadar uzanan çok uzun ve tehlikeli bir yol vardı. Ardından, ta Akçakale burnundan kapanıncaya kadar yaşlı gözlerle baktı insanlar. Gönüllerine, bir sevdiklerinden ayrılışın derin hüznü çöktü.(Devam edecek.)
Not: Kasabamızın tarihini müthiş güzel anlatımı ile kaleme alan, yüz yıl önce yaşanan çileleri bizlere akıcı bir dille aktaran Muzaffer Lermioğlu’nu bir kez daha rahmetle anıyoruz burada. Kendisinin bizzat şahit olduğu bir elim olayı da hikayeleştirmemize vesile oldu kitabı. Minnettarlığımızı sunuyoruz tekrar.
Bir tutam hayat-17.03.2015-Trabzon
YORUMLAR
Bizler batıda yaşıyanlar yani sadece dedelerimizin ebelerimizin anlattıklarını dinlemiştik.
O zamanlar ulaşım olmadığından burada olanları dinlemiştik,yunanlı şöyle yaptı yerli rumlar şöyle yaptıklarını dinledik sadece.
Karadenizde olanları da okuyunca da şaşırmadım desem yalan değil.
Tebrik ederim saygılarımla.
Bir tutam hayat
nice kahramanlık hikayeleri yaşanmış,
nice isimsiz kahramanlar sessiz sedasız şehit olmuştur vatan uğruna.
Bir çoğunu bilemiyoruz biz şüphesiz.
Her birini sayıyla, hürmetle, minnetle selamlıyoruz bu gün bir kez daha.
Teşekkür ediyorum ziyaretinize ve güzel yorumunuza.
Sağ olun.
Sevgili Gökhan.
pek çoğumuzun sadece ''Nusret Mayın gemisi, Çanakkale'de karanlık koy denen yere yirmia ltı mayın döktü. İşte Çanakkale Savaşının kaderini değiştiren olay budur'' olarak bildiğimiz olay meğer sadece dökülen mayınlardan ibaret değilmiş. O mayınların nasıl tedarik edildiği de başlı başına bir kahramanlık ve fedakarlık destanıymış.
Aslında bu anıların, bu tarihin buralarda kalmayıp çok daha geniş kitlelere ulaşması lazım. İşte burada da iş sana düşüyor. Bu yazdıklarını kitap olarak toplamalısın bence. Hem edebi anlamda hem de tarihsel açıdan Türk Edebiyatı için büyük bir kazanç olacağına inanıyorum.
Ellerine, emeğine sağlık.
Selam ve sevgilerimle.
Bir tutam hayat
Siz bastırdınız mı hiç?
Nasıl oluyor bu işler.
Şimdi,
hikayenin son kısmına geldik.
Aslında,
roman havasına bürünmesi için,
bu Pulathane Motorunun İstanbul yolculuğunu da yazacaktım ama,
onu sonraya bırakıyorum artık.
Şimdi,
Nusret mayın gemisine geldik.
Burayı yazmaya biraz çekinmiyor değilim.
Sizin gibi tarihçiler, gerçekten düşündürüyor insanı.
Hayırlısı diyelim.
Ufak tefek kurgular ile,
çokça Nusret hikayelerine, bir yenisini de biz ekleyeceğiz artık.
Hatalar olursa, şimdiden kusura bakmayın.
Güzel yorumunuza çok teşekkür ediyorum.
Çok sağ olun.
Dünyada savaşlar dün olduğu gibi bugün de devam etmekte hem de tüm acımasızlığı ile.
Allah, insanlara akıl fikir, sağ duyu versin.
Anlatılan hikaye yürek burksa da kalem ehli güzel anlatmış.
Tebrikler
Bir tutam hayat
Nerelerdeydiniz?
Bir süredir gözükmüyorsunuz buralarda.
Yoksa biz mi kaçırdık yazılarınızı?
Umarım, sağlığınız, sıhhatiniz yerindedir.
Gerisi çokça önemli değildir.
Hoş geldiniz diyorum ve güzel yorumunuza teşekkür ediyorum.
