- 752 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BENİSTAN-3
Uyandığımda oda yarı karanlıktı ve bembeyaz bir duman odanın içinde gezintiye çıkmış bir çocuk gibi dolaşıyordu. Ağzımda daha evvel çok nadir duyumsadığım kan tadı vardı. Üstelik nefes alamıyordum. Nefes alamıyordum ve ağzımda kan tadı vardı çünkü her santimi kana bulanmış bir bez parçası neredeyse boğazıma kadar ağzımın içine tıkılmıştı. Kendi yatağımda sağ elim yatağın sol tarafına sol elim de sağ tarafına bağlanmıştı. Masonik bir ayinin esas objesi gibi yatağın ortasında duruyordum. Kocaman bir deli gömleği giydirilmiş küçücük bir çocuktum. Korkuyordum. Korkuyordum çünkü tanımadığım bir adam sol ayağını karyolamın üzerine atmış sol dirseğini dizine çenesi için payanda etmiş ve gözlerini gözlerime dikmiş kafasını aşağı yukarı sallayarak bana bakıyordu. Adamın birkaç metre gerisinde kapının hemen önünde yüzünü tam seçemediğim bir başka adam filigran gibi duruyordu. Bakınca içeride dolaşan sisin ve odayı yarı aydınlatan ışığın adamın arkasındaki kapıdan geldiğini fark ettim. Kapının hemen gerisi öylesine parlaktı ki bu parlaklık nedeniyle içeride olan biteni görmeniz mümkün değildi. Adam dizlerinin üzerine çöktürülmüş elleri de arkadan bağlanmıştı. Bana bakıyor gibiydi. Sanki bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Ancak ya onun da ağzında benim ki gibi bir bez parçası vardı ya da ağzı bağlıydı.
Odadaki homurtulara karşılık tek düzgün cümle rahatı yerinde olan çizgili takım elbisesi olan adamdan geldi. Adam sol ayağını karyolamın üzerinden indirip geriye doğru seri bir şekilde dönerken bu akşam dedi evlat, ya sen ya da karşında duran bu adam yani ikinizden biri ölecek ve bu kararı karşında duran bu yorgun adam verecek. Küçük bir çocuğa yapılacak en çirkin şakaya maruz kaldığımı düşünüyordum ki adamın ikinci cümlesiyle içinde bulunduğum durumun ciddiyetiyle irkildim: Bu bir oyun ya da şaka değil evlat. Ya o ya da sen!
Homurdanarak adama bir şeyler anlatmaya çalışırken, yanıma geldi ve pardon ağzındaki parçamı çıkarmayı unutmuşum diye söylendi. Ağzımdaki bez parçasının çıkışıyla rahatlayan soluk borum, aldığı oksijeni ciğerlerime ulaştırmakta gecikmedi. Ancak uzun süre düzgün nefes alamamak ciğerlerimi etkilemişti. Havayla buluşan ciğerlerim fazla şişirişmiş balon gibi gerildi. Bu durumda ister istemez öksürmeye başladım. Birkaç acı öksürükten sonra zar zor adama bir sual sorabildim: Sen de kimsin?
Sorumu duyar duymaz korkunç bir sesle kahkaha atmaya başlayan adam odanın öbür ucundan yatağıma doğru yürürken ben dedi, ben senin en yakın arkadaşınım. Cümlesini tamamladığında yüzüme kadar eğilmiş ve cebinden bir şey çıkarıyordu. Kan kokan soluğu burnumun dibindeydi. Cebinden çıkardığı çakmağı yaktığı sırada sol elinde tuttuğu mendili fötr şapkasının altına iliştiriyordu. Aynı korkunç sesle, benim adım Mendil Adam dediğinde hayatım boyunca unutamayacağım o iğrenç yüzü birkaç dakika evvel ağzımın içinde taşımış olmak beni inanılmaz tiksindiriyordu. İkinci soruyu sorduğumda kapının girişinde duran adamın huzursuzluğu çıkardığı homurtudan çok net anlaşılabiliyordu: Peki ya o?
O dedi Mendil Adam, senin hiç görmediğin baban. Ve muhtemelen bu, onun sıcak yüzünü son görüşün. İçimdeki huzursuzluk artıyordu. Kapı eşiğinde duran adam babam olamazdı. Olamazdı çünkü babam ölmüştü. Çocuksu bir tavırla ve korkarak babamın öldüğünü Mendil Adam’a söylediğimde, odada alkış eden bir çift el sesi duyuldu. Ardından odam aydınlandı. Etrafına bir bak dedi Mendil Adam. Burası senin dünyana benziyor mu hiç? Burası senin mihrabın. Ben mihrabında bir çöp.
Şaşırmıştım. Etrafımdaki manzara daha evvel hiçbir yerde görmediğim ve muhtemelen göremeyeceğim bir manzaraydı. Tanıdık gelen tek obje yatağımdı. Aslında bulunduğum mekândaki tek obje yatağımdı. Her hangi bir yer olabilirdi burası ama tek bir yer olamazdı. O da benim yattığım oda. Bulunduğumuz mekânın duvarları yoktu. Elleri bağlı adamın önünde bir patika oluşturacak şekilde sağlı sollu dizilmiş çeşitli renklerde mumlar vardı. Patika yolun ortasında bana doğru geldikçe daha da artan kandamlaları Hansel ile Grethelin bıraktığı ekmek kırıntıları gibi duruyordu. Yatağımın dört bir ucundan kilometrelerce uzakta dikili bir obelisk gibi duran dikitleri dolanan kırmızı ip kapının arkasından dolanıp diz çökmüş adamın ellerine ve ayaklarına uzanıyordu.
Şaşkın bakışlarla etrafımdaki dünyayı tanımaya çalışırken mendil suratlı adam kapı eşiğindeki adamın iki dizi arasında ucu adamın akciğerlerine değecek şekilde dikili duran kocaman neşteri göstererek konuşmaya başladı: Bu evrende evlat, sen yaşamıyorsun. Senin evrenindeyse baban yaşamıyor. Aynı evrende ikinizden birini öldürmem demek, kendi evreninde birinizin ölmesi demektir. Sizin ölmenizse benim dirilmem…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.