- 1480 Okunma
- 8 Yorum
- 2 Beğeni
Çanakkale'nin Beklediği Mayın
5.Bölüm
Kendi yaşlanmış ama, yüreği her daim genç kalmış Temel Dede’nin duygu yüklü sözleri, tüm kahvede bir heyecan fırtınasının esmesine sebep oldu. Geleneksel misafirperverlik kuralları bir çırpıda silinip atıldı; kaymakamın, müftünün, kumandanın, muhtarın sakinleştirici cümlelerine kulak veren de olmadı o saatten sonra. Mesaj çoktan alınmış; cephelerde savaşan babaları gibi, onlar için de vatan vazifesine koşma zamanının gelmiş olduğu gerçeği, her biri tarafından iyiden iyiye anlaşılmıştı.
Misafirlerin şaşkın bakışları arasında, büyük bir hışımla boşaldı kahve. Yaşları ve gelenekler nedeni ile yapılan toplantıya katılma imkanı bulamayan,içeride olup biteni öğrenebilmek gayreti ile de pencerelere üşüşen çocuklar, dışarıda olmanın avantajını kullandılar, önce onlar fırladılar yerlerinden. Önde gençler ve çocuklar, arkada diğerleri, ahşap köprünün karşı tarafındaki bodur defne ağaçlarının gölgelediği patikadan sahile doğru akıp gittiler. Ak sakallı ihtiyarlar, vefakar dostları bastonları ile kol kola verdiler, titreyen bacaklarının elverdiği bir süratle, göreve koşan köy ahalisinin arkasından olay mahalline seğirttiler. Onların dahi, bu vatan için hala yapabilecekleri bir şeyleri vardı.
Derenin doğu yakasında yer alan, başlangıcı yoğun defne yaprakları tarafından maharetle gizlenmiş ve kısa kavisler çizerek sahile uzanan bu basamaksız, oldukça yüksek eğimli toprak yolun nihayetinde, kuruluş tarihi köy kadar eski olan ve dere kenarında olmanın verdiği avantajla iyiden iyiye boy atan ağaçların yüksek dalları altında, nerede ise tamamen görünmez bir hüviyete bürünmüş olanı köy değirmeni bulunmaktaydı. Değirmen sahibi Abdi Aga, bu kıtlık günlerinde köyün en temel ihtiyaç maddesi olan mısır ununu temin edebilmek için geceli gündüzlü çalışmakta, sonbahar yağmurları ile iyice bereketlenen derenin artan debisinin dönüşünü hızlandırdığı değirmen taşından en yüksek verimi alabilmek için, eşi Hatun Ana ile birlikte, günün yirmi dört saatini bir fiil işinin başında geçirmekteydi. Bu önemli görev nedeni iledir ki, kahvedeki olağanüstü toplantıya köy ahalisinden bir tek o katılamamıştı. Hatun Ana da, ineklerini yalını hazırlamak gayesi ile eve gidecek tam zamanı bulmuştu yani.
Değirmenin arka duvarına bitişik yolda koşuşan insanların çıkardıkları patırtı, gürültüyle dönen değirmen taşlarının sesini bile bastırmış; öğütülen ürünün biriktiği ahşap hazneye eğilmiş, çıkan unun kalitesini incelemekte olan Abdi Aga’nın, artık iyiden iyiye yorgun düşen ve görevini ağır aksal yerine getirme çabasındaki kulaklarına kadar aksetmişti. Saçı, sakalı, kirpikleri, vücudunun gözüken her yeri sarı mısır ununa bulanmış yaşlı adam, olağandışı bu gürültünün sebebini öğrenebilmek için, atalarından kendine miras kalan kadim değirmenin, yılların yorgunluğunu sırtında taşıyan alçak ve ağır kapısına doğru yöneldi. İptidai kilit sistemini kaldırdı; kapı,kalın, el yapımı demir menteşelerinin işkence çeker misali gıcırdaması eşliğinde açıldı. Merakla dışarıya, deniz istikametine bakan küçük avluya çıktı. Şaşkın şaşkın, sahile akıp giden insanları seyretti bir süre. Onun merak içinde öylece dikildiğini fark eden kahve çırağı Ömer, yanına yaklaştı ve sağ kulağına eğilerek yüksekçe bir tonda seslendi.
