- 675 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Yaşamak tek başınalıkla direnmekti…
Gün karası bir yalnızlığa dalış bu fikir sapmaları…
Dünleri, nasıl yaşamak istiyorduk, pişman olmadan?
Veya bu günü nasıl yaşayacaktık, hiç pişmanlıksız?
Veya yarınları yaşamak için o yaşamın içinde dolu dolu olmak huzurlu veya iç huzurlu olmak için neleri yaşamamak istiyorduk… Aslında korkuyorduk bedenimizde yaşamın ter döküntülerinden… Oysa yaşam umutlarımızdan vazgeçerek yaşamak daha zordu. Sadece kendi kendimize yetikli olmak, ucundan tutunduğumuz yaşamdan düşme korkusuydu aslında bendeki sen varlığın sevgili…
Dünlerin acılarından silkinip, yarınların umuduna sığınmak değilmiydi yaşamın tek kuralı…
Bu umutla umutsuzluğa düştükçe kaybettiklerimizin arkasından ağlamak bu güne kadar bize verdiği güç vede güçsüzlüğü hesap edemeyişimiz değil mi nefes almalarımızdaki zorluklar…
Önce ben senin yanındaki duruşumda kimdim ki bu kadar acıyı hesap etme yetikliğimi kaybetmiştim, umudumla beraber…
Dolu dolu yaşam zamanlarının yaşamak ve içinde raks etmek varken, sevgili, senin hangi gücündü beni bu kadar şiddetle hırpalayan?
Veya benim hangi sebeple doğmuş güçsüzlüğümdün sen?
Yarınları düşleyemeyecek kadar umutsuz kalmışsak yaşamda ki benim hangi eksikliğimdi bu?
Bitmeyen ve de cevaplanamayan sorular bunlar ki ardından akla tek gelen unut girtsin cümlesiydi…
O kadar kolay söylenir ki bu cümle yaşamayanlar tarafından, şaşıp kalıyorum, cevap olarak hiç gitmediğiniz yerlere gidemememin düşüncesinin ardından üzülmek ne demekti sorusu vardı ki, acı acıyı yaşatanların umrunda olmayan bir olgudur. Ama yaşayanlar bunun etkisi ile yılları yudum yudum acı emerek nefes alırla sanırım, belki de ben gibi, inleyerek…
Çoğulda olan kopuşlarda, hep aşk ve sevgi parçalanıyordu…
Her kopuşmaların sonu. Sonu gelmez ayrılık acılarının her gün veya her an ortaya çıkması ile giden ve kalan arasında inkâr edilemez bir bağ kalırdı…
Aslında çoğu zaman öfkeye dönüşmüş bu gizli bağ arasında çok büyük bir parçalanmanın sancıları öfkeye dönüşmüş halde ortaya çıkardı…
Giden kendi acılarını ve öfkelerini sırtlanmış adımlarını attığı andan itibaren acıları ikiye katlanırdı…
Zaten ağırlığını içinde taşıyamaz bir ağırlıkta iken, bir de arkada bıraktığı can, canım dediğinin acılarını da her zamandan bir kat daha fazla olarak içinde hissederdi, yani gitmiş olmakla, giderken kalanın da acılarını sırtlanırdı…
Tek fark vardı kalanla aralarında o anlarla…
İkisinin de akıttığı gözyaşları ayrı ayrı bedenlerdeki gözlerden düşerek göğüslerinde patlayıp, dağılırken, dayanma gücüne göre fazlalaşırdı bu gözyaşları, zaman ve yer tanımaksızın…
Her göz yaşının derinliğinden çıkarak ağlayanın göğsünde dağılırdı…
Giden, bir de kalanın acılarını içinde hissederken, çift acılanmanın tüm yüklerine dayanmak durumunda iken “umarım sen bari ağlamazsın benim gibi, çünkü ben, senin için de ağlarken, ikimizin yaşlarının, gözlerimde birleştiriyorum.
Tıpkı bakışlarını beynime mıhladığım gibi. Sen sus ben avazım çıktığı kadar senin için bağıracağım bil bunu.”
“Ve artık bensiz yaşayacağın saatlerde kendin için kendini koruyucu ol” diyordu, giden, kalan adına…
Kalansa yığılmış bir kümbetin altında kalır gibi sıkışıyordu kaburgaları, kalbinin atışını daraltarak…
O da Kendi kendine konuşarak “artık yanında, sesim ve nefesimi bulamayacaksın, kendin için yaşaman gerek. Bu bir öyküydü, noktasını sen ve ben koyduk. Anlatımlarımız uzun zaman aldı, artık söylenmemiş sözleri gelecek yazacak bize.
Unutulmaz anılara ek olarak dünlerimiz vardı yarınlara sarkan yaşamımız oluyordu. Bu körbelâ buralarda kesildi. Sen de olan bir parçası, parmağına bağlı. Diğeri benim parmağıma asılı kaldı.”
