- 1154 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
TOKATLI HAYDAR
Ramazan Bayramının 1. günüydü. Ordunun büyük bir çoğunluğu oruç tutmuştu. Yaşlı ve hastalar için öğle yemeği verilmiş onun haricinde kimse orucunu bozmamıştı.
Bizim siperde Doğu Cephesinde de birlikte omuz omuza çarpıştığımız iki Sivaslı hem şehrimiz bir de Tokatlı Haydar vardı. Yemeklerimizi beraber yer suyumuzu paylaşırdık. Ali abim Haydar’ı çok severdi. Namaz vakti gelince.
-Haydi, Haydar o güzel sesinle bir ezan oku, derdi.
Haydar hiç itiraz etmeden her vakit ezanını büyük bir zevkle okurdu. Haydar ezanı okurken dağlar taşlar ezan sesiyle inler, tüm kurt ve kuşlar dikkat kesilirdi. Birbirimizle vedalaştığımız bu dakikalarda Haydar cebinden bir mektup çıkardı.
-Hamza, bu gece anama bir mektup yazdım. Eğer buradan sağ çıkmazsam bu mektubu anama ulaştırır mısın?
-Ağzından yel alsın, inşallah buradan hep beraber düşmanı kovup memleketlerimize döneceğiz.
-Bu gece siperde tüfeğime yaslanıp bir ara uyuya kalmışım. O kısa zamanda bir rüya gördüm. Uzaktan yeşil sarıklı nur yüzlü birisi yanıma geldi. “Yolculuğa hazırlanıyorsun galiba evlat.” dedi.
-Ne yolculuğu dedeciğim?
-Görmüyor musun eşyaları toplamışın, diye bana içi bin bir çeşit renkte çiçek dolu bavulu gösterdi. Bavulun yanına gittim. -Bu bavul benim değil dede, dedim.
-Evet, bavul senin değil o bavulu sana anan Fadime Hatun gönderdi, dedi ve bir anda kayboldu. Hemen uyandım. Anam aklıma geldi. Geçen gelen mektubunda:
“Haydar’ım her namazdan sonra askerlerimize ve içi sıra da sana dua ediyorum. Allah’ım çıktığın bu yolda seni yalnız ve kimsesiz koymasın.” diyordu. Yazdığım bu mektubu ölürsem eğer mutlaka anama ulaştırın. Bu gördüğüm rüya beni çok etkiledi, dedi. Ali abim Haydar’ın başını göğsüne yaslayarak:
-Senin kadar temiz yürekli birini daha tanımadım Haydar. Bu bir savaş, kimin ölüp kimin kalacağını sadece Allah bilir. Belki de sen değil de içimizden bir başkası ölecek. Onun için sende hakkını helal et, dedi.
Sarıldık, helalleştik. Haydar’ın verdiği mektubu alarak cebime koydum.
Düşman askerinin taarruza geçtiğini ve üzerimize doğru geldiğini görünce yüzbaşının emriyle ateşe başladık. Ateş gücümüzün az olması ve yeterli sayıda makineli tüfeğimiz olmadığı için taarruzu engelleyemiyorduk. Biraz daha ateşe devam etmemiz halinde düşmanı siperlerimizin içinde bulacaktık. Tam o sırada yüzbaşının, “Haydi yiğitler Allah aşkına Hücum edin! Hücum!” demesiyle siperlerden çıkıp Allah Allah nidalarıyla düşmana doğru koşmaya başladık.
Düşmanla buluşmadan daha birçok arkadaşımız isabet eden mermilerle yere kapanıyordu. Nihayet iki ordu çarpışmaya başladı. Zayıf, güçsüz ve sayı olarak da az olan içinde bulunduğumuz tümen dağılmış, çok sayıda zayiat vermiştik. Alınan pozisyon ve yapılan yanlış savunma düşmanın içimize kadar girmesine ve iki koldan bizi kıskaca almasına sebep olmuştu.
Düşman ordusu durdurulamaz bir hız kazanmış silindir gibi üzerimizden geçmek üzereydi. Durumu gören Mustafa Kemal Paşa ve Fevzi Paşa emir komutayı devir alarak ordunun telef edilmesini önlemek için tarihi bir karar verdiler. Bozguna uğrayan birliklerin tamamına, geri çekil emri verildi. Ordumuz yekvücut halde Sakarya Irmağı’nın doğusuna çekildi.