İnsanın ne söyleyeceğini bilemediği anlar olur ya yazınızı okuyunca işte öyle bir duygu hali oldu‘’savaşın sonuçlarını ve savaştan kaynaklanan acıları çok etkili bir şekilde anlatmışsınız. Keşke dünyada hiç savaş olmasa diyeceğim ama maalesef insanlık o bilinç düzeyinde değil. Yinede umudumu taze tutmaya çalışıyorum bir gün insanlık dünyanın herkese yetecek bir yer olduğunu anlayacak ve yine insanlık dünyanın kaynaklarının ordulara, silaha ve savaşlara harcanacak kadar sınırsız olmadığını öğrenecek ama galiba onun için biraz daha zamana ihtiyaç var.
Umarım o zaman dünyada yaşanmış tüm savaşlar insanlığın acı hatıraları olarak anılır.
Etkileyici yazınızı ve mahir kaleminiz kutlarım dostum
Saygı sevgilerimle
Bir tutam hayat
Savaşlar.
İnsanlığın yüz karası savaşlar...
Ama,
İngilizler, Amerikalılar gibi, dünyayı sömürmeye alışmış milletler var oldukça,
bu savaşlar asla bitmeyecek yer yüzünde.
Kendileri zevk-ü sefa içinde, demokrasi getirme vadettikleri tüm coğrafyalar kan gölü.
Allah,
insanlığın yardımcısı olsun diyorum.
Bazılarına da akıl fikir versin.
Uzun araştırmalar ve zahmetlerle oluşturulan bu tür yazılar,
maalesef çok ilgi görmüyor defterde.
Şimdi ben,
şuraya bir günlük siyasi yazı döşetsem,
Cumhurbaşkanına, Başbakana, Muhalefet başkanlarına,
usulünce sövüp saysam var ya, inanın moka üşüşen sinek misali, doğru dürüst yazı okumayan ve yorumlamayan bir çok sahte edebiyat sever atlar üzerine.
Neyse.
Canımızı sıkmayalım biz, doğru bildiğimiz yolda ilerlemeye devam ederim.
Güzel ve anlamlı yorumunu çok teşekkür ediyorum dostum.
Böyle uzun yazılarla zamanını alıyorum senin de. 18 Mart'a yetişsin diye de acele ettim biraz ama, gücüm de tükendi.
Artık devamı, içimden yazmak ne zaman gelirse.
Hikayeleri, günü gününe yazıyorum biliyorsun ben.
Güzel günler, başarılı iş hayatı diliyorum.
Bir tutam hayat
Basit günlük sıkıntılar...
Oysa,
ne büyük çileler, ne acılar çekmiş zamanında atalarımız.
Gözlerini kırpmadan ölüme gitmişler, kadın, çocuk, yaşlı, genç demeden.
Şimdi,
işlerim bozulur, düzenim aksar bahanesi ile, batan görevini dahi yerine getirmekten kaçınıyoruz.
Çok yazık.
Teşekkür ediyorum güzel yorumunuza efendim.
Bir tutam hayat
İyi ki resmi bir kayıtta isimleri yer almış o zaman.
Yoksa unutulup gideceklerdi.
Hepsini minnet ve rahmetle anıyoruz tekrar burada.
Güzel yorumlarınız ve yüreklendiren cümleleriniz için çok teşekkür ediyoruz tekrar size efendim.
Bir tutam hayat
Maalesef gerçek ama.
Bu vatan uğruna, ne çok isimsiz kahramanını toprağa verdi bu millet.
Hepsini minnetle, rahmetle anıyoruz bir daha burada.
Efendim,
bakmayın burada çokça yazımızın yer aldığına.
Öyle çokça üretken bir kalem değilizdir aslında.
Yukarıdaki boyuttaki bir sayfayı,
en iyi tahminle on günde tamamlayabilecek kapasitedeyiz.
Ancak,
bu 18 Mart tarihine yetiştirebilmek gayesi ile,
biraz aceleye geldi çalışmamız bu sefer.
O nedenle, çokça hatalarımız olmuştur muhakkak.
Kusurumuza bakmayın.
Bıkmadan, usanmadan okudunuz o uzun sayfaları.
Üstüne üslük de, hep yüreklendirici yorumlar yaptınız,
bizi desteklediniz, yeni bir bölüme şevkle başlamamızı sağladınız.
Çok teşekkür ediyoruz size.
Sağ olun.