-Abdi Aga, Dersaadet’den ferman vardur. Urus gavurinun denize döktuğu pasli tenekeleri toplayacağuz, Çanakkale’ye göndereceğuz. Düşman gemileri oraya da dayanmiş, acele etmemuz gerekiy. Anladun mi?
-Ula ne bağırı duriysun Hatun Ananun aç galmiş buzağu gibi gulağumun dibinde? Ben sağır miyim da?
-’Ah, birazcuk oyle oliysin emice.’ diye söylendi Ömer kendi kendine sırıtarak. Sonra da vakit kaybetmedi, sahile akın eden kalabalığın peşi sıra koşup gitti.
Bütün köyün ahalisi bu kutsal göreve koşar da, Abdi Aga durur mu? Geri döndü, değirmenin tüm gürültüsünü bastıran gür sesi ile içeriye seslendi.
-Gız Hatun! Hatun deyrim sağa, gulak vesana bağa!
Eşinden cevap alamayınca, geriye dönerek, değirmene doğru yürümek için bir hamle yaptı ama, daha sonra bu fikir pek hoşuna gitmemiş olacak ki durdu, una bulanmış kalın tüylü beresinin altına elini uzatarak oldukça kısa kesilmiş ve tamamen aklaşmış saçlarını sıvazladı, kısa süreli bir düşünce seansından sonara başını iki tarafa sallayarak söylendi kendi kendine:
-Töbe töbe yav! Habu gariya bir türlü sesumi duyuramayrım ben. Bi da bağa sağur diyiler. Asıl sağur olan kendisidur da. Ama farkında değil sağur olduğunun.
Orada fazla oyalanmadı değirmenci Abdi Aga. Eşinin değirmenle ilgileneceğinden emin olduğu için, ardına bakmadan sahile yollandı o da. Çorbada onun da tuzu olmalıydı, vatan görevinin bir ucundan da o tutmalıydı muhakkak.
Köyün, denize açılan kapısı olan bu küçük körfez, inanılmaz bir insan kalabalığı ile dolmuştu. Sahile hakim yamaçlara serpilmiş evlerinin önünde kümelenen ve kahvedeki toplantının sonucunu merakla bekleyen köy kadınları, oluşan hareketliliğe bir anlam verememiş, tüm ahalinin deniz kenarına koşuşturmasını görünce, onlar da çocuklarını kaptığı gibi olay mahalline gelmişlerdi. Ancak, erkek ve çocukların arasına karışmamış, küçük yamacın nihayetindeki ağaçların altında kümelenmişlerdi her zamanki gibi.
Ahmet Çavuş’un talimatları doğrultusunda çalışmalar başladı hemen, herkes becerebildiği ölçüde bir işin ucundan tutma çabası içine girdi. Önce, torpillerin nasıl sahile çekileceği, nasıl kızağa alınacağı, nasıl bağlanacağı, ardından da nasıl depolanacağı kararlaştırıldı. Mümkün mertebe çocukların ve kadınların bu işten uzak durmaları gerektiği konusunu dile getirdi kaymakam. Sonuçta torpildi bu ve ne büyük hasarlar verebileceği daha önce acı bir tecrübe ile öğrenilmişti. Parçalanan takadan artan parçaları dalgalar sahile itmiş, tüm kıyı boyunca yaymıştı.
Marangozlar ve eli keser tutanlar, büyük bir hızla kızak imal etmeye başladılar. Kendi teknelerini kendileri imal eden bu deniz insanları, bu konuda gerçekten çok maharetli idiler. Bu iş için gerekli malzemeyi, ilk etapta tekne imalatçısı Yeke Hüseyin’in atölyesinden temin ettiler. Öfkeli Karadeniz’in hırçın dalgalarının uzanabildikleri en son noktadan başlayan ve dağların yüksek doruklarına yakın rakımlara kadar tüm coğrafyayı sarıp sarmalayan kocaman çam ağaçlarından bir kaçını feda ettiler bu uğurda.