Çok büyük kayıplarımız vardı. Eğer biraz daha savaşa devam etseydik, muharip güç olarak bizim iki katı kuvvetimize sahip olan düşman bizi ezip geçecekti. Sakarya ırmağının kenarında kendimizi korumaya aldık. Ali abimi bulmam fazla zor olmadı fakat Tokatlı kardeşimiz Haydar’ı ve Hamdi amcamı son gören Yozgatlı hemşerimiz de bu saldırıda şehit olmuştu. Kendi kardeşimizi kaybetmiş gibi üzüldük fakat yapacak bir şey yoktu. Bu taarruzda iki arkadaşımız daha şehit olmuştu. Tabiri caizse bu geri çekilme hamlesi ile bizim nefes alabilmemiz sağlanmıştı. Kaybımız çok fazlaydı.
Yunan, Eskişehir’i ele geçirmişti. İsmet Paşa’nın Genel Kurmay Başkanlığından alındığını ve yerine Fevzi Paşa’nın getirildiğini savaşın Başkumandanlığını ise Mustafa Kemal’in yapacağı bilgisi geldi. Bu olumlu haber ordunun biraz moralini düzeltse de çoğumuz yan yana omuz omuza savaştığımız çok yakın arkadaşlarımızı kaybetmiştik. Onların üzüntüsü hala üzerimizdeydi. Düşman şımarmış çok büyük toprakları ele geçirmişti.
Bu savaştan sonra hem cephane hem de yiyecek sıkıntısı baş göstermeye başladı. Günlük üç öğün olan yemek ikiye indirildi. Ekmek miktarı azaltıldı. Çoğu zaman şekersiz üzüm hoşafı ile ekmek yemek zorunda kalıyorduk. Sıcak çorbanın kaynadığı günler parmakla sayılacak kadar azdır. Geceleri kağnılarla cepheye yiyecek ve mühimmat çeken kadın, çocuk ve ihtiyarlar bizden daha gayretli görünüyordu. Uğradığımız bu bozgun bizim moral seviyemizi iyice düşürmüştü.
Cephedeki durumu görmek üzere yanımıza kadar gelen Mustafa Kemal ve Fevzi Paşa orduyu toplayarak bir konuşma yaptılar. Mustafa Kemal Paşa yaptığı konuşmada:
“Arkadaşlar, askerlerim! Bizler burada Türk milletinin bir nevi kaderini çizeceğiz. Anadolu’yu karış karış dolandım. Sanmayın ki bir tek bizler burada sıkıntı çekiyoruz. Köylerde kasaba ve şehirlerde millet yekvücut olmuş sizin muzaffer olmanız için evindeki yemeği, sırtındaki yeleğini, ahırdaki hayvanını, altındaki bineğini cepheye gönderiyor. Cepheye mühimmat taşıyan anaları bacıları görüyorsunuz. Bizler tarihte her zaman hür yaşamış bir milletin torunlarıyız. İmkânlarımız kısıtlı biliyorum ama düşman bizi çiğnemeden buraya giremeyecektir. Ülke savunması bir cephenin kazanılması ya da düşürülmesiyle kaybedilecek kadar küçük değildir. Bundan sonra hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça, terk olunamaz. Ya istiklal ya ölüm!”
Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı bu konuşma ordumuza tekrar bir güç ve kendine güven getirdi, nihayet uzun süren çarpışmalar sonunda savaş bitmiş ordumuz muzaffer olmuştu.
İki yıldan fazla cephede olanları salıverdiler. Diğer askerler barış antlaşması imzalanana kadar cephede kalacaktı. Memleketlerine sevk olacakların içinde ben de vardım. Trenle Ankara’ya oradan da Sivas’a sevk olunacaktık. Bir yandan memleket özlemiyle gitmek isterken bir taraftan Ali abimin ve Hamdi amcamın şahadet haberini nasıl veririm düşüncesiyle memlekete hiç gitmek istemiyordum.
Trenle Sivas’a kadar geldikten sonra köye gitmeye niyetlendim ama önce üzerimdeki emaneti vermek üzere Tokat’ta hemşerimiz Haydar’ın anasına gitmem gerekiyordu. O gün hiç beklemeden Tokat’a geçtim. Yeşil bir derenin etrafına kurulmuş olan Tokat sokakları, sessiz ve sakindi. Hocanın ikindi ezanını okumasıyla irkildim. Camiye doğru yöneldim. Niyetim hem namazı kılmak hem de Haydar’ın evini öğrenmekti.