Dünlerden yarınlara sarkacak yaşamımız vardı ama, bizim bu günümüz hiç mutluluk kelimeleri ile yazılmadı…
Yazılmayan her şey yaşanmış sayılamazdı. Sen de beni yarınlara taşıyamadan, yok say… Yok say ki hiçbir şeyi inkâr etmeyelim. Hiçbir şayi yaşanmamış saymayalım. Her şey yaşandığı yerde dünden yarına saklamadan bu günde kalsın…
Bu gün benim doğum, aynı zamanada birbirimize gömüldüğümüz gün olacak… Göreceksin bizim yarınım hiç olmayacak. Hiç, yaşanacak çok yarınımız olmayacak. Her şey bizle berabar bu gün son bulacak…
Ve biz bu sonlanan sevginin sonlanmış sonlandırılmış sevgilileri olarak kalacağız…
Ne adımızı bilecekler, ne de şarkımızı. Veya sevdiğimiz mavi rengi hiç bilmeyecekler. Bu günden sonra hiç siyah giymeyeceğim, hiç yas tutmayacağım, hiç ağlamayacağım, gözyaşlarım sessizleşerek buharlaşacak, kendim bile bilmeyeceğim ağladığımı.
Ama bilesin bir de sen için üzüleceğim, yine hastalandın mı diye telaş edeceğim.Ve bu telaşlanmalarımı mavi giysilerimin içinde gizleyeceğim.
Artık sen için ve de ben için rengim açık mavi, akdeniz mavisi olacak. Bu renk koyulaşarak ve sevinci saklayacak, bu renk açıklaşarak…
Bir de, bir de sevgili, kolumdaki saatin deri kemerinin iç kısmına, adını yazacağım, adını yazamazsam, bir simge taşıyacağımsenin için. Hani vardır ya nazar bonculmarının ortasında koyu mavi bir renk, işte senin rengin orada gizlenecek. Ve ben sonsuza seni beklemeyeceğim…
Yalnızlığa dalış bu fikir sapmaları…
Bekleyip yollara bakıp bakıp,
merak içinde ağlamayacağım…
Giydiğin elbisenin rengini,
saçlarının rengini merak etmeyeceğim…
Önüne bakarak yürüyüşünü,
düşünmeyeceğim, sesini unutup,
bir şarkıya isim takıp,
artık onu sen sesi gibi,
dinleyip, ıssızlaşacağım…
Sesin kaybolacak,
gülüşün kaybolacak,
yüzündeki benliğim yok olacak…
Gözlerini mi,
artık hatırlamayacağım o hüzün bakışını hiç hatırlamayacağım.
Sonuçta isimsiz bir yerde mezar taşın ve
belirsiz bir yerde mezarın ve sen,
var sayarak,
yaşayabildiğim kadar yaşayacağım…
Sen sevgili,
ben,
benden aldığın yerdeyim,
kısılmış nefesim,
solmuş rengim,
acılanmış donuk bedenim,
kuru kuru bakan gözlerim
ve sen
ve ben yalnız ikimiz,
hep bıraktığın yerdeymiş gibi,
bazen bir köşe başı taşında,
bazen kurumuş bir kumsalda,
sırt üstü yatarken...
Bazen karanlık bir gecede,
bazen uğultulu rüzgâr altında,
senin terk ettiğin şehrin,
senin en sevdiğin yerinde,
boş bakışların umutsuzluğu,
beklentilerin yokluğunda,
dünlerden sarkan,
bu günleri yaşamamış sayarak,
yarınlara atlayan düşüncelerle,
artık kendimi de yok sayarak,
bu şehrin, seninle gittiğimiz, bir köşesinde,
bekliyor olmadan,
dar nefesler alacağım…
Beni, sen de yok say,
benim seni yok saydığım gibi…
Derken bulacaksın belki beni…
Hoş kal sevdiceğim, dinç kal, sağ kal…
Aslında gün karası bir yalnızlığa dalış bu fikir sapmaları…
Belki yarın hiç biri kalmayacak,
gömülecek bir yerlere,
unutulamayasıya…
Boşu, doluyu unut, sevgili.
Hayatın yalnızlığa dahası borcumuz vardı,
ki bu bedel ile yaşanacak, şüphesiz…
Ama,
bizim için en değerli olan her şey bu gömülüşte çürüyüp gidecek şüphesiz…
İşte o zaman da bir kez daha canım acıyacak…
Uzaktan gelen bir şarkının tınısı var kulaklarımda. Oysa ben bu gün kendi şarkımı kendim için dinlemek istiyordum.Kulaklarımda özlemi hiç yitmeyecek sevgili ses tınısı varken, biz şarkımızla nefes almak isterdik. Oysa içimdeki acının şiddeti artıkça, canımı acıtıyor. Sadece sessizlikte kalsam belki bitecek bu ıstıraplar ama kulağımdaki sevgili tınısı hep kalmalı…
Dündü yaşadığımız…
Dünlerde kalmıştı yaşadıklarımızın dar zamanları…
Aslında korkusuz zamanlarımızd, korkmadan yaşadık tüm nefes leri…
Aslında yarınların endişesi hiç yoktu içimizde. Var gücümüzle asıldık hayatın çivilerine ve korkusuzca kaldık tüm yaşamın içinde…
Yaşamak tek başınalıkla direnmekti…
Biz seninle yalnızlığımızı bölüşmüştük, ama bu yalnızlığın büyük payı bana kalmış…
Çünkü gülmek ve şımarmak kaybettiklerimizin yanında mükâfat oluyordu.
Mustafa yılmaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.