Torpil toplama işinde kullanılacak takalar, serpme ağları, urganlar, ırgatlar, makaralar bir bir tespit ve temin edildi. Çalışmalarına engel olabilecek tüm kaba çakıl taşları ve diğer malzemeler temizlendi sahilden. Çalışma alanı dahiline çekili olan tekneler, el birliği ile başka bölgesine nakledildi körfezin. Bu yoğun çalışma, namaz saatlerinde verilen ara dışında, akşamleyin hava kararıncaya kadar aksamadan devam etti. Hatta köy kadınlarının elbirliği ile hazırladıkları ve sahile getirdikleri, mısır ekmeği, yoğurt, kara lahana kavurması, fasulye turşusu kavurması, hamsikuşi ve kuymaktan oluşan öğle yemeği, ikindi namazının ardından, Fotel Mustafa’nın(Şapka devriminden sonra almıştır bu lakabı.)uzun süredir yapılamayan yunus balığı avı nedeni ile boş duran mazisinde(Büyük depo) yendi.
Köyün gençleri, bir köşede atıl vaziyette duran büyük varil sobayı, ufak bir temizlik operasyonundan sonra kullanılır hale getirdiler. Küçük parçalara ayrılmış çam odunları ile doldurup, bir kaç çıra yardımı ile tutuşturdular ve ateş iyice harlanınca da üzerine kuru zeytin kökleri ilave ettiler.Kısa bir süre sonra, kocaman mazinin rutubet ve pas kokan havasına, tatlı bir sıcaklık yayıldı sobadan. Yoğun çalışma temposu nedeni ile yorgun düşen insanlar, tepeleme doldurdukları midelerinin getirdiği rehavetle bir kenara çekildiler, gümüş tabakalardan sarılan kalın sigaraların etrafı kaplayan kesif dumanı altında, bir bukle dinlenme molası yarattılar kendilerine. Gençler ise, ister istemez dışarıya, mora kafulluklarının ardına yollandılar ardı ardına. Öyle ulu orta yerde sigara tellendirmek, hiç birinin haddine değildi zira.
Köy imamının, akşam ezanı okumak için şerefeye çıktığında, yapılması gereken tüm hazırlıklar tamamlanmıştı. Namaz kılındıktan sonra, her akşam yaptıkları gibi evlerine dağılmadılar. Öğlen yemeği zaten geç yenmiş, karınları bu nedenle pek acıkmamıştı. Kopuk Ali’nin kahvesinde toplandılar, yarınki çalışmanın programını yaptılar. Hararetli sohbetin gölgesinde zaman hızlıca akıp geçti. Yatsı namazından sonra fazla oyalanmadılar, ertesi günü, gün ağrımadan önce buluşmak kaydı ile vedalaştılar, köyün karanlık patika yollarına dağıldılar.
23 Aralık 1914. On beş yaş üzeri gençler ve gücü kuvveti yerinde olan yetişkinlerle başladı ilk çalışma sahilde. Çocuklar ve kadınlar uzak tutuldu bu tehlikeli uğraştan. Önce bir hafif kürekli tekne ile denize açıldılar, dikkatlice ilk torpile yaklaştılar. Bir köy delikanlısı, Aralık ayının soğuğuna aldırmadı; üzerinde sadece tumanı kalacak şekilde soyundu, balıklama Karadeniz’in serin sularına daldı. Kısa bir zaman zarfında, deniz yüzeyinin iki metre kadar altındaki torpilin üst kısmında bulunan kulpa sıkıca bağlayıverdi elindeki urganın ucunu. Suyun yüzeyine çıktığında, dudakları, burnu, kulakları, eli-ayağı mos mor kesilmişti delikanlının. Oyalanmadılar, bir çırpıda çekti çıkardı tekneye arkadaşları onu. Kalın battaniyeler ile acilen sarıp sarmaladır, iyice kurulayınca da elbiselerini giydirdiler. Tüm bu işler yapılırken, taka da yavaş yavaş sahile yaklaşıyor, torpile bağlı olan urganın ucunu, çekmek için sabırsızlıkla bekleyen insanlara ulaştırıyordu.
Önce üç-beş kişi, yeterli olmayınca da on-on beş kişi asıldı urgana. Deniz dibindeki yumuşak kuma iyice saplanan ağırlığı nedeni ile, önce yerinden pek kıpırdamadı torpil. Ancak, köy insanının kararlılığına ve gayretine da çok fazla direnemedi, bir süre sonra tutunduğu yerden sökülüp, ağır ağır sahile doğru sürüklenmeye başladı. Ahmet Çavuş, pür dikkat torpili takip ediyor, hiç bir yere temas etmemesi için sık sık insanları uyarıyordu.
Torpil, denizin iyice sığlaştığı bir bölgeye geldiğinde, ağırlığı ile olan bağlantısını kestiler, su yüzeyinde yüzer hale gelmesini sağladılar. Daha sonra da, üst kısmındaki ateşleme sistemlerine hiç dokunmamaya dikkat ederek, altına bir ahşap kızak sürdüler, urganlar vasıtası ile sıkı sıkıya bağladılar. Torpilin, kızağa bağlanma işi tamamlanınca, bu kez de kızağa urganı bağladılar; el birliği ile sahile asıldılar. Denizden çıkan kızağı başka bir grup devraldı ve epeyce bir uğraş sonunda stoklanacağı bölgeye nakletti.
İlk torpil vukuatsız denizden çıkarılmış, nakile hazır vaziyete getirilmiş oldu böylece. İlk günkü çalışma, bir günde normal şartlarda en fazla bir-bir buçuk torpil çekilebileceğini gösterdi onlara. Denizi sakin olması şartıyla tabi ki. Öfkeli bir Karadeniz’in kıyılarında öylesine sere serpe iş görmek pek öyle kolay değildi çünkü. Kaptığı gibi yere çarpar, feleğini şaşırtır insana kocaman dalgalar. Böyle durumlarda balığa da çıkılmaz, denizin sakinleşmesi beklenir. Karadeniz, kucağında yaşattığı, beslediği insanlara benzer zira. Anında kabarır, anında sakinleşir.
Daha önce sahile çekilen torpili de dahil ettiğimizde, denize dökülen torpil sayısı toplam yirmi yedi idi. Bu çalışma hızı ile, tüm denizi temizleyebilmek için yirmi güne, en kötü ihtimalle bir aya ihtiyaçları olduğu anlamına geliyordu. Mevsim kış; tarlalarda kara lahanadan başka ürün yok, balıkçılık da yasaklanmış durumda. Dolayısı ile, torpil temizleme işinden başka bir uğraş gözükmüyor bu günlerde.
Köy halkı, Karadeniz’in izin verdiği ölçüde, fasılalarla 15 gün kadar torpil çektiler sahile. Denizdeki tehlikenin yarısı temizlenmiş, kısmen de olsa ulaşım güvenliği sağlanmıştı. Bu durum üzerine, kaymakam talimatı ile, köylünün sadece gündüzleri balık avına çıkmasına izin verildi. Balık gerekliydi, çünkü en önemli gıda maddeleriydi. Erkekler balığa çıkınca da, torpil çelme işi çocuklara ve kadınlara kaldı doğal olarak.
Perdeleri sıkıca kapatılmış alçak tavanlı odaya, inanılmaz derecede ağır bir balık yağı kokusu sinmiş, çatıyı oluşturan ahşap kaplama, kalın bir is tabakası ile adeta siyaha boyanmıştı. Gecenin karanlığı ile amansız bir mücadeleye tutuşan küçük kandilin ucunda titreyen alev, hayatını idame ettirebilmek için, bin bir zahmetle haznesindeki yoğun balık yağını sömürmeye çalışıyordu. Etrafına yaydığı bu sevimsiz koku ve isten o da memnun değildi şüphesiz ama, elinden de bir şey gelmiyordu. Ah biraz gaz yağı olsaydı, bu durumlara düşer, bu çileleri çeker miydi? Yokluğun gözü kör olsundu işte.
Kuzine sobanın yanı başındaki küçük sedire ilişmiş, çıtırdayarak yanmakta olan kuru zeytin dallarının yarı karanlık odaya yaydığı rengarenk ışık demetinin, duvarlara yansıyan hoş görüntüsünü seyretti bir süre dalgın vaziyette Hacı Hasan. Bakışları, her gece tekrarlanan bu hoş gösteride idi ama, aklı başka yerlerde, günlerdir devam eden torpil toplama işinde idi. Bağdaş kurduğu sağ ayağının usuldan uyuşmaya başlaması onu kendine getirdi; hafif bir vücut hareketi ile doğrulup, sarkık durumdaki diğeri ile yer değiştirirken eşine seslendi:
-Hatice! Yarın sabah erkenden baluğa çıkmam lazım. Nasıl edeceğuk habu torpil işini?
-Biz, haburda bostan korkuluğumiyuk efendi? Biz gider çekeruz torpili.
Sözün tam bu noktasında Asiye Gelin, biraz çekingen,biraz da heyecanlı bir sesle atıldı:
-Ben gideyum ana torpile. Gomşi gelinler, gızlar, uşaklar hep gidiyiler. Ağır iştur o. Sen yaşlisun, evde gal, ineklere bakarsun.
-Habu ufak uşak ne olacak gızım?
-Ayem(Hava) güzel olduğunda, alıp götürürum oni da deniz gıyısina. Gumda oynar öteki uşaklarlan. Yağmur yağar, soğuk çok olursa da, sen bakarsın artuk oni evde.
Bu durum, Hacı Hasan’ın çok hoşuna gitmemişti. Gelini Asiye ve torunu Osman, askerdeki evlatlarının kendilerine bıraktığı emanetti sonuçta. Ama, başka çıkar yolu da yoktu olayın. Sadece kendileri değil, tüm köy halkı aynı durumdaydı zira. Vatan müdefası, genç-yaşlı, çoluk-çocuk, kadın-erkek ayırt etmezdi sonuçta. Görev, bu topraklar üzerinde soluk alan herkesindi.
Ertesi gün,kutsal belledikleri vazifeyi, hiç tereddüt etmeden kadınlar ve çocuklar devraldılar erkeklerden. Hızı biraz yavaşlasa da, torpil toplama olayı kesintisiz devam etti. Denize dalma olayı gibi kritik noktalar için, bir kaç genç de onlara yardımcı olarak kaldı. Ancak, kadın ve çocukların gayretle üstesinden gelmeye çalıştıkları bu tehlikeli iş, bir kaç gün sonra, elim bir olay nedeni ile durdu.
O gün, yüreklere acı düşüren bir felaket ismi altında, tarihimizin hazin sayfaları arasında yerini aldı.(Devem edecek)
Bir tutam hayat-16.03.2015-Trabzon
YORUMLAR
İşte hayranı olduğum vatanımın hayran olası insanı. Roman halinde okumak için sabırsızlanıyorum. Yürekten tebrik ediyorum. Saygımla.
Bir tutam hayat
İçinizden geleni kısacık, ama çok etkili cümlelerle anlatırsınız.
Bizlerde yok o kabiliyet maalesef.
Yüce gönüllü atalarımızın, bu vatan uğruna yaptıkları fedakarlıklardan küçük bir kesit bu anlattıklarımız.
Aslında,
bu hikayede gözlemlediğimiz özverinin yüzde biri bile olsa günümüzde,
belki de vaziyet-i umumiyemiz çok daha başka olurdu.
Roman konusuna gelince.
sanırım epeyce daha fırıncının kapısını aşındırmamız gerek o hususta.
Güzel yorumunuz için size çok teşekkür ediyorum efendim.
Kıymetli dostum
Yazınızı yayınladığınız ilk anlarda okumaya başlamıştım ki, işle ilgili gelen bir telefondan dolayı yazıyı yarım bırakıp şirket dışarı çıkmak zorunda kaldım. Geldiğimde kaldığım yerden devam ediyordum ki bu kez de çok önemli misafirlerim geldi. Aklım yazıda kalarak maalesef yeniden ara verdim anlayacağınız yazınızı bu gün üç ayrı zaman diliminde okuya bildim bu yüzden yorumum gecikti. Bu enstantaneyi de sizinle paylaşmak istedim. Yazıya gelince, öykünün içselliği anlamında söylenecek çok şey var elbet o insanların çabası, yok şartlarda sınırlı imkânlarıyla verdikleri mücadele, hepsi çok anlamlı ve etkileyiciydi. Ama her zaman dediğim gibi bu olayları öyle bir anlatıyorsunuz ki, adeta o soğuk sulara bizlerde giriyoruz sanki bizlerin kaşları kirpikleri una bulanıyor sanki o diyaloglar yanı başımızda gerçekleşiyormuş hissine kapılıyoruz. Kıymetli dostumuz (Minos) Güler hanımın yorumunda dediği gibi gerçekten konuşan kalemsiniz müthiş bir yeteneksiniz tebrik ederim.
Kaleminize emeğinize sağlık hocam
Saygı sevgilerimle
Bir tutam hayat
ipin ucunu biraz kaçırdığımın,
bu sayfalar için geçerli olan gayri resmi kuralların dışına taştığımın farkındayım.
Olması gerekenin çok üzerinde bir uzunluk barındırıyor bölümleri hikayenin.
Ancak,
sonuçta Çanakkale zaferi ile ilgili bir hikaye bu.
18 Mart tarihinde final yapabilmek için,
biraz uzun tutmak, biraz da hızlı yazmak zorunda kalıyorum ki,
hiç de alışık olduğum bir durum değil bu.
Bu nedenle,
bir bukle ipin ucunu kaçırdığım oluyor.(Hem yazım, hem uzunluk konusunda.)
Okuyucunun azlığı, bunun başlıca göstergesi zaten.
Ama olsun.
Vatanı için gözünü kırpmadan ölüme giden atalarımızı, en azından şahadet şerbetini içişlerinin 100.Yıl dönümünde, bir küçük hikaye ile de olsa anmak ve hatıralarını yad etmek kararındayım ben.
Bu uzun ve zahmetli çalışmayı,
hiç eksik etmediğiniz desteğiniz ile anlamlı kıldınız inanın.
Çok zaman ayırdığım bu çalışma nedeni ile, eşimden yediğim tüm fırçaların acısını unutturdu güzel yorum cümleleriniz.
Bir kez daha,
gönülden teşekkür ediyorum size.
Çok sağ olun.
Ne güzel bir paylaşım,ne güzel bir anlatım.
Olayın içinde hissettiriyor insanı.
Onlarla beraber yaşatıyor kalem olayları
Heyecanını, yorgunluğunu, telaşını
Hele değirmencinin anlatımı harikaydı
Gözümün önünde canlandırdım hayalini Mısır ununa bulanan
kirpikleri saçları sakalı bıyığıyla resmini çizdim sayfaya okurken adeta
Geç ihtiyar, çoluk çocuk can hıraş çabalarken içlerinde buldum adeta kendimi
Yorulduğumu, ıslandığımı, üşüdüğünü hissettim Sıcacık evimde.
Kıskanmıyorum desem yalan olur bu kalemin yaratıcılığını anlatımının akıcılığını
Başarılarınızın devamını diler saygılar sunarım konuşan kalem hoşça kalın
Minos tarafından 3/16/2015 4:17:32 PM zamanında düzenlenmiştir.
Bir tutam hayat
Önemli olan,
bu vatanı bizlere bırakan kahraman atalarımızı, ölümlerinin 100.Yıl dönümlerinde bir kez daha yad edebilmek çabasında az buçuk başarılı olabilmektir.
Bu konuda bir küçük adım atabilmiş isek, ne mutlu bizlere.
Yurdumuzun dört bir yanında, böyle nice hikayeler yaşanmış, nice canlar vatan için toprağa karışmıştır kim bilir.
Bir çoğunun ne adı, ne mezarı mevcuttur.
Onların anısını yaşatabilmek,
tarihin karanlık dehlizlerinde kaybolup gitmelerini önleyebilmek için, bir küçük çabamız olsun bu hikaye.
Beğenmenize ve övgü dolu sözlerinize çok teşekkür ediyorum.
Sağ olun, var olun.
Bir tutam hayat
18 Mart tarihinde final yapabilmek için yoğun bir çaba içerisindeyim.
Böyle çok aceleye gelemiyorum ve bu nedenle biraz hikayenin uzunu kaçırıyorum ya,
artık bu konuda affınıza sığınıyorum.
İyi ki varsınız.
Anlatımınız öylesine duru, öylesine güzel ki, oturduğum yerden sahile mayın çeken insanların yorgunluğunu hissettim. Aralık soğuğunda suya dalan gençlerle üşüdüm. Küçücük dünyalarında çok büyük işler yapan atalarımın birlik beraberlik duyguları ile kıvanç duydum. Bizi yaşamadığımız günlere götürdünüz. Devamını sabırsızlıkla bekliyorum.
Bir tutam hayat
O günlerde çekilen acıları, yaşanan güçlükleri görüyor, günümüzle kıyaslıyorsunuz ve halinize şükrediyorsunuz.
Bir de,
üzerinde yaşadığımız bu toprakların gerçekten kıymetini biliyorsunuz.
Bu hikayeyi, bir gerçek olaydan yola çıkarak kaleme alıyoruz.
(Ufak tefek kurgularla zenginleştiriyoruz.)
Bazen,
olayın yaşandığı bölgeye yolum düşüyor, şöyle bir durup seyrediyorum etrafımı.
Çok sessiz ve masum her şey.
Zira,
tüm yaşanacak sesleri o gün, çolul çocuk onlarca insanımızın vatan için hayat verdiği gün bağrında topladı zaten zaman.
Allah, hepsine rahmet etsin diyorum 100 yıl sonra da.
Güzel yorumunuza çok teşekkür ediyorum efendim.
Yurdun her tarafı ortak olmuşlar kurtuluş savaşında tek yürek olmak türkü kürdü lazıyla..
Tebrik ederim saygılarımla.
Bir tutam hayat
Hainlik eden bir kaç etnik gurup dışında,(Onların da hepsi değil.) vatanları için ölüme koşmuşlardır her bir evladımız zamanında. Arabı da, Kürüd de, Lazı da, Çerkezi de, adını zikredemediğimiz daha niceleri de.
Omuz omuza savaştılar, omuz omuza toprağa gömüldüler.
Bir çoğunun mezar yeri bile belli değildir.
İmkansızlıklar içindeydiler bir de. fakirdiler, açtılar, üstlerinde-başlarında yoktu.
Ama,
hiç birine aldırmadılar, memleket savunmasına katkı için koştular, kahramanca öldüler.
Küçücük bir hikaye ile,
ölümlerinin 100.Yıl dönümlerinde onları hatırlama konusuna bir katkı yapabiliyor isek, ne butlu bizlere diyoruz.
Ziyaretinize ve güzel yorumunuza teşekkür ediyorum.
Bir tutam hayat
uğruna canını verdiği toprağın kucağında nice kahraman insanlar uyumakta.
Bir çoğunun adı-sanı unutulmuş, hatta ve hatta mezarları bile kaybolmuş.
Bazen,
bir değerli vatan evladı çıkıyor,
yaşanan olayları kaleme alma zahmetine katlanıyor.
Yaşadığı devirde belki pek ilgi görmüyor, çalışması taktir edilmiyor ama,
aradan 100 yıl gibi uzun bir süre geçtiğinde,
inanın altın değerinde oluyor o torunlara bırakılan satırlar.
İşte,
bizim yaşadığımız bu ilçenin de, Muzaffer Lermioğlu isminde bir evladı yetişmiş o acılı devirlerde.
On beş yaşlarında imiş savaşların, istilaların, muhacirliklerin meydana geldiği devirlerde.
Kendisi dava vekili imiş ve oturup yaşadıklarını yazmak gelmiş içinden otuz yıl sonra.
Onun sayesinde, şehrimizin tarihini, dedelerimizin, ninelerimizin bu topraklar için nasıl çileler çektiğini öğrenebildik bizler de.
Bu hikaye,
onun bizlere aksettirdiği hatıraların satır aralarından toparlanan gerçekler baz alınarak kurgulanmıştır.
Allah, rahmet etsin diyorum. Hem ona, hem bu vatan için can veren tüm ceddimize.
Bu güzel, bu anlamlı, bu hüzünlü konulara, bir nebze katkıda bulunmuş isek, ne mutlu bize.
Ve,
sizlere hoş bir hikaye sunabildi isek.
Çok sağ olun ziyaretiniz için.