Merkezi bir yerde bulunan camide namazı kıldıktan sonra imam Efendinin yanına gittim. Haydar’ı tarif edip tanıyıp tanımadığını sordum. İmam Efendi gözyaşlarına hâkim olamayarak ağlamaya başladı. Meğer Haydar sefere gitmeden önce bu camide müezzinlik yapıyormuş. Haydar’ın şahadet haberini verdim. İmam Efendi, Haydar’ın cepheye gitmesinden sonra camide müezzinlik yapacak kimsenin kalmadığını cemaatin yaşlılardan ibaret olduğunu söyleyerek “Haydar’ın o yanık sesi ile okuduğu ezanlar hala kulağımda çınlıyor.” dedi.
Tokat’tan Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’na 15-16 yaşındaki gençlerin gittiğini anaların arkalarından ağıtlar yaktığını söyledi.
Haydar’ın şehit olmadan önce anasına bir mektup yazdığını ve onu iletmem gerektiğini söyledim. İmam Efendi ile Haydar’ın anasının evine gittik. Dağın dibinde küçük iki gözlü bir evde yalnız yaşıyordu. Eli yüzlü nurlu ufak tefek yaşlı bir teyzeydi. Selam verip içeri girdik. İmam Efendi, cepheden geldiğimi ve Haydar’dan mektup getirdiğimi söyledi. O ana kadar Haydar’ın şehit olduğunu söylemedim.
Mektubu cebimde çıkarıp Fadime teyzeye verdim. Mektubu öptü kokladı.
“Haydar’ım seni çok özledim evladım.” diye öyle bir iç çekti ki orada bulunan canlı cansız her şey o hasreti iliklerine kadar hissetti. Ağlamaya başladı. Bir müddet sonara imam Efendi mektubu aldı ve okumaya başladı.
“Canım anam, her gece rüyalarıma giren benim için gece gündüz dua eden canım anam. Şu anda uzun bir yolculuğa çıktım. Yanına gelip elini öpüp helallik alamadığım için beni affet. Bana hazırladığın yolluklar için sana sonsuz minnet ve şükranlarımı sunarım. Canım anam Hakkını helal et. Gittiğim yerde özlemle seni bekliyor olacağım.
Oğlun Haydar.”
İmam Efendi mektubu okurken Fadime teyze ve ben gözyaşlarımızı seller gibi akıtıyorduk.
Fadime teyze, yürek burkar şekilde hem soruyor hem de ağlıyordu.
-Haydarım nerde? Haydarım!
-Teyzeciğim Haydar şimdi Allah’a kavuştu ne mutlu ona şehit oldu Haydar.
İmam Efendinin bu sözleri beni ve Fadime Teyzeyi iyiden iyi coşturdu. Yüksek sesle hıçkırıklar içinde uzun süre ağladık.
İmam Efendinin bizleri sakinleştirmesinden sonra elini öpüp helallik istedim. Fadime Teyze:
-Haydar’ımın kokusunu alıyorum, sen de benim bir evladımsın oğlum burada bizimle kal diye uzun süre sarıldı, bırakmadı beni.
Köyde eşimin ve çocuğumun olduğunu söyleyerek oradan ayrıldım.
Bir saat önce çocuğunun şehit olduğunu öğrenen ana bir saat sonra beni evladının yerine koyabiliyordu. Fadime teyzedeki imanı ve Allah’a teslimiyetini görünce biraz olsun içimdeki yangınların şiddeti azalmıştı. Kavuşmanın ve içimi yakan hasretin son bulması ümidi ile Ali abimin ve amcamın şahadeti arasında gidip gelen düşüncelerimle hesaplaşarak yolculuğuma devam ettim. Dağlara ovalara bir sessizlik çökmüştü. Sanki ölüm sessizliği. Şehit olan bu vatan evlatları ile sanki bütün mevcudat ölmüştü. Otlar sararmış ağaçlar yaprağını dökmüştü. Dereler bir başka çağlıyor belki de ağlıyordu. Adımlarımı sıklaştırıp yoluma devam ettim. Geçtiğim köylerde namazlarımı kılıp yemeklerimi yedim. Üç günlük yorucu bir yolculuktan sonara köye geldim